1993, adı konmamış bir darbe yılıdır. Bu dönemde, devlet içindeki farklı iktidar odakları arasındaki mücadele ölümcül bir nitelik kazanmış, taraflar Kürt savaşı üzerinden birbirlerini tasfiye etmeye girişmişlerdir. İktidar mücadelesi çok kanlıdır; Bingöl’de, Sivas’ta, Başbağlar’da ardı sıra katliamlar sahneye konur. Bölgede vakayı adiyeden bir hâl sayılan “faili meçhuller” Ankara’nın sokaklarına, askeriyenin yüksek katlarına sirayet eder. Uğur Mumcu bir bombalı suikasta kurban gider, Eşref Bitlis kalkıştan hemen sonra düşen askeri uçakta hayatını kaybeder, Özal üzerinde hala şüphe bulutları dolaşan bir ölümle tarih sahnesinden çekilir. 1993’ün lanetinin üzerine çöktüğü yerlerden bir de Diyarbakır’ın Lice ilçesidir. 22 Ekim’de başlayan olaylarda Lice bir bütün olarak harap oldu; 401 ev ve işyeri yakılıp yıkıldı, resmi rakamlara göre 18 kişi hayatını kaybetti. Bunlardan biri de Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’dı. Kanas adı verilen suikast silahıyla ve keskin bir nişancının atışıyla alnından vurulan Aydın, daha sonra kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Resmi ağızlar olayı, PKK’nin Lice Jandarma Bölük Komutanlığı’na saldırması, ilçeyi basıp yakıp yıkması ve askerlerin buna karşılık vermesi şeklinde sundular. Ancak PKK bunu reddetti, Aydın suikastını üstlenmedi. Sır perdesi Aradan 20 yıl geçti. Lice, son dönemlerin en büyük trajedilerinden biriydi ve üzerinde kalın bir sis perdesi vardı. Gazeteci Veysi Polat, Lice’nin acı hikâyesinin üstünü örten bu sis perdesini kaldırtmak veya en azından aralamak amacıyla önemli işe imza attı ve Hawara Licê (Lice’nin Yakarışı) adlı bir belgesel hazırladı. Belgeselin galası, geçen hafta sonu Diyarbakır’da yapıldı. Son derece değerli olan bu çalışma, dönemin tanıklarının anlatımına dayanıyor. Evi yakılanların, dükkânı talan edilenlerin, en yakınındakilerinin –çocuğunun, eşinin, annesinin, babasının- ölümüne tanıklık edenlerin, mağdurların savunmasını üstlenen avukatların, katliamı dünyaya duyurmaya çalışan insan hakları aktivistlerinin söylediklerini dinlediğinizde, kendinizi senaryosu iyi kotarılmış bir savaş filmi seyretmiş gibi hissediyorsunuz. Ama yönetmen Polat’ın dediği gibi “Burada bir senaryo yok, karakterler de yaşananlar da gerçeğin ta kendisi.” Gerçekler acıtıyor canımızı. Üç evladını kaybeden Kerem Cantürk’ü dinlerken kan damlıyor yüreğinize. Oğlu Hüseyin, evlerinin yıkıldığını duyunca okuldan kaçmış, eve gelmiş, bir şarapnel parçası bacağını bulmuş. Babası kan kaybetmesin diye bir telle sarmaya çalışmış Hüseyin’in bacağını. Ancak o da elinden yaralıymış, yapamamış ve oğlu gözlerinin önünde yitip gitmiş. Tank ve topların yoğun bombardımanı sonucunda kızı Suna’nın beyni patlamış, diğer küçük kızı ise kör olmuş. Acısını sarınmış kadınlara kulak veriyoruz sonra. Biri, kayınbabasının evleriyle birlikte nasıl yakıldığını anlatıyor, diğeri ise kardeşinin cadde başında yaralanmış bedenine kapaklanmasını. Kucağında ölü bebeğine sıkı sıkıya sarılıp bırakmayan genç bir anneyi gördüğünde kendi ölülerini bırakıp onu teselli etmeye çalışanların insanlığı karsısında eziliyorsunuz. Kış günü, üstleri başları çıplak olarak oradan oraya can havliyle koşturan çocukları görünce tıkanıyor, nefes alamıyor, utanıyorsunuz. Askeri vesayetin şaplağı Belgesel, başka gerçekleri de seriyor gözümüzün önüne. Devletin ne kadar pervasızlaştığını görüyorsunuz her sahnede. Lice’yi yerle yeksan edip ne gazetecilerin ne de sivil toplum örgütlerinin oraya girmesine izin vermeyenlerin kudretiyle yüz yüze geliyorsunuz. “Astığım astık, kestiğim kestik” diyen ve asla hesap vermeyeceğini düşünen bir otoritenin gaddarlığını iliklerinizde hissediyorsunuz. Başbakan Yardımcısı Baykal bir astsubay karşısında ezilirken, sivil siyasetin ne kadar güdük kaldığını düşünüyorsunuz. Sözüm ona hükmettiği bir toprak parçasına sokulmayan sivil iktidarın çaresizliği, askeri vesayetin şaplağının acısını suratınızda duymanıza neden oluyor. Merkez medyanın suç ortaklığını hatırlıyorsunuz. Lice neredeyse devlet eliyle haritadan silinirken “PKK’ye bomba yağmuru” manşetiyle çıkan Milliyet’i görüyor, medyanın günahlarının boyutlarına dalıyorsunuz. Efsane (!) program “Perde Arkası”nın ve Ertürk Yöndem’in Lice’yi bir “huzur adası” ve devlet görevlilerini “iyilik meleği” olarak lanse etmesi karşısında, Türk medyasının gerçeği ters yüz etme konusundaki başarısına bir kez daha şapka çıkarıyorsunuz. Belgesel, Licelilerin zorla korucu edilmelerine ilişkin faaliyetlere de dikkat çekiyor. Korucu olmayanların “düşman” olarak kodlandığını, zorla korucu yapılanların kendi aileleri ve hatta çocukları tarafından nasıl dışlandığını, Lice’ye bağlı 56 köyden 52’sinin boşaltıldığını anımsatıyor. Bugünden bakıldığında gülümseten hikâyelere de rastlıyoruz. Misal, zorla korucu yapılmış bir muhtar, rüşvet karşılığı koruculuğu bırakmanın mümkün olduğunu öğrendiğinde nasıl sevindiğini, hemen komutanla pazarlığa girdiğini ve 2500 Mark’lık rüşveti pazarlık sonucu 1500 Mark’a indirdiğini anlatıyor gülerek. Milletin eline zorla silah ver, daha sonra da ancak rüşvetle bu silahı geri al! Geri bir devlet çarkı! 30 yıllık savaş, çok acı ve çok günah biriktirdi bu topraklarda. Bir helalleşmeye ihtiyaç var; ama helalleşmek her şeyden önce yüzleşmeyi, mağdur olanların acılarını tanımayı, onlarla hemhal olmayı gerektirir. Hawara Licê, yüzleşme noktasında atılmış çok önemli bir adım; onun açtığı yoldan ilerlemek lazım.
Serbestiyet, 17.12.2013