Bir önceki yazımda, Türkiye’nin âdetâ iki ayrı ve birbirine düşman kılınan toplumdan oluşan bir ülke haline getirildiğini; dahası, bölünmüşlüğün siyasiler başta olmak üzere her iki kesimin elitlerinin tabiri caizse “işine geldiğini” ileri sürmüştüm. Buradan devam edeyim…
CHP’nin, bir siyasi partinin genel başarı kriteri olarak kabul edilebilecek (a) (merkezde veya yerelde) iktidara gelme; (b) etkin ve sonuç alıcı muhalefet etme ölçütlerinin ikisi bakımından da başarılı olamadığı, bizzat CHP’liler tarafından sık yapılan bir değerlendirmedir. Seçmenin bu başarısızlığa rağmen, çoğunlukla yakına yakına, istemeye istemeye de olsa CHP’ye oy vermeye devam ettiğine tanık olduk, oluyoruz.
CHP’nin gerek iktidar olmaksızın, gerek etkili bir muhalefet sergilemeksizin ülkenin ana muhalefet partisi olarak kalmasını sağlayan bu “sahte başarı”nın sırrı, seçmeninin ideolojik korku ile hapsedilmiş olması. Ayrıca CHP, uzunca bir süre, demokratik başarı notu zayıf da olsa oligarşik vesayet sayesinde “iktidarda gibi” olmanın avantajlarına sahipti.
Seküler temelli bu ideolojik korku, yaşam biçimi üzerinden tanımlanan bir siyasi toplum idealinin İslâmcı bir karşı güç tarafından yok edilmesi olarak tanımlanmaktaydı. Korku sadece “iç düşman”la sınırlı bir tehdit öznesine yüklenmekle kalmıyor; “iç ve dış mihraklar” şeklinde, her iki boyutu kaynaştırıp devâsâ bir düşman ve büyük bir tehdit yaratmaya hizmet eden bir strateji güdülüyordu.
Seküler-ideolojik korku, derin devletin seküler-Kemalist aydınların öldürülmesi türünden operasyonel işleri sayesinde hep harlı tutuldu. Merkez medya her zaman — büyük harflerle — DEVLETİN yanında yer aldı ve söz konusu korkuyu besledi. Seküler toplumun aydınlarının ağırlıklı bir bölümü (seküler aydınlardan liberal ve/ya demokrat olarak anılacak olan önemli isimlerin AK Parti’yi desteklemiş olması asla affedilmedi), bu korkuyu ve bu korkuyla ayakta tutulan sistemi destekledi.
Korku üzerinden yapılan siyaset, nihayetinde bir tür zincirleme reaksiyon sonucu, kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi “gerçek” oldu ve AK Parti, rejimin yeni resmi sahibi haline geldi. Korkulanı kendi eliyle dâvet etmiş olsa da, laik kesimdeki çıkarım ise “gördünüz işte, korkmakta haklıydık”tan ibaret kaldı.
Son zmanlarda seküler-ideolojik korku siyaseti, eldeki son mevzilerin kaybedilmesi korkusu olarak yenilendi; dolayısıyla CHP’de seçmenin ideolojik korkuyla hapsedilmişliği de devam ediyor.
Diğer taraftan, şimdiye kadar merkez sağ seçmende görmediğimiz hapsedilmişlik durumu, “yeni” AK Parti politikaları ile muhafazakâr topluma da yaşatılmaya başladı. AK Parti de artık korku siyaseti güdüyor ve kendi seçmenini eski rejimin restorasyonukorkusuna hapsediyor. Son on yılda muhafazakâr toplumun kazandığı itibarın, makam ve mevkilerin, paranın, gücün ve ikbalin kaybedileceği korkusu düzenli ve bilinçli şekilde işleniyor.
Muhafazakâr seçmen, elde ettiklerini iç ve dış paydaşlarıyla yekvücut hücum eden bir üst aklın tehdidi altında kaybetmekn ve belki daha da kötü duruma düşmekle korkutuluyor. İktidar — yine büyük harflerle — DEVLET gücü ve imkânları ile dev medya desteğini, bu korku iklimini beslemek için harekete geçirmiş durumda. Yapılan haberlere, açılan soruşturmalara, tutuklananların sayısına bakılırsa, dört bir yanımız ajan ve hain kaynıyor — ve ne hikmetse bu kişiler hep CHP ya da seküler toplum kesimleri üzerinden iş çeviriyor!
CHP seçmeninin yaşadığına benzer bir sıkışmışlık halini, şimdi AK Parti seçmeni de yaşıyor. Artık muhafazakâr seçmenin elinde, ileriye dönük bir vizyon ve umut sunmak konusunda tükenmiş; etkili ve sorun çözücü demokratik politikalar üretmekte başarısız; demokratik bakımdan defolu bir parti var. İyi bir gelecek umudunu değil, mevcut olanları kaybetme korkusunu pazarlıyor.
Ancak muhafazakâr seçmen, alternatif iktidarın CHP olduğu bir siyasi düzlemde ne yaparsa yapsın veya ne yapamazsa yapamasın, şu anda AK Parti dışında bir alternatif göremiyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, içine sinmeye sinmeye de olsa, yakına yakına d olsa, gidip partisine oy veren AK Parti seçmenlerinin sayısındaki artışa tanıklık ettik. Benzer şekilde Anayasa referandumunda da, içine sinmese de “evet” oyu verdiğini söyleyenler hayli fazlaydı.
Korku ile hapsedilmiş seçmen siyasetinde:
* İki kesim arasındaki kutuplaşma, birinde şeriatçı diğerinde laikçi “karşı taraf” korkusu üzerinden her kritik dönemde çeşitli araçlarla azdırılıyor. Bu da tıpkı, alerjik birinin alerjisini kurgulanmış yollarla azdırmayı andırıyor.
* Bu iki toplumun iki ayrı korkusuna ek olarak, pekiştirici olarak ve her ikisinde de işe yarayan bölücü korkusu ekleniyor.
* Korku siyaseti, her iki kesimin siyasetçilerinin kendilerini etkili ve başarılı siyaset üretme baskısı altında hissetmemesine; sırf hamaset ve demagoji sayesinde uzun süre ayakta kalabilmelerine izin veriyor. Kalitesiz bir siyasete mahkûm ediliyoruz.
* Korku siyaseti öyle bir dinamiğe sahip ki, iktidarda olan için baskıyı şart koşuyor; üstelik, işe yarar görünmesi için söz konusu baskının gittikçe artırılması da gerekiyor.
* Devlet kendi yurttaşlarını düşman gibi, hattâ öncelikli tehdit gibi görmeye başlıyor; her konuşma, her yazı, her kitap, her film veya her toplantı birer tehdit olarak görülür hale geliyor. Devlet gücü ve enerjisini aslında kendi vatandaşı olan, ancak öteki, “düşman” topluma mensup olma vasfı öne çıkanlar üzerinde kontrol ve baskı kurmaya harcıyor. Böylece ülkenin enerjisi ve potansiyelinin büyük bölümü kısır bir döngü içinde tüketiliyor.
Oysa korku siyaseti, tamamen kapalı ve/ya anti-demokratik bir rejime dönüşmeksizin sürdürülemez.
Korku siyaseti ile yaratılan dalgalar üzerinde sörf yaparak ilerleyen siyaset, nihayetinde korkulanı gerçeğe dönüştürmeye hizmet ediyor. Çünkü korku siyasetinin baskıcı, adaletsiz araç ve yöntemleri hem karşı tarafı ahlâken haklı ve güçlü hale getiriyor, hem de karşı tarafın ılımlı kesimlerini baskı altın alırken saldırgan ve radikal kesimlerini büyütmeye yarıyor.
Son olarak, demokrasinin ve hukukun gerçek kıymetini, sadece devlet iktidarı elinde olmayan toplum kesimi idrak edebiliyor!