Bugünlerde felsefe öğretmenleri arasında milli eğitimin felsefe müfredatı tartışılıyor. Ders kitaplarında felsefeyle “hikmet” arasında ilişki kurulması ve bu arada Tanrı kavramının kuşkucu olmayan bağlamlarda kullanılması bazı felsefecilerin rahatsız olmasına yol açmış görünüyor. Bir ara çok popüler olan “evrim mi yaradılış mı” tartışması gibi, şimdi de adeta “felsefe mi hikmet mi” tartışması gündemde gibi.
Ben felsefe konusunda uzman değilim. Siyaset felsefesi dışında, felsefeyle ilgimin derecesini ancak “aşinalık” kelimesiyle tanımlayabilirim. Sözünü ettiğim, sosyal ve siyasal teoriyle uğraşmanın gerektirdiği ölçüde bir aşinalıktır. Yine de bu mesele hakkında yazmak istememin bir nedeni var: Ben ülkemizde felsefeyle iştigal edenlerin bile önemlice bir bölümünün bu disiplinin gerektirdiği kadar eleştirel zihne sahip olduklarından kuşku duyuyorum.
Bu hükümetin milli eğitimdeki muhafazakar kadrolarının ders kitaplarında kendi ilgi ve endişelerine uygun değişiklikler yapma konusundaki istekliliklerinin ben de farkındayım. Bunların ahlak ve diğer sosyal meselelerle ilgili olarak çocuklar ve gençlere merkezinde Tanrı inancının yer aldığı muhafazakar bir dünya görüşünü aşılamaya çalıştıkları doğrudur.
Ne var ki, öğrencilere bunu tek doğru bakış açısı olarak dayatmadıkları ve çoğulcu bir tasavvurun bir parçası olarak takdim ettikleri sürece, bu gibi kaygılarla hareket ettikleri için muhafazakarları kınamaya hakkımız olduğunu sanmıyorum. Kamuya “hizmet” veren okullardaki müfredat “kamu”nun dünya görüşü bakımından çoğulcu olduğu gerçeğini elbette dikkate almak zorundadır. Bununla, “bilim” ve “felsefe” derslerinin müfredatına bu disiplinlerin evrensel gereklerine aykırı konuların dahil edilmesini kastetmediğim açıktır.
Ama ilk ve orta öğretim müfredatı “bilimler” ve “felsefe”den ibaret değildir. Bu eğitim-öğretim faaliyeti çocuklara ve geçlere hayata, topluma, siyasete bakışımızla ilgili başka pek çok konu hakkında çeşitli bilgiler, değerler ve kanaatler de kazandırır. Dolayısıyla, ilk ve orta eğitimin muhafazakar bakışın hakimiyetinde olması nasıl kabul edilemezse, bu sistemin -birçok “bilimci” ve “felsefeci”nin arzular göründüğü- gibi münhasıran dünyevi (seküler) bir dünya görüşünü aşılaması da makul değildir.
Bu açıdan bakıldığında, “kamu eğitimi”nin müfredatından geleneksel değerlerin ve dinin tamamen dışlanmasını ana dava haline getirenlerin durumu muhafazakarlarınkinden daha az sorunlu değildir. Bu özellikle, adına konuştukları disiplinin tanımlayıcı özelliklerinden birinin “eleştirel düşünme” olduğu “felsefeciler” açısından böyledir. Bunu onların “hikmet”in felsefeyle ilişkilendirilmesine şiddetle karşı çıkmalarından da anlayabiliriz.
Çünkü, felsefe zaten başlangıcından beri “hikmet”le (sophia, wisdom) ilgili bir bilgi arayışıdır. Tarih başka türlü gelişseydi, bugün felsefe yerine “ilm-i hikmet” veya buna benzer başka bir terim kullanıyor olabilirdik. Eleştirel akıl yoluyla varlığın ve eşyanın tabiatını anlama çabası olarak tanımladıkta sonra, felsefeye “ilm-i hikmet” desek ne olur ki?…
Bırakalım bunu, “hikmet” kelimesini felsefenin alanına bile yaklaştırmama davası güdenleri asıl rahatsız eden, bana öyle geliyor ki, “hikmet”in eşyanın tabiatına ilişkin Tanrı-merkezli düşünce geleneğini çağrıştırmasıdır. “Hikmet” keza, varoluşun “sırrı”nın “keşfedilmesi”nin bizi Tanrı’ya götüreceği fikrini de içermektedir.
Kısaca, bana öyle geliyor ki, kimi “felsefeciler”in “hikmet”ten hazzetmemeleri onların “hakikat arayışı”na samimiyetle bağlı olmalarından çok, Tanrı-merkezli dünya görüşünden behemehal uzak durma kaygılarından kaynaklanmaktadır. Bu doğruysa, o zaman onların temel probleminin, “insanlık durumu”nu son derece dar bir perspektife sığdırmaya çalışmaları ve eleştirellikten büsbütün uzak olmaları olduğunu söyleyebilirim.
06.02.2010, Star