Türkiye’nin cari rejimini tanımlamanın birçok farklı yolu var. Bunlardan biri olan “devletin iki yüzü” veya “ikili devlet yapısı” açıklamasını ben de -geçen yazıda yaptığım gibi- öteden beri kullanıyorum. Bugün başka bir açıklama modeline başvuracağım. Bunu, başlıktaki gibi, “‘halk’sız demokrasi, ‘hak’sız hukuk” olarak adlandırmak yanlış olmaz sanırım.
Resmi Anayasasına bakılırsa, Türkiye Cumhuriyeti hem bir demokrasidir, hem de bir hukuk devleti. Şimdi, resmi-şekli anayasaların tanımıyla rejimin gerçek yapısı arasında her yerde az veya çok bir mesafe vardır. Gel gör ki, kendisini “Batılı” olarak gören ülkeler arasında bu mesafenin en fazla açılmış olduğu yer galiba Türkiye’dir. Bunun pratik sonucu, Türkiye’nin gerek demokrasi gerekse hukuk devleti olmak iddialarının ikisinin de fevkalâde problemli olduğudur.
Önce “demokrasi”den başlayalım. Türkiye’nin demokrasisi siyaset bilimi literatüründe “seçimsel demokrasi” veya “yarı-demokrasi” denen duruma benziyor. Bu şu demek: Böyle adlandırılan rejimlerde düzenli aralıklarla seçimler yapılır, genellikle bunu düzgün bir biçimde de yaparlar. Yani, sistem dışarıdan bakanlara normal bir demokrasi görüntüsü verir. Ne var ki, seçimlerden çıkan sonuçla ülkenin kaderini belirleyen irade arasında tam bir örtüşme yoktur.
Bu gibi rejimlerde kamu hayatına ilişkin temel siyasal kararların alınmasında seçilmiş çoğunlukların ya seçilmemiş ortakları vardır ya da temsili-demokratik kurumlar bu ortakların frenlemesine yahut vetosuna tabidirler. Birçok durumda sivil veya askeri bürokratik organlar için “hukuken” ve/veya fiilen ayrılmış, demokratik çoğunlukların giremeyeceği “mahfuz alanlar” vardır. Kısaca, görünüşteki demokratik-temsili kurumlara rağmen, aslında “halk”ı pek işe karıştırmaksızın işleyen bir rejim söz konusudur.
Türkiye’nin cari rejimi bu kalıba tıpatıp uyduğu gibi, “fazlası” da var: Türkiye’de “Devlet iktidarı” adıyla maruf olan bürokratik iradeyi ayakta tutan sadece devletin “fiziki zor” (cebir) gücünü esas olarak onun kontrol etmesi değildir. Bu durumu meşrulaştıran, ortalama vatandaşın onu neredeyse “normal” olarak algılamasına yol açan bir ideolojik referans da vardır. Bu sözde meşruluk referansının karakteristik özelliği “halk”tan ve “hukuk”tan bağımsız olmasından ibaret de değildir; o aynı zamanda meşruluk kaynağı olarak da en üstün olandı.
Cari rejimin diğer ayağı olan ‘hak’sız hukuka gelirsek, evet burada da görüntüyle gerçek birbirinden epey farklıdır. Gerçi Türkiye’nin bir “anayasa”sı var, hukukunu esas olarak parlamentosu yapıyor ve hukuku uygulayan da “bağımsız” yargıdır. Ne var ki, bir kere bu anayasa sahici anlamda bir anayasa değildir; çünkü ne onu “halk” yapmıştır ne de “Devlet”i insan hakları ve hukuk devleti güvenceleriyle sınırlar. Halk tarafından yapılmamış olduğu için bu anayasa “Devlet”i değil de daha çok seçilmiş organları sınırlıyor.
Öte yandan, “hukuk”u parlamento yapıyor ama, bunu cunta anayasasının ve “12 Eylül hukuku”nun kuşattığı dar bir alanda kalarak yapıyor. Kaldı ki, parlamentonun yasama gündemini de esas olarak bürokrasi belirliyor; halk inisiyatifi, hatta parlamentonun kendisi değil.
Nihayet, hukuku uygulama işi kendisine havale edilmiş olan yargının “bağımsızlığı” da “Devlet iktidarı”na değil fakat sadece seçilmiş organlara işliyor. Esasen, yargı kendisini “Devlet” olarak gördüğü için, onun faaliyetine hakim olan da evrensel hak-hukuk nosyonu olmaktan çok “devlet çıkarları”dır.
Bütün bunlara bir de, öncelikle yargının -ama kısmen de yasama organının- hukuku “hak” kavramından kopuk bir şekilde ve esas olarak “düzen-koruyucu”, hatta “otorite-gösterici” bir araç olarak kavradığı gerçeğini de eklerseniz, neden “haksız hukuk”tan söz ettiğim sanırım daha da anlaşılır hale gelecektir.
Star, 02.01.2010