Ortada hukuk, siyaset, hak, adalet adına söylenecek bir şey kalmadı.
Söylenen her şey, tüm düşünme yeteneğini yitirmiş zihinlerin beton duvarlarına çarpıp, hiçbir etki yapmadan geri dönüyor.
Ortalıkta dolaşan birçok klişenin ne fikir denecek hali var, ne mantıktan nasibini almış, ne de adaletle en ufak bir ilintisi kalmış…
Polemik çabaları havada kalıyor. Tartışmalar gülünçleşiyor. İletişim sıfır…
Tarihin cilvesine bakın!
Ortaçağ, Aydınlanma’dan intikamını alıyor sanki.
Aydınlanma’nın kavramlarını dinselleştirerek onu içten fethediyor. Onu var eden aklı devre dışı bırakarak, düşünce yerine imanı hakim kılarak, tartışılmaz dogmalar yaratarak, kaybettiği tahtını yeniden ele geçiriyor.
Evet, Ortaçağ, Aydınlanma’dan intikamını alıyor.
Topuyla, tüfeğiyle koruyamadığı iktidarını, insanların ruhunu ele geçirerek geri alıyor.
Cadı kazanları kuruldu, odunlar yerleştirildi, her şey bir kıvılcıma bakıyor…
Ateşin etrafında çığlık çığlığa bekleşen kalabalık, tıpkı yüzyıllar öncesindeki gibi, genç bir kadını “kutsal” için yakmaya hazırlanıyor.
“Kutsal” olanın adı değişmiş.
Ama ne önemi var.
“Kutsal”ı yaratan fanatizm dimdik ayakta.
***
Telefonlarım, faksım günlerdir susmuyor. Elektronik posta kutum dolup taşıyor.
Hırsından ağlayan, umutsuzluğundan intiharı düşünen insanlarla konuşuyorum her gün.
“Böyle bir ülkede dünyaya gelmek için ne suç işledik Allah’ım?” diye yakınıyorlar.
Hepsi de kötü kaderlerine kahretmişler. Başlarını alıp, çekip gitmek istiyorlar. Başka bir ülkede göçmen olmayı, kendi ülkelerinde zenci sayılmaktan daha kolay hazmedebileceklerinin düşünüyorlar belki… böyle aşağılanarak yaşamaktan, bu kadar hiçe sayılmaktan, her dakika “burunları sürtülerek” hizaya sokulmaktan kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyorlar.
Ama gidecek hiçbir yerleri yok. Başka bir dilleri, başka bir evleri, başka bir ülkenin banka cüzdanı yok.
Kapana kısılmışlar…
Sessiz ve terkedilmiş çoğunluk… terkedilmiş ve ihanete uğramış…
Bütün kalabalıklarına rağmen ne kadar yalnızlar.
Bütün güçlülüklerine rağmen ne kadar zayıf…
Benden bir umut, dayanma güçlerini artıracak bir çift söz, tevekkül içinde yaşamaya devam edebilmek için bir yol soruyorlar.
Bilseler ki ben de kendimi ne kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum.
***
“Bağnazlığın bir kimliğin ögesi haline geldiği noktada, belki de fedakarlık sağlıklı olanlara düşüyor.” Diye yazmış Etyen Mahçupyan…
Galiba öyle. Ama nasıl yapacağız bu fedakarlığı?
Başımızı alıp giderek mi?
“Başını alıp gitmek”… Yakılmak üzere bağlandığımız çarmıhtan, o çarmıhın altındaki odunlar ateşe verilmeden bağlarını kopartıp çekip gitmek. O çarmıhın çevresinde halka olmuş çığlıklar atan bağnazlar güruhunun hevesini kursağında bırakıp çekip gitmek…
Acılar ve yalnızlıklar içinde bir başka diyara, yobazın elinin yetişemeyeceği herhangi bir yere alıp başını gitmek. Kendi ülkenin değil, bir yaban elin yalnızı olmayı göze alarak çekip gitmek…
Ve kendi yurdunun her gün biraz daha “gidemeyenlerin ülkesi”ne dönüşmesini uzaktan acılar içinde seyretmek…
Buna yürek dayanır mı?
6 Mayıs 1999