Şiddet içeren bir sorunda tarafların görüşmelere başlaması, bu sorunun şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceğinin taraflarca kabul edilmesi anlamına gelir.
Ancak taraflar şiddeti bir çıkış yolu olarak görmekten vazgeçmiş ve süreç içerisinde ortaya çıkabilecek siyasi maliyeti karşılamaya hazır iseler görüşmeler başlayabilir ve sağlıklı bir şekilde ilerleyebilir. Taraflar arasındaki görüşmeler öncelikle dolaylı ve gizli başlar. Çünkü şiddete evrilen sorunlarda toplumun büyük bir bölümü yara alır ve süreç içerisinde taraflar -karşılıklı olarak- sorunun müsebbibi olarak birbirlerini görür ve şeytanlaştırırlar. Bu nedenle başlangıçta doğrudan ve açık bir görüşme yapmazlar. Genellikle görüşme/müzakere süreci gizli ve dolaylı bir şekilde başlar, ancak belirli ilerlemeler sağlandıktan sonra görüşmeler doğrudan, açık ve resmî bir hal alır.
Görüşmelere başlandıktan sonra “muhataplık” sorununun çözülmesi gerekir. Hemen tüm çatışmalarda, bu soruna çözüm bulunması uzun zaman almıştır. Misal, İsrail’in, FKÖ ile müzakereye oturması için 20 yılın geçmesi gerekti. Keza İrlanda’da Sinn Fein ve Güney Afrika’da Ulusal Kongre ile müzakerelerin başlaması, gizlilik ve gayri-resmî bir şekilde ilerleyen uzun bir zaman diliminden sonra oldu. Ancak görüşmelerden arzu edilen neticenin alınabilmesi için, gizli ve dolaylı olarak başlamış olsa da, görüşmelerde zaman içinde muhataplık sorununun aşılması, taraflar arasında açık ve doğrudan görüşmelerin başlaması lazımdır. Zira doğrudan görüşme, taleplerin ve cevapların net ve aracısız olarak karşı tarafa iletilmesini sağladığından, başarıyı sağlayan en önemli etkendir. Elbette görüşmeler devam ederken, şiddetle ve şiddet dışı yollarla süreci rayından çıkarmayı amaçlayan bazı faaliyetler olabilir. Böylesi sabotaj eylemleri karşısında görüşmelerin kaderi, tarafların göstereceği tavra bağlıdır. Eğer taraflar, sabotajı boşa çıkaracak bir siyasi irade ortaya koyarlarsa süreç ilerler, ama ürküp geri çekilirlerse işler daha karmaşıklaşır ve çözüme ulaşmak daha da zorlaşır.
Devlet-PKK Görüşmeleri
“Devlet, teröristle görüşmez”, Türk politik dünyasının meşhur klişelerinden biridir ve merkez partilerde görev yapan politikacılar tarafından yaygın bir şekilde kullanılır. Ancak gerçek -ve aynı zamanda doğru olan- bunun tam tersidir; devlet ile PKK arasında uzun yıllara dayanan ve farklı düzeylerde gelişen bir görüşme trafiği vardır. Bu görüşmeler, 1990’lı yılların başında gizli ve dolaylı bir şekilde yürütülüyordu. Gazeteciler ve Kürt kamuoyunun değer verdiği Celal Talabani gibi politik aktörler üzerinden yürütülen bu görüşmelerin sonucunda PKK 1993’te ateşkes ilan etti. Ne var ki, Kürt meselesini şiddetten arındırma konusunda büyük bir ümit doğuran bu gelişme, Bingöl-Elazığ karayolunda 33 silahsız erin katledilmesiyle sona erdi.
1996’dan itibaren MİT ile PKK, yine aracılar vasıtasıyla görüşmelere başladı. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasıyla yeni bir dönem başladı. Devlet, bir taraftan Öcalan ile bir taraftan da o tarihlerde cezaevinde bulunan Sabri Ok ile görüşüyordu. 1999-2004 aralığında -ki bu tarihlerde PKK tek taraflı bir ateşkes ilan etmiş ve güçlerini sınır dışına çekmişti- görüşmelerde mesafe alınamayınca PKK, Haziran 2004’te tekrar şiddet eylemlerini devreye soktu. 2006’da MİT Emre Taner’in girişimleriyle PKK ile doğrudan görüşmelere başladı. Irak, Almanya, Fransa, İngiltere ve Norveç gibi ülkelerde bir araya gelen PKK ve MİT mensupları Kürt meselesinin konu başlıklarını müzakere ediyorlardı. Kısacası devlet, Öcalan ile açıktan, diğer PKK mensupları ile gizliden bir görüşme yürütüyordu.
Bugünlerde ayrıntıları medyada tartışılan görüşme, MİT ile PKK arasındaki doğrudan ve gizli görüşmelerden biridir. Bu görüşmede, özellikle iki husus dikkati çekiyor: Dil ve talepler. Taraflar birbirlerine karşı karşısındaki rencide etmeyen ve belli bir mesafeyi koruyan bir dil kullanıyorlar ki; bu, konuşabilmenin ve anlaşabilmenin öncelikli şartıdır. Tarafların dile getirdikleri taleplerin makullüğü de altı çizilmesi gereken noktalardan biridir. MİT, öncelikle mutlak bir çatışmazlık ortamının yaratılmasını ve oluşacak dinginlikte bazı kararların daha rahatlıkla alınabileceğini savunuyor. PKK mensupları ise sürecin ilerlemesi adına bazı somut adımların atılması ve bazı olumsuzlukların giderilmesini istiyor. Dolayısıyla birçok konuyu detaylı bir biçimde konuştukları anlaşılan taraflar, karşı tarafı zora sokacak ve gerçekleşmesi imkânsız olan taleplerde bulunmuyorlar.
Bu görüşmenin kim/kimler tarafından basına sızdırıldığı noktasında bir kesinlik bulunmuyor. Ancak bu sızdırmanın amacı konusunda bazı teoriler var. Kimileri bunun Müsteşar Fidan’ı zor durumda bırakmak için, kimileri hükümeti güç duruma düşürmek için, kimileri de Kürt meselesinde demokratik adımların atılmasını engellemek için bu görüşmenin medyaya servis edildiğini söylüyor. Eğer amaç gerçekten bunlar ise, bu sızdırmanın ters teptiğini söylemek mümkün. Zira gerek hükümet ve gerek Cumhurbaşkanı, Müsteşar Fidan’ın görevini yaptığından bahisle ona sahip çıktılar; dolayısıyla bu sızdırma Fidan’ı zayıflatmadı, aksine güçlendirdi. Bu görüşme, hükümete de zarar vermedi. Aslında genel olarak toplumun bu tür görüşmelere karşı durmak bir yana, bu görüşmeleri doğal bulduğu ve onayladığı 12 Eylül halkoylamasında ortaya çıkmıştı. O dönemde hükümet yetkilileri Öcalan ile görüştüklerini açıklamış, başta MHP olmak üzere bazı siyasi partiler de bu görüşmeleri “hayır” kampanyasının merkezine yerleştirmişti. Fakat halk buna itibar etmedi ve halkoylamasından “evet” çıktı. MİT-PKK görüşmesi basına düştüğünde de halk bunu doğal karşıladı ve bu görüşmelerin yapılmasından dolayı hükümete/AKP’ye herhangi tepki göstermedi. Hatta PKK ve BDP’nin sürekli olarak gündemde tuttuğu “Hükümet, bu konuyu çözmekte samimi değil” tezi bu görüşmelerin açığa çıkmasından sonra daha fazla sorgulanır oldu ve hükümete Kürt kamuoyu nezdinde puan kazandırdı.
Hükümetin ve Muhalefetin Tutumu
Bu tablodan hem hükümet, hem de muhalefet ders çıkarmalıdır. MHP görüşmeleri “ihanet” olarak nitelendiriyor, Erdoğan’ın “anayasal suç” işlediğini ve yargılanması gerektiğini belirtiyor. Bu söylemin halkta bir karşılığı bulunmuyor. Tam aksine, halk sorunların çözülmesine yönelik somut çalışmaları destekliyor ve hamasete prim vermiyor. Bu itibarla silahları susturmak ve ölümleri durdurmak için yapılan müzakerelere karşı çıkmanın MHP’ye bir fayda sağlayacağı kanaatinde değilim. CHP, her konuda olduğu gibi bu konuda da yekpare bir görüntü arz etmiyor. Her şeyden önce, partinin genel başkanının bu konuda netleşmiş bir fikri bulunmuyor. Hatırlanacağı üzere, sürecin başında “Bu tür görüşmelerin yapılmasına karşı değiliz.” diyen Kılıçdaroğlu bugünlerde ise “Hükümetin PKK ile görüşmesini doğru bulmuyoruz.” demeye başladı. Keza milletvekilleri arasında da bir uyum söz konusu değil. İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu gibi bazı isimler görüşmelerin yapılmasını doğru bulurken, Bolu Milletvekili Tanju Özcan gibi bazı isimler ise görüşmelerin yanlış olduğunu düşünüyor. Hatta Özcan -il yönetimiyle birlikte- cumhuriyet savcılığına gidip suç duyurusunda bulunuyor. Gerek lider ve gerek milletvekili düzeyindeki bu birbirini nakzeden görüş ve tavırlar ise CHP’nin herhangi bir konuda “parti görüşü” denebilecek bir “görüş” oluşturmasını engelliyor ve CHP’yi zaafa uğratıyor.
Hükümet ve özellikle Başbakan ise, “Hükümet görüşmedi, devlet görüştü” düşüncesini seslendirmekten vazgeçmelidir. Bu, doğru da değil inandırıcı da. Bu ifadeler, askerî vesayetin tüm haşmetiyle sürdüğü dönemde, belki bir anlam taşıyabilir, inandırıcı bulunabilirdi. Ama AKP’nin askerî vesayeti gerilettiği ve Kürt meselesinde sivil hakimiyeti tesis ettiği bir dönemde bu argümanın bir geçerliliği bulunmuyor. O görüşmeleri yürütenlerin Başbakan’ın yani hükümetin onayı olmadan orada bulunması düşünülemez. Halk, bu görüşmeye olumsuz bakmıyor, tam tersine akan kanın durması ve genç çocukların hayatını yitirmemesi için yapılan tüm çalışmalara olumlu anlamlar yüklüyor. Bu nedenle Başbakan’ın yanlış ve inandırıcılığı bulunmayan argümanı kullanmasına, hükümeti bu görüşmelerin dışında göstermeye çabalamasına gerek yoktur. Yapılması gereken bellidir: Hükümet, benzer sorunlarla karşılaşan diğer ülkelerin yaptığı gibi, güçlü bir siyasi irade ortaya koymalı, bu tür görüşmeleri tekrardan başlatmalı ve yürütmelidir. Çatışmaların yoğunlaştığı ve sivil ölümlerin arttığı bir dönemde bunları söylemek bazılarınca garip karşılanabilir. Ama unutulmaması gereken konu; görüşmelerin zaten çatışmaları ve ölümleri önlemek için yapıldığıdır. Hükümetin ölümleri durdurmak adına yapacağı görüşmelerden korkmasını veya çekinmesini gerektirecek bir durum yoktur; toplum, barışı temin etmek için gösterilen her çabayı takdir etmesini bilir.
Zaman, 01.10.2011