Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ermeni meslektaşı Nalbantyan ile iki gün önce Zürih’te imzaladığı protokoller, kuşkusuz tarihi bir adımdı. Evet, son anda hiç beklenmedik bir “kriz” çıktı, sinirler gerildi, imzalar gecikti, ama nihayetinde “adım” atıldı. Çok da iyi oldu.
Tabii protokollerin hayata geçmesi için her iki ülkenin meclisinde onaylanması gerekiyor. Her iki tarafın ulusalcılarının bunu engellemek için çaba harcayacaklarını da şimdiden kestirebiliriz. Zaten Türkiye’nin hem sol hem de sağ ulusalcıları (yani kabaca CHP ve MHP), aynen Ermeni milliyetçileri gibi, protokole ve onu oluşturan sürece ateş püskürüyor, bunun bir gaflet, dalalet ve hatta hıyanet olduğunu söyleyip duruyorlar.
Bu suçlamaların ardındaki zihniyeti iyi anlamak lazım. İşin özünde, “karşı taraf”tan bizim isteklerimize tamamen uygun bir senaryoyu kabul etmesini beklemek var. Mesela Türk ulusalcılarının ideal senaryosu muhtemelen şöyle bir şey: Ermeniler, “tamam, biz soykırım iddiasından hemen vazgeçiyor, bugüne kadar verdiğimiz rahatsızlık için yüce Türk milletinden özür diliyor, Karabağ’ı da yarın sabah boşaltmaya başlıyoruz” diyecekler. Bunun üzerine de Deniz Bölükbaşı, Onur Öymen, Şükrü Elekdağ gibi zevat lütfedip “tamam, aferin, affettik sizi” diyecek ve böylece “Ermeni sorunu” çözülmüş olacak. (Kürt sorunu da, aynı kafaya göre, Kürtlerin “tamam, vazgeçtik Kürtçe’den de Kürtlük’ten de, hepimiz Türküz, doğruyuz, çalışkanız” demesiyle hallolacak.)
Gelgelelim dünya böyle işlemiyor. Siz ninenizden “Ermeni çetelerinin tedhişi”ne dair hikayeler dinlemişseniz, sınırın öteki tarafındaki adam da kendi ninesinden “tehcir” sırasındaki vahşetleri dinleyerek büyümüş. Dünyaya sizden çok farklı bir yerden bakıyor. Nitekim bu yüzden öteki taraftaki pek çok adam sizin, “tamam, biz soykırımı itiraf ediyor, bugüne kadarki reddiyeciliğimiz için yüce Ermeni milletinden özür diliyor, bunu nasıl tazmin edebiliriz şimdi onu düşünüyoruz” demenizi bekliyor.
Eğer iş her iki taraftaki “maksimalist” (yani maksimum taleplerde ısrar eden) adamların elinde kalırsa, mesele bugüne kadar olduğu gibi kilitlenir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” şeklindeki doğru ilke, bugüne kadar olduğu gibi, lafta kalır. “Maksimum fayda” peşinde koşup hamaset yaparken, “minimum fayda”yı bile elde edemez, dahası “dört tarafı düşmanlarla çevrili” bir “garnizon-ülke” olarak yaşar durursunuz. (Zaten bazıları tam da bu sonucu istedikleri için “maksimalizm” yapmaktadırlar; o da işin bir başka yönü.)
Yapılması gereken, bir taraftan kendi “milli menfaatler”inizi ve “olmazsa olmaz”larınızı korurken, bir taraftan da karşı tarafla diyalog kurmak, uzlaşılabilecek noktaları bulup onlarda anlaşmak, diğer meselelerde “anlaşmamakta anlaşmak”, ve sonuçta kavga yerine barış, sorun yerine çözüm üretmektir.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, sırf bu konuda gerçekleştirdiği “zihniyet devrimi” ile dahi, takdiri ve alkışı hak ediyor. Kendisi, son 7 yılda, dış politikayı sadece daha “akılcı” hale getirmedi, aynı zamanda onu “Batı’ya karşı aşağılık kompleksi/ Doğu’ya karşı kibir” cenderesinden kurtarak çok daha şahsiyetli kıldı. Bu sayede bugün Türkiye hem Doğu’da hem Batı’da büyük itibar gören, siyasi liderlerin “bizim için de arabulucuk yapar mısınız” diye kapısını çaldığı, yeri geldiğinde “güçlü”ye karşı “haklı”yı savunan, bunu da hamasetle değil “stratejik derinlik”le yapan bir ülke.
Şükür bize bugünleri gösterene…
Star, 12.10.2009