Çok değil seçim sonuçlarının açıklanmasından iki saat sonra sosyal medya kullanıcılarının bir kısmının “bu ülkeyi anlamıyorum artık” nidalarının yükseldiğini duyduk. Pek çok kişinin aksine bu tümcede beni hayrete düşüren kelime “artık” idi. Zira seçmen davranışları aslında örüntü gösteren, belirli bir yol izleyen davranışlardır. Seçmen bazı dönemlerde oy verdiği partiyi, oluşumu cezalandırabilir, bazı dönemde bir cevap vermek için oyları konsolide edebilir ve Türkiye’de seçmen, yukarıdaki tabloda da görülebileceği gibi, ağırlıklı olarak tercihini merkez sağ partilerinden kullanmaktadır. Seçimlerden Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) birinci parti olarak çıktığı tarihler de ayrıca dikkat çekicidir. 1946 seçimlerinin açık oy gizli sayım olmasının bu seçime yönelik ortaya koyduğu şaibe unutulmamalı, 27 Mayıs 1961 darbesi ile 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardında gerçekleşen seçimlerde CHP’nin birinci parti olarak meclise girdiği akılda tutulmalıdır.
O yüzden de ülkede Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) oy veren seçmeni anlamaya çalışmaktan ziyade Yılmaz Odabaşı’nı anlamanın zor olduğunu düşünüyorum. Zira Yılmaz Bey’in terk-i diyar eylediği bu memleket yıllardan beri merkez sağ partilerinin tek başına iktidara geldikleri ya da koalisyon hükümetlerinde yer aldıkları bir atmosfere sahip idi. Şimdi ne değişti?
Değişen birbirimizin siyasi tercihlerine yönelik her gün sosyal medyadan bir mesaj alıyor olduğumuz, sosyal kategorileme işlemini artık sanal mecradan hızlıca gerçekleştiriyor oluşumuz ve sosyal kimliğimizin oldukça görünür ve belirgin olması. Tajfel ve Turner’in geliştirdiği Sosyal Kimlik Kuramı’na göre bireyler kendilerini olabildiğince hızlı bir şekilde bir grubun üyesi olarak tanımlama ile güdülenirler. Kimliğimizin “sosyal” olan tarafı sayesinde oluşan “biz” algısı bizim için önemlidir ve günlük yaşamımızda aldığımız kararlarda, yaşadığımız duygu durumunda da oldukça etkilidir. Sosyal Kimlik Kuramı, bireyin kendisini olumsuz görme ihtimalinin görece düşük olması sonucunda kendisinin içinde olduğu “iç grubun” da “dış gruba” kıyasla olumlu değerlendirildiğini ortaya koyar. Birey, etrafındaki kişileri sosyal kimliği temelinde hızlıca “biz” ve “onlar” olarak ayrıştırabilir ancak günlük hayatın akışında sosyal roller hızlıca değiştiği için bu kalıplaşmış bir ayırımı getirmeyebilir. Sosyal medyanın hayatımızda oynadığı rol ne yazık ki sosyal kimliklerimizin eskisi kadar hızlıca değişmesine ve bir önceki kimliklerimizin unutulmasına izin verilmemekte. Hepimizin sahip olduğu sosyal medya hesaplarındaki “profil bilgileri” bizi zaten bir yere yerleştirdiği için ortaya koyduğumuz tüm davranışlar o profil bilgileri ile tutarlı veya tutarsız olarak değerlendirilmekte ve daha da önemlisi bireyler kendi çevresindeki diğer bireylerin “genel”i temsil ettiğine dair bir yanılgıya kapılmakta. “Ulaşılabilirlik yanılgısı” olarak da adlandırılan bu bilişsel kestirmenin işlevsel olduğu alanlar olabilir, ancak bu alanlardan biri seçim sonuçları değil.
O yüzden seçimden önce kendi arkadaş listemizde yer alan bireylere bakarak tahminlerde bulunuyor, Yüksek Seçim Kurulu’nun yasakladığını biliyor olmamıza rağmen “oyumun rengi belli” olsun diyerek oy verirken pusulanın resmini çekip hesaplarımıza yüklüyoruz. Böylelikle iç grup normlarımızı ihlal etmemiş oluyoruz, “saflarımızı sıklaştırmanın” huzurunu duyuyoruz.
Kabul etmek gerekir ki Ali Nesin’in de geçenlerde bu hataya düştüğünü görmek hafiften iç burucu idi. Zira kendi takipçilerinin destekledikleri partileri belirtmesini isteyip, hesaplamalarına dayanarak bir sonuca vardı. Kuşkusuz o hesaplamalara bir sosyal bilimci olarak benim aklım ermez. Ama sanırım bir matematikçinin de sosyal bilim kuramlarını atlayarak hesap yapması gerekmez.
Ne olursa olsun kafamızı geriye çevirdiğimizde ve o çok sıkıldığımız tarih derslerine geri döndüğümüzde görünen bir hakikat var. Bu ülkede merkez sağ partilerinin sahip olduğu oy oranı zannettiğinizden kat be kat fazla. Bu ülkedeki insanlar gazetelere atılan manşetleri unutmuyor, oy vermeye giderken beyinleri ve kalpleri ile bir bütün olarak gidiyor. Bu hakikat bizim gerçekliğimizle uyuşmuyor olabilir. Burada değişmesi gereken bizim algımız değildir de nedir?
Hamiş: Yılmaz Odabaşı’na yeni hayatında başarılar diliyor ve kendi yazdığı nice güzel dizeden şu üçünü hatırlatma gereği duyuyorum:
“…aslolan hayattır,
bir akvaryumu yazmak
akvaryumda yaşamaktan kolaydır…”