Çok partili hayata geçişle birlikte reformcu siyasal iktidarların korkulu rüyası haline gelen Danıştay, bu misyonu son yıllarda daha etkin bir şekilde yerine getirmenin, tek başına hükümetleri frenlemenin ve reformları engellemenin keyfini sürüyor olmalı. Her ne kadar bu stratejik konumunun bilincinde olan bazı grupların provokatif saldırılara maruz kalıp ağır maliyetler ödese bile.
Danıştay özellikle eğitim konusunda çok hassas; siyasal iktidarın eğitim konusundaki tasarrufları konusunda canla başla mücadele ediyor. Kimi zaman katsayısıyla ilgili hükümetin bir tasarrufunu iptal ediyor, kimi zaman törenlerdeki değişiklikleri engelliyor, kimi zaman da bir il müdürünü defalarca göreve iade ediyor.
Doğrusu bu uygulamalar, normal bir demokratik toplum için pek anlaşılır şeyler olmasa da, Danıştay’ın kuruluş felsefesi ve misyonu açısından anlaşılmaz değildir. Bu yönüyle sorun Danıştay’ın kararlarından çok daha derindedir; sorun Danıştay’ın kendisinde, hatta yetiştiği iklimdedir.
Bugünkü Danıştay’ı ve onun üstlendiği misyonu anlamak için, Danıştay’ın geçmişine gitmek ve ortaya çıktığı iklimi tanımak gerekir. Bilindiği gibi Danıştay, yönetimde batılılaşma süreciyle birlikte ortaya çıkan bir kurumdur. Bu anlamda belki de yanlış batılılaşmanın örneklerindendir.
Örneğimiz kıta Avrupası
Başka alanlarda batının tek olup olmadığı bir yana, söz konusu devlet yönetimi olunca, iki ayrı batı mevcuttur. Bunlardan birincisi modern dönemlerde takipçisi olduğumuz kıta Avrupasıdır; diğeri ise Anglo-Sakson dünyasıdır. Birincisine Almanya ve Fransa, ikincisine ise İngiltere ve Amerika iyi örnektir.
Sanılanın aksine bu iki batı arasında devlet yönetimi açısından derin bir zihniyet farkı vardır. Bu zihniyet farkı, özgürlüklerden birey devlet ilişkilerine, siyasal istikrardan dış politikaya kadar her alana yansımaktadır. Örneğin özgürlük, eşitlik, adalet kavramları Fransa’nın öncülüğünde dünyaya yayılsa da, bu konudaki sicili çok parlak değildir. Kiliseyle organik bağını devam ettiren İngiltere, diğer dinlere karşı Fransa’dan daha hoşgörülüdür. Yazılı bir anayasaya sahip olmayan ve monarşiyle yönetilen İngiltere’nin siyasal sistemi, cumhuriyetle yönetilen Fransa’dan daha istikrarlıdır.
Bu zihniyetin bir sonucu olarak Almanya, kendi vatandaşlarına soykırım uygulayan ülke olarak tarihe geçmiştir. En fazla ülke işgal eden devletlerden birisi olan İngiltere, işgal ettiği ülkelerle dostluğunu devam ettirirken, Fransa işgal ettiği Cezayir’in halkına soykırım yapmakla suçlanmaktadır. Bu meşum zihniyet kardeşliği Türklerin de başını ağrıtmaya devam etmektedir. Ermeni sorununun da Kürt meselesinin de nedenini her şeyden çok burada aramak gerekir.
Halkına güvensiz devlet
Tarihi gelişimleri bu iki geleneği birbirinden ayırmıştır. Anglo-Sakson dünyasında modern devlet, hukuk ve siyaset üzerinden inşa edilirken, Kıta ülkelerinde devlet, bürokrasi üzerinden inşa edilmiştir. Bu durum, bürokrasiyi kurucu unsur haline getirmiş ve bürokratları ayrıcalıklı konuma yükselmiştir. Bu zümre, kendilerine uygun, ayrıcalıklı bir hukuk düzeni ve yargı sistemi oluşturmuşlar ve Danıştay’ı da bu ayrıcalıklı düzenin koruyucusu olarak tasarlamışlardır.
Gerçekten de, idarenin ve idarecilerin, normal vatandaşlardan ayrı bir hukuki rejime tabi tutulması, onu ayrıcalıklı kılmaya ve bu ayrıcalıklarını korumaya yöneliktir. Fransa, kamu görevlilerini devrimle ortaya çıkan yeni değerlerin ve yeni sistemin bekçileri olarak görmüş ve yeni değerlerin koruyucularına ayrıcalık tanımıştır. Bu ayrıcalık her şeyden önce halka ve halkın temsilcilerine karşıdır. Çünkü devrimci zihniyet, halka ve halkın temsilcilerine hiçbir zaman güvenmemiştir. Ayrı bir hukuk ve yargı sisteminin temelinde, halka ve halkın temsilcilerine karşı duyulan bu güvensizlik yatmaktadır. Bu yönüyle idari yargı sisteminin amacı, bürokratları halka ve halkın temsilcileri olan siyasetçilere karşı korumaktadır.
Danıştay, Fransız devrimiyle birlikte ortaya çıkan bir kurumdur ve amacı yeni rejimin taşıyıcılarına korunaklı bir alan sağlamaktır. Fransız devriminden sonra ilkönce idare, normal mahkemelerin yargı alanının dışına taşınmış, daha sonra idareye özgü idari yargı sistemi inşa edilmiştir. Nitekim Fransa’da devrim sonrasında Ağustos 1790’da yürürlüğe giren bir yasayla hâkimlerin idareye yönelik açılan davalara bakmaları yasaklanmıştır. Daha sonra 1799’da, Devlet Şurası/Danıştay (Conseil D’État) uyuşmazlıklar konusunda istişarî bir organ olarak ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle Devlet Şurası, yani Danıştay, idarenin bir parçası olarak ortaya çıkmış olup, kendisi bir mahkeme olmadığı gibi üyeleri de yargıç değildi. Mahkeme niteliğini 1872’de kazandı.
Modern idari yapısını Tanzimat Dönemi’nde Fransız örnekliği üzerinden inşa eden Osmanlı Devleti de, 1868’de Fransız Conseil D’État örneği doğrultusunda, daha sonra Danıştay adını alan Şurayı Devlet’i kurdu. Başlangıçta Şurayı Devlet’in (Danıştay) kararları kesin hüküm niteliğinde değildi; Sadrazamın onayı ve Padişahın iradesiyle yürürlüğe giriyordu.
İmparatorluk döneminde 54 yıl görev yapan Şurayı Devlet, Osmanlı kurumu olduğu gerekçesiyle 1922’de kaldırılmış, 1924 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 51. maddesine istinaden 1925 yılında kurulmuş ve 1927 yılında göreve başlamıştır. Daha sonraki anayasalar Danıştay’ın varlığı korumuştur. Halen yürürlükte olan 1982 Anayasası Danıştay’ı yüksek yargı organları bölümünde düzenlemiştir.
Rejim bekçisi bir kurum
Tarihi süreç içerinde Danıştay’ın yapısı ve işleyişi ile ilgili önemli değişiklikler olsa da, doğasındaki rejim bekçiliği misyonunu yitirmemiş, rejimin uygulayıcıları olarak gördüğü memurları halka ve siyasetçilere karşı korumaya devam etmiştir. Bürokrasiye olan kan bağı ve devrimle ortaya çıkan yapıyı koruma kaygısı, birçok kurum gibi Danıştay’ı da tutuculaştırmıştır. Bu nedenledir ki, 1980 sonrası kendisine sunulan reform tasarıları hakkında genellikle olumsuz görüş bildirmiş; son yıllarda reformlara yönelik açık şekilde muhalefet etmiş; asıl görevi öğretmenlik olan bir milli eğitim müdürünü on iki defa göreve iade etmiş; katsayı ve törenler konusunda çok hızlı bir şekilde yürütmeyi durdurma kararı vermiştir.
Sonuç olarak devlet yönetimi açısından Türkiye sorunlarına kalıcı çözüm arıyorsa Kıta geleneğinden ayrılmalı, rotasını Anglo-Sakson iklimine doğru kırmalıdır. Bu yol onu geçmişine götürüp kendisiyle barışmasına da imkân sağlayacaktır.
Açık Görüş, Star Gazetesi, 05.08.2012