Silâhlı kuvvetler içinde hükümeti etkisizleştirme ve toplumun bazı kesimlerine karşı provokasyonlar tertipleme amaçlı bir cuntanın varlığı neredeyse kesinleşti. Ama, aradan geçen bunca zamana rağmen bu işin üstüne kararlılıkla gidecek ve gerekli adımları atacak bir siyasi irade ortada görünmüyor.
Tuhaf bir şekilde, yargı süreci de yavaş işliyor. Nitekim olayların merkezindeki albay ve ona bu yolda emir vermiş olan generaller halâ sorgulanmadı. Cunta şüphelilerinin ifade alımı veya sorgu için çağrıldığı bile şüpheli.
Oysa yargının işi ağırdan alması için hiçbir hukuki neden bulunmuyor. Olayın silâhlı kuvvetlerin iç düzenini ilgilendiren tarafı elbette var ama bir kısım askerin hükümete karşı bir komplo hazırlığı yapmış olmasının anayasal bir suç teşkil ettiği açık olduğuna göre, işin bu yönünün sivil yargının görev alanına girdiğine şüphe yok.
Bu aslında 26 Haziran tarihli kanun değişikliğinden önce de böyleydi, çünkü Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan “anayasayı ihlâl” suçlarını işleyenlerin sivil veya asker olması adli yargının görev alanına giren bu suçların mahiyetini değiştirmiyor. Bu kanun değişikliğiyle yapılan, zaten sivil yargının görevli olduğu bu suçlar için özel görevli bir ağır ceza mahkemesi oluşturulmasını öngörmektir.
Söz konusu cunta şüphelilerinin sivil savcılarca henüz ifadelerinin alınamamasının Genelkurmayın tutumundan kaynaklandığı söyleniyor. Eğer adı geçenler ifade için gerçekten çağrıldıkları halde gitmiyorlarsa, bu ihtimali ciddiye almak gerekir. O zaman da, iddia edildiği gibi, Genelkurmayın, sivil yargının alanını askeri yargı aleyhine genişleten kanun değişikliğine karşı Anayasa Mahkemesi’nde açılmış olan davanın “iptal”le sonuçlanacağı beklentisi içinde olduğu akla gelmektedir.
Ne var ki, Anayasa Mahkemesi’nden bu konuda iptal kararı çıksa bile, yukarıda belirttiğim nedenle, TCK anlamında suç olan hükümete karşı komplonun yargılanması görevi böylece askeri yargıya geçmiş olmaz. Bu arada, askerlerin bu gibi cunta hazırlığı yapmalarının ve kimi vatandaşları suçlu göstermeye dönük tertipler içine girmelerinin, İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi çerçevesinde onların yasal görevi olduğu yolundaki iddianın tam bir “deli saçması” olduğunu da bu vesileyle bir kere daha belirtmek isterim.
Hükümetin bu meselede izlediği, adeta işi oluruna bırakan tutuma gelince, bu ancak ince hesaplanmış bir stratejinin uygulanmasından ibaretse anlayışla karşılanabilir. Kastettiğim, tasarlanan radikal bir “çıkış”ı meşrulaştıracak şartların olgunlaşmasını sağlamaya dönük bir stratejidir. Başbakanın Genelkurmay’a “şüphelileri yargıya teslim et” mealinde çağrıda bulunması ve genelkurmay başkanıyla sonuçsuz “görüşmeler” yapması, belki de cuntaya bulaşmış olan geniş bir kesimi, hatta bizzat genelkurmay başkanını tasfiye planının ön hazırlığıdır: “Gerekeni kendilerinin yapmasını sabırla bekledik, ama maalesef hiçbir şey yapmadılar!”
Tabii, bu benim bir hüsnü kuruntumdan ibaret de olabilir; o zaman da hükümetin bu meselede izlemekte olduğu yol onun gerçek tavrını yansıtıyor demektir ki, bunun anayasal-demokratik bir rejimde kabul edilebilir olmadığı açıktır. Öyle ya, hangi demokraside hükümet silâhlı kuvvetler içinde anayasal düzene karşı örgütlenen bir cunta karşısında kendisine terettüp eden bir görev yokmuş gibi davranıp, gidişatı seyretmekle yetinebilir?…
Başbakanın kendisine karşı sorumlu olan bir kurum içindeki bu türden bir tertibe böyle mesafeli durması bizim anayasal sistemimizle de bağdaşmaz. Hükümetle silahlı kuvvetler arasında da “kuvvetler ayrılığı” olmadığına göre…
Star, 07.11.2009