Dünya’da çatışmaların söndürülerek barışın tesis edildiği örnekler barışın sağlanmasının üç şekilde mümkün olabileceğini gösteriyor. Bunlardan ilki çatışan tarafların kendi başlarına ya da üçüncü tarafların devreye girdiği karmaşık süreçlerle bir anlaşmaya ulaşması yoludur. İkincisi devlet otoritesine karşı ayaklananların sahip olduğu gücün, devlet yapısının değişmesi, rejimin demokratikleşmesi gibi nedenlerle sönümlenmesidir. Bu sönümlenme süreklilik kazanırsa ve yasadışı örgüt her geçen gün gücünü ve halkla olan bağını yitirirse barış da tesis edilebilir.
Üçüncü bir yol ise yasadışı örgütün ve bu örgütü destekleyen halk kesimlerinin ikiye bölünmesi, ana grubun barışı tesis etmek için müzakerelere devam ederken küçülen bir radikal kesimin silahı bırakmayı reddetmesi, ancak giderek küçülerek etkisini yitirmesidir.
Türkiye’de 2013 yılınsa başlatılan “çözüm süreci” bu yollardan ilkini, bir aracı ya da üçüncü taraf devlet sokmaksızın gerçekleştirmeye çalıştı. Sürecin nasıl kesintiye uğradığı, hangi aktörlerin hatalı olduğu gibi konular daha çok tartışılacak ve üzerine çok yazılıp çizilecek gibi duruyor. Ama ilgili herkesin kabul edebileceği bir ortak görüş çözüm sürecinin zora girmesinde uluslararası boyutun oynadığı olumsuz roldür.
Bu uluslararası boyut Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesine neden olabilecek dinamikleri içerdiğinden, belki dünyada örneği olamayan koşullar ortaya çıkarmıştır. Birinci Dünya Savaşının galiplerinin tasarladığı, siyasi ve iktisadi çıkarlara göre belirlenen ve bölge toplumlarının katılımı olmaksızın tasarlanan Ortadoğu haritası değişme noktasına gelmiştir.
Bu şartlar altında Türkiye’nin kendi toplumsal barışını sağlayabilecek ne tür politikalar geliştirebileceği giderek önem kazanmaktadır. Farklı görüşlerin uzlaştıkları bir diğer nokta salt güvenlikçi bakış açısıyla istenilen barış ortamının kurulmasının mümkün olmayacağı, siyasetin devreye girerek yeni araçların geliştirilmesinin gerekli olduğu fikridir.
Uluslararası siyasetin etkisi nedeniyle bu aşamadan sonra PKK’ya yönelik ulusal alanla sınırlı bir yaklaşımın yeterli olmayacağı açıktır. PKK’nın Ortadoğu’nun dinamikleri içinde kendine bir strateji çizdiğini, bu stratejinin dayanakları arasında bölgede rol oynayan uluslararası güçlerle ilişki içine girmenin önemli bir unsur olduğunu tüm yorumcular kabul etmektedir.
Hükümet’in geçtiğimiz günlerde açıklamış olduğu 10 maddelik Ana Plan yukarıdaki temel gözlemler ışığında okunmalıdır. Bu plan, genel olarak, kamu düzeninin tesis edilmesine yönelik güvenlik önlemleri, demokratikleşme, çatışmaların, özellikle de hendeklerin kazıldığı ilçelerle neden olduğu yıkımın giderilmesi için alınacak önlemler ve bölge ile bir diyalog mekanizmasının oluşturulması konularını kapsamaktadır.
Ana Plan’ın genel mantığı içinde en önemli kısmı yeni dönemde bölge ile diyaloğun kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşları üzerinden yürütüleceğine dair bölümüdür.
Plan PKK’ya dolaylı ya da dolaysız herhangi bir rol ya da etki alanı sunmamaktadır. Mevcut durum dikkate alındığında böyle bir rolün tanımlanmasının gerçekçi olmadığı ortadadır. Ortadoğu’da bir netlik ortaya çıkıncaya kadar örgüt liderlerinin başta Suriye olmak üzere bölge ile ilgilerinin umutlarının devam edeceğini, kendilerinin tasfiyesine yönelik bir görüşmeye dönmeyeceğini varsayabiliriz. Plan HDP’ye de bir rol biçmemektedir.
Hükümetin yeni yol haritasının başarılı olabilmesi kapsama alanına giren kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşlarının bölge halkını kucaklama kapasitesine bağlıdır. Plan şu anda tek taraflı bir irade açıklaması niteliğindedir. Eğer hükümet örgütü dışlayan bir şekilde yola devam edecekse dünya örneklerinde olduğu gibi bölgede onun etkisini kıracak kadar büyük bir desteği almak zorundadır.
Yeni Yüzyıl, 09.02.2016
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/hukumetin-yeni-kurt-politikasi-1228