İki kişi konuşuyor.
Biri göz göre göre yalan söylüyor. Diğeri onun yalanına itiraz edemiyor. Zaten söyleyen de karşısındakinin inanmadığını ama itiraz da edemeyeceğini biliyor. O özgüvenle söylüyor yalanını.
Bazen de yerleşik bir yalan, zamanla hakikatin yerini alıyor. O durumda da doğruyu söyleyen başka köylere tehcir ettiriliyor. Her iki durumda da anormal bir durum bu.
Normalleşmenin en önemli göstergelerinden birisi, yalanla yaşamaktan vazgeçmektir.
Son yazımda iki örnek vermiştim yaygın ve sık kullanılan yalanlara. “Bizim çocuk camı kırmaz” veya “bizim takım şike yapmaz” / “kimse Türk futboluna şike lekesi sürmeye kalkmasın” gibi.
Ama herkes bilir ki, bizim çocuk da camı kırmış olabilir, bizim takım da şikeden daha vahim suçları da pekala işleyebilecek kadar ahlaksız bir yönetime sahiptir ve mikrofon tutulduğunda söylenen sözlerle, ani bir öfkeyle açığa çıkanlar farklıdır. Aslında çoğu kez gerçek fikirler ve duygular da onlardır.
***
“Devlet teröristle görüşmez” de böyle bir yalandı. Herkes bunun yalan olduğunu bilir ama itiraz etmezdi. Bunu söyleyen de, eğer devlete fazlasıyla saf ve temiz duygularla bakan biri değilse, kimsenin itiraz edemeyeceğini bildiği için böyle rahat yalan söylerdi.
Neden “devlet teröristle görüşmez”di?
Öncelikle bu kalıp kendilerine belletildiği için. Devlet ile terör arasındaki ilişkiyi anlamadıkları, örneğin terör kavramının ilk kez devletle ilgili bir faaliyeti tanımlamak için kullanıldığını bilmedikleri için. Hukuku egemenin koyduğu kurallara indirgedikleri, dolayısıyla devleti bir çete irisinden ayıran temel farkı anlamadıkları için. Yurtta ve cihanda “devlet terörü” diye bir şeyden söz edildiğini duymadıkları için. Ya da, genellikle aldatıldıklarını bilen ama bunu kabullenmek istemeyen eşlerin acıklı durumunu andıran tarzda “benim devletim yapmaz”a sığınmak istedikleri için. Ya da, ne bileyim, 1930’ların veya 90’ların devlet terörünü bilmedikleri, “Dersim”, “Ağrı”, “27 Mayıs” veya “12 Eylül” kelimelerini hiç duymadıkları için…
Devlet PKK ile hep görüştü. Hatta derin devlet onunla “şike” yapacak kadar içli dışlı oldu. Ama bunlar hep bilmezden gelindi. Muhalefet iktidarı, iktidar da muhalefete geçtiğinde o günün iktidarını “teröristle pazarlık”la suçladı. Bu kötü piyes yıllarca sahnelendi durdu.
Ama ülke normalleştikçe bu yalanların alıcısı da kalmadı. Şimdi MİT ile PKK arasındaki görüşmeler basına sızdırılınca kıyamet kopacak sananlar yanıldı. Aksine, herkes derinlerde yürütülen uğursuz pazarlıklardansa, meşru hükümetin görüşmesinin doğru ve çok daha hayırlı olacağını gördü. Somut pratikte gördüğünün “senin devletin bir melekti yavrum” diyebileceği bir kurum olmadığını, yoksulların çocuklarını öğüten bu kanlı çarkı kırmak için elini taşın altına koymanın, kurumların muhayyel iffetini korumaktan bin defa önemli olduğunu anladı.
İşte bu yüzden de, söz konusu görüşme kayıtlarını sızdıranlar, eğer o görüşmeyi yapanlar veya yaptıranlar değilse, istemeden normalleşmeye hizmet ettiler.
***
Açıkçası ben bu görüşmelerden çok, bu görüşmeleri yürütenlerin yaklaşım tarzından etkilendiğimi itiraf edeyim. İki taraf da gayet mantıklı konuşuyor.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tanımam, istihbaratçılara, bürokratlara güvenmem. Ama onun okuduğum kadarıyla mantıklı konuşması daha önemlisi sivil iktidarın direktifi ve bilgisi dahilinde görüşüyor olması umut verici.
Kısacası doğru yoldayız.
Çünkü her şeyden önce bir konuda daha yalanı terk edip doğruyu söylemeyi başardık.
Hrant’ın arkadaşlarından mektup
“Sayın Başbakan, Arkadaşımız Hrant Dink’i öldürdüler. Beşinci yılına yaklaşan adalet arayışımız kadük kalmıştır” diye başlıyor mektup. Beşinci yılda hala devletin derin dehlizlerine inilmemesine duyulan haklı öfkeyi yansıtıyor. Aynı zamanda bu kolektif cinayette sorumluluğu açık birilerinin terfi ile ödüllendirilmesine duyulan isyan da var satırlarda.
Sonundaki talep ise gayet açık ve bu benim de talebim:
“Görüneni, görünmeyeni, katillerimizi istiyoruz, adalet olsun, hak hakim olsun diye”.
Star, 15.09.2011