Emperyal bir sosyal bilim olarak iktisat şaheserlerle doludur. Bu şaheserler arasında benim için en çok anlam ifade edeni ise açık ara farkla Ludwig von Mises’in Human Action: A Treatise on Economics (İnsan Eylemi: İktisat Üzerine Bir İnceleme) kitabıdır. Kitap II. Dünya Savaşı sonrasında, Avusturya İktisat Okulunun öldüğünün ilan edildiği bir dönemde, 1949 yılında yayınlanmıştı. Ancak, İnsan Eylemi, Friedrich von Hayek’in Individualism and Economic Order’ı (Bireycilik ve Ekonomik Düzen’i) ile birlikte, Okulun 1970’lerdeki yeniden dirilişini mümkün kılan kule gibi bir eserdir. Esasen, Mises onu 1940 yılında Almanca yayınlamıştı. Ancak Savaş gündemi sona erdikten sonra, artık New York’lu olan Mises en çok değer verdiği eserini baştan sona ve bu defa İngilizce olarak yeniden yazdı, ayrıca kapsamını genişletti. Sonuç, iktisat biliminde yeni örnekleri artık pek ortaya çıkmayan türden, yaklaşık 900 sayfalık interdisipliner bir ‘treatise’, yani genel inceleme idi.
Önce Türkçe çevirisini ve kısa bir süre sonra ise İngilizce orijinalini okumak, saatlerce elimden bırakamadığım, ama esere daldıkça bu ‘bırakmama’ duygusunun güçlendiği bir tecrübe olmuştu benim için. İktisat bilimine katkısı bakımından bu esere hak ettiğini vermek adına, bu yazıdakinden daha çok şey söyleyebilir ya da yazabilirim. Bu yazı ise, bir tür borç ikrarı amacıyla yazıldığından, biraz kişisel, hayli serbest ve tamamen deneme olmaktan ibarettir.
Eserdeki fikirlerin cazibesi, tutarlılığı, zihin genişleten zenginliği ‘benim için’ sarsıcı boyuttaydı. Yeni, farklı, güzel, görkemli ve dahası manzarayı doğru resmeden bir tabloya ilk kez bakan her insanın hissedebileceği türden heyecandı, İnsan Eylemi’ni okumak. Kitabın baskıları arasında fiziki güzellik bakımından en özeline sahip olmuştum. Bu, Mises Enstitüsü tarafından Janson yazı tipi ile basılan, kapak yazıları hakiki altından özel bir baskıydı. Okumaya başlamadan önce ve okumaya ara verdiğimde mürekkep ve kâğıt kokusunun o keskin karışımını koklamadan yapamazdım. Bugün halen kitabı sevmek için elime aldığımda, kitabın muhafaza kutusunun içinde keskinliğini kaybetmeyen o kokuyu içime çekmek beni mutlu eder.
Mises muarızlarınca ‘yalnızca bir teorisyen’ ya da ‘yalnızca iktisat felsefecisi’ olmakla, ayrıca aşırı radikal ve tavizsiz olmakla eleştirilmiş ve küçümsenmiştir. Onu bilinir yapan eserlerin içeriği bile bence bu eleştiri ve küçümsemeyi haksız çıkarır. Fakat bundan daha fazlası vardır. Mises ve eşi Margit, Nazilerin ‘Yahudi sürek avından’ ucu ucuna kurtulup, en nihayetinde New York’a ellerinde ancak birkaç valiz ile varabilmişti. Mises geride bırakmak zorunda kaldığı kişisel arşivinin Nazilerce imha edilmiş olduğuna ya da savaşın yıkımı içinde yanıp kül olduğuna neredeyse kesin gözüyle baktı. Bu düşünce onun 1973’te ölümüne kadar içinde taşıdığı büyük bir acı oldu, hep. Ancak Naziler işgal ettikleri ülkelerden topladıkları benzer nitelikli bütün ‘değerli’ dökümanları biraraya getiriyordu; Mises’in arşivi de aynı büyük belge yığınağına eklenmişti. Mayıs 1945’te Bohemya’yı Nazilerden kurtaran Kızıl Ordu aynı zamanda bu ‘işgal edilmiş ülkeler arşivinin’ tamamını ele geçirmişti. KGB’nin öncülü NKVD özel ve tarihî ganimeti Moskova’ya taşıdı.
Sovyetlerin çöküşünden sonra, Nazilerin 20 ülkeden topladığı 20 milyon sayfadan daha fazla döküman yeniden ‘gün ışığına’ çıkmış oldu. Ana kitlesi itibarıyla artık ABD’de yerleşik olan Avusturya Okulundan bir ekonomist Richard M. Ebeling, çok zayıf bir ip ucunun izini sürerek Ekim 1996’da Mises’in arşivinin Moskova’daki varlığını keşfetti. Onun ifadesiyle; “Tarihin en büyük ironilerinden birisi olarak, 20. Yüzyılda sosyalizmin en önde gelen entelektüel muhalifi Ludwig von Mises’in çalışmaları Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin narin koruması altında kalmıştı”.
Richard M. Ebeling’in yaptığı arşiv çalışmasından bize kazandırdığı şey 1.200 sayfaya varan yeni bir hazineydi. Ludwig von Mises’in Seçme Yazıları; I. Cilt: Uluslararası Reform ve Yeniden Yapılanmanın Politik İktisadı, II. Cilt: Büyük Savaş’tan Önce, Savaş Dönemi, ve Sonrasının Parasal ve Ekonomik Politika Sorunları, III. Cilt: İki Dünya Savaşı Arasında: Parasal Düzensizlik, Müdahalecilik, Sosyalizm ve Büyük Buhran. Anlaşılan o ki, teorisyenlik ve felsefecilik ile eleştirilen Mises yüzyılın ilk yarısı boyunca ülkesinin, Avrupa’nın ve küreselin hemen her reel sorunu hakkında bir politika analisti suretiyle yazmıştı. Üstelik, serbest piyasa kapitalizmini bağnazca ve tavizsiz savunmakla karalanan Mises, bu yazılarında politik kısıtları dikkate alarak, devlet politikalarını ‘Birinci En İyi’ olarak gördüğü idealine tedrici olarak yaklaştırmak için, ‘İkinci En İyi’ olarak kabul ettiği ara çözümlere dair somut öneriler getiriyordu. Ne de olsa, hayatını Viyana Ticaret Odası’nın profesyonel iktisatçısı olarak, gerçek dünyadaki gelişmeleri takip edip, bu gelişmeler hakkında yazarak kazanıyordu.
Ciddi bir sosyal bilim öğrencisine benim tavsiyem, İnsan Eylemi’ni baştan sonra ve birkaç kez okumasıdır. Ancak eserden (ve Mises’in diğer çalışmalarından) çıkardığım temel dersi kısaca burada ifade etmem mümkün ve hatta gerekli. Görünmez el, işlevsel olabilmek için, tam rekabet piyasasının hayali ve imkânsız mükemmelliğine ihtiyaç duymaz. Bu temel dersin benim anladığım kadarı ve şekliyle alt dalları; Ricardo’nun ‘Karşılaştırmalı Üstünlükler Yasası’ yalnızca ticaret değil, bütün beşeri iş ve ilişkiler için geçerlidir. Sübjektif Değer Yasası iktisat biliminin temeli ve çatısıdır. Sosyalizm meleklerden oluşan bir toplumda bile başarısızlığa mahkûmdur. Ekonomik politikanın kuralsız/keyfi yönetimi bizi müdahalecilik ve daha çok devletçilik kısır döngüsüne sıkıştırır. “Demokrasiden belirsiz bir gelecek boyunca sadece dezavantajlar hasat edeceğini öngördüğü yerde dahi, liberalizm yine de demokrasiden yana çıkar”.
Elbette, İnsan Eylemi’nde benim fikirlerimi derinden etkileyen çok sayıda pasaja işaret edebilirim. Sadece son bölümlerinde yer alan “Savaşın Beyhudeliği”, “İktisat Biliminin Eğitimdeki Yeri” ve diğer çok sayıdaki yerde, Mises okuyucuyu kendi derinliğine taşır. Ancak tek bir örnek vermek durumunda kalacak olsam, aşağıdaki pasajı tercih ederdim. “İktisat Bilimi ve Beşeri Varlığın Aslî Sorunları” bölümü altında, “Bilim ve Hayat” altbaşlığının tamamı tek başına bir ders gibidir (ss. 877-878, benim çevirimle);
“Değer yargıları ifade etmekten kaçındığı için modern bilimde kusur bulmak gelenektir. Yaşayan ve eylemde bulunan insanın, bize denir ki, Wertfreiheit’e (değer yargılarından bağımsızlığa) bir ihtiyacı yoktur; insan neyi hedeflemesi gerektiğini bilmeye ihtiyaç duyar. Şayet bilim bu soruya cevap vermezse, semeresizdir. Ancak bu itiraz temelsizdir. Bilim değer biçmez, fakat eylemde bulunan insanı kendi değerlendirmeleri hususunda ihtiyaç duyabileceği bütün bilgilerle donatır. Bilim ancak hayatın kendisinin yaşanmaya değer olup olmadığı sorusu yükseltildiği zaman sessiz kalır.
Bu soru, elbette, ortaya atılmıştır da ve daima ortaya atılacaktır. Eğer nihayetinde hiç kimse ölüm ve çürümeden kaçamayacaksa bütün bu insan gayretlerinin ve faaliyetlerinin anlamı nedir? İnsan ölümün gölgesinde yaşar. Uzun ve çetin yolculuğu esnasında her ne başarıya ulaşmış olursa olsun, bir gün göçüp gitmek ve bütün inşa ettiğini geride bırakmak zorundadır. Her an onun sonu olabilir. Bireyin geleceği hakkında kesin olan tek bir şey vardır – ölüm. Bu nihai ve kaçınılmaz sonuç açısından bakıldığında, bütün insan gayretleri beyhude ve abes görünür.
Dahası, insan eylemi yalnızca anlık amaçları ile ilgili olarak yargılandığında dahi manasız addedilmek zorundadır. İnsan eylemi asla tam tatmin getirmez; sadece, çabuk biten bir an için rahatsızlığın kısmî bir giderilişini temin eder. Bir ihtiyaç tatmin edilir edilmez, yeni ihtiyaçlar fışkırır ve karşılanmayı ister. Medeniyet, söylenegelmiştir ki, insanları daha yoksun kılar, çünkü insanların dileklerini katlar ve onların arzularını dindirmez, ama tutuşturur. Ağır çalışan insanların yoğun iş–güçleri, aceleleri, ittirip kaktırmaları, sağa sola koşuşturmaları anlamsızdır, zira bunlar ne mutluluk ne de rahatlık temin eder. Zihin rahatlığı ve huzur, eylem ve maddi ihtirasla kazanılamaz, ama ancak feragat ve tevekkül ile kazanılır. Hikmete ulaşmak için uygun yegâne davranış türü, bütünüyle tefekküre dalmış bir mevcudiyetin hareketsizliğine doğru kaçıştır.
Ancak, bütün bu karamsarlıklar, şüpheler ve endişeler insanın yaşam enerjisinin karşı konulamaz gücü tarafından teslim alınır. Doğrudur ki, insan ölümden kaçamaz. Fakat şu an için hayattadır ve ölüm değil, hayat onu ele geçirmektedir. Gelecek onun için neyi hazırda bekletiyor olursa olsun, insan şimdiki zamanın ihtiyaçlarından kaçınamaz. Bir insan yaşadığı sürece elan vital’e (yaşamın gücüne) boyun eğmekten kendisini alamaz. İnsanın fıtrî doğasıdır ki, kendi hayatını korumanın ve güçlendirmenin peşindedir, memnun değildir ve rahatsızlığı gidermeyi amaçlar, mutluluk olarak adlandırılabilecek şeyin arayışı içindedir. Yaşayan her varlıkta açıklanamaz ve tahlil edilemez bir İd çalışır. Bu İd bütün güdülerin itici kuvvetidir, insanı hayata ve eyleme yönlendiren güçtür, daha tam ve daha mutlu bir varlık olabilmek için asli ve ortadan kaldırılamaz bir iştahtır. İd insan yaşadığı sürece faal kalır ve yalnızca hayatın son bulması ile durur.
İnsan aklı bu hayati güdüye hizmet eder. Aklın biyolojik işlevi hayatı korumak ve ileriye taşımak ve tükenişini/ölümünü mümkün olduğu süre boyunca ertelemektir. Düşünmek ve eylemde bulunmak tabiata karşı değildir; bilâkis, bunlar insanın doğasının birincil vasfıdır. İnsanın gayribeşerî varlıklardan farklılaşmış suretiyle en uygun tasviri şudur ki, o kendi yaşamına muhasım güçlere karşı bilinçli şekilde mücadele eden bir varlıktır.
Bu yüzden, irrasyonel elementlerin önceliğine dair bütün konuşmalar boştur. Aklımızın mevcudiyetini açıklayamadığı, tahlil edemediği veya havsalasına sığdıramadığı bu evrenin içinde, insanın rahatsızlığını bir dereceye kadar gidermeye muktedir olduğu dar bir saha bırakılmıştır. Bu, akıl ve rasyonalitenin, bilim ve amaçlı eylemin sahasıdır. Ne bu sahanın darlığı ne de insanın bu saha içinde elde edebileceği sonuçların yetersizlikleri hayattan kökten bir vazgeçiş ve atalet fikrini öne sürer. Hiçbir felsefi mana inceliği sağlıklı bireyi –onun düşündüğü şekliyle– ihtiyaçlarını karşılayacak eylemlere başvurmaktan alıkoyamaz. Doğru olabilir ki, insan ruhunun en derin girintilerinde kesintisiz bir huzur ve yalnızca bitkisel bir mevcudiyetin hareketsizliğine bir özlem vardır. Fakat yaşayan insanda bu istekler, her ne olursa olsunlar, eylem ve kendi durumunu iyileştirme dürtüsü tarafından alt edilir. Geri çekilmenin güçleri üstünlük kazanır kazanmaz insan ölür; bir bitkiye dönüşmez.
Doğrudur ki, praksiyoloji ve iktisat bilimi bir insana hayatı koruması veya terk etmesi gerekip gerekmediğini söylemez. Yaşamın kendisi ve onu yaratan ve kızgın tutan bilinmeyen güçler nihai bir veridir ve bu suretle insan biliminin hudutları ötesinde kalırlar. Praksiyolojinin inceleme konusu yalnızca insan yaşamının, yani eyleminin kaçınılmaz tezahürleridir.”
Bu satırlara dair elbette çok şey söylenebilir. Hatta çok şey de eklenebilir. Örneğin, insan ölünce sadece başarılarını değil, başarısızlıklarını da terk eder –o başarısızlıklardan ne kadar iyi ders çıkarmış olursa olsun. Ne kadar güzel sevmiş olursa olsun, kendisine ‘özgül’ sevgisini ve sevdiklerini de terk eder. Ne kadar haklı nedenlerle nefret etmiş olursa olsun, ne kadar ağır üzüntüler, yıkımlar ve büyük sevinçler yaşamış olursa olsun bir daha asla ‘öyle’ hissedemeyecektir, hepsi geçicidir. Bireyin benzersizliğidir, tekrarı olmayan biricik varlığıdır ölümle kaybedilen ve bir daha yerine konamayacak olan. Böyle özel bir varlık olmasına rağmen, onun ‘fiziki’ varlığı onun mimari bir eserde akıl ve sanatla üst üste koyduğu iki taş kadar dahi baki değildir.
Bırakın ölümü, yaşlanmayı bile sevmez insanoğlu. Ölümden sonraki hayata inanıyor olsa bile, ölümü geç bekler. Bir romandaki, ölüme çok yakın bir din adamına dair ifadeler bütün inanç sahipleri için geçerli değil midir!; “Papaz yardımcısı… sık sık Kutsal Kitap’ını okuyordu; ama ölümü korkunç bir şey olarak gördüğü belliydi. Onun ebedi yaşama geçiş yolu olduğuna inanıyordu, ama o yaşama girmeyi istemiyordu. Sürekli ağrı çekerek, koltuğuna bağlı kalarak ve açık havaya bir daha çıkabilme umudunu tamamen kaybetmiş halde, …bildiği dünyaya yapışıp kalmıştı” (İnsanın Esareti, S. Maugham, s. 711).
(Dine laf söylemek değil burada amacım. Zira din ‘Öldürmeyeceksin’ ve ‘Allah’ın emaneti olan canını ve sağlığını koru’ emirlerini de verir inananlarına. İnsanın sadece ‘verili/yaratılmış’ doğasının değil, inancının da hayattan yana oluşuna dikkat edilmeli).
Mises’ten bu satırları ilk okuduğumda zihnimde doğan çağrışımlar yoğundu. Koyu kolektivist fikirlerin kendime göre bir terkibinden oluşan illiberal ideolojimi terk edeli çok olmuştu. Yine de, o fikirlerin düşüncemdeki izlerini, etkilerini, ‘neden o fikirleri benimsemiş olabileceğimi’ anlamada, işte bu satırlar sayesinde büyük mesafe kazanmıştım. Bütün kolektivist ideolojilerin bariz ve gizli değer yargıları ile yüklü olduğunu, daha kötüsü devleti ve bilimi bu değer yargılarının bireye dayatılması için payanda olarak kullandıklarını ve kullanmak zorunda olduklarını anlamak kolaylaşmıştı. ‘Bilimsel Sosyalizm’ ve onun daha gevşek uyarlamalarının neden ortak düşman olarak liberalizme karşı konumlandıklarına dair de ipuçları vermişti bu satırlar.
Aynı zamanda liberalizmin ‘özgürlük için nötr/tarafsız devlet’ talebi de daha anlamlıydı; birey her ne türden farklılığa sahip olursa olsun, kendi hayatını, “kendi düşündüğü şekliyle” doğrularını yaşama hakkına sahiptir. ‘Ben hayatta bir doğru/bir anlam buldum, gidip şunu topluma bir dayatayım’ dürtüsünü tatmin etmek gibi bir hakka ise sahip değildir. ‘Her bireyin kendi doğruları var, hayatın anlamı değil anlamları var’ deme asaletini; değer ve doğru çoğulculuğunu liberal düşünce gösterir. Örneğin, liberalizm devlet okullarında zorunlu ‘Liberalizm’ dersi talep etmez. Diğerlerinin arasında bir tek o ‘enayi ideoloji’ olduğu için değil, bir tek o özgürlük talebinde samimi ve tutarlı olduğu için böyledir, bu.
Hayatı, ideolojiyi, bilimi ve dini her birinin faydasına olacak şekilde doğru yerde konumlandırmak; işte bu bakımdan bir dönüm noktasıdır Mises’in İnsan Eylemi. İnsan aklının ve biliminin bu dünyada inşa ettiği en harika eserlerden olan bu kitap, içindeki bütün zenginliğiyle, baştan sona tekrar ve tekrar okunmaya ve yeniden keşfedilmeye değerdir.