Kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin AB (AET, AT) ile ilişkisi başından beri çok sorunlu bir ilişki. Bunun temel nedeni ise aslında her iki tarafın da bu işin ‘doğal’ bir süreç olmadığının farkında olması. 1950’li yılların sonlarında Yunanistan ile çatışmalar ve rekabet, SSCB kaynaklı tehdit algısı, mali destek alma, ekonomiyi geliştirme vb pek çok önemli gerekçeden de söz edilebilir ama Türkiye’nin AB ile ilişkileri, büyük ölçüde bir ‘kimlik politikası’ çerçevesinde yürütüldü. Tıpkı ‘İtalya’yı kuranların İtalyanları yaratması’, ‘AB’yi kuranların Avrupalıları yaratması’ projesi gibi bizler de özellikle Cumhuriyet Türkiyesi ile ‘yeni Türkleri’ yaratma çabası içinde AB’yi genel Batılılaşma, modernleşme projesinin önemli bir parçası olarak benimsedik. Bu bağlamda hem bizim hem kendi kimliği tartışmalı olsa da artık bir olgunluk içinde istediği kavramı kendine biçme lüksünü yaşayan ‘Avrupalılar’ın sıklıkla kafalarımız karıştı. “Macaristan, Slovenya, Avusturya, Norveç… Avrupalı mıdır” diye soran olmadı ama Türkiye’nin ismi geçince bu soru gayet normal bir soru oldu. Yani Türkiye söz konusu olunca ‘natural born European’ bir ülkeden değil ama dişi ile tırnağı ile kararlı bir biçimde inatla hatta bazı Avrupalılara rağmen (inadına) Avrupalılaşmaya kararlı bir ülkeden söz ediyoruz. Bu hiç kötü bir şey değil, hatta daha kıymetli de sayılabilir. Çünkü asıl önemli kimlikler bize verili olanlar değil, kendi tercihlerimizle oluşanlardır. D. Yani Türkiye’nin üyeliği neredeyse AB’nin ilk kurulma kararı kadar önemli ve stratejik bir karardır. Şu an AB’ye şekil veren Almanya, Fransa, kısmen de İtalya, İngiltere, İspanya ve Polonya’dır. Türkiye üye olursa, AB’nin en önemli kararları, iddialı, kendine güvenli ve hem nüfusu hem coğrafyası büyük bir ülke olan Türkiye’nin isteği ya da reddi ile şekillenecektir. Üstelik ‘öteki’ Türkiye’nin evlere şenlik komşularını da ve bunun AB’ye getireceği riskleri de unutmayalım. O zaman “AB bu Türkiye’yi neden istesin” sorusunun cevabı ise daha stratejik bakışta gizli. AB’nin küresel rekabet içinde Türkiye ile ortaklığının orta ve uzun vadedeki katkısı, Türkiye’nin taşıdığı risklerin önemini azaltıyor. Bunu Batılı bütün stratejistler sıklıkla ifade ederler. Vizyoner AB politikacıları da bunun farkındadır. İşte onun içindir ki, Türkiye’nin içlerinde değil yanlarında (mesela ‘ayrıcalıklı bir ortaklık’ modeli ile) yer almasını sağlamaya, böylece Türkiye’nin risklerinin azalması için zamana yaymak gibi bir çaba gösteriliyor. İzim de AB kuruluş felsefesine uygun bir biçimde barış, refah ve demokrasi içinde bir alan yaratmaya çalışıyor ve buna gelecek risklerden de uzak durmaya çalışıyor. Bu anlaşılabilir. Ama bizim de şunu sormamız gerekiyor: 50 yıllık süreç içinde örneğin, şu an AB politikalarını yöneten, 2005’te büyük gayretlerinin neticesi olarak üyelik müzakerelerine başlanmasına vesile olan, hatta bunun için bakanlık bile kuran AK Parti ’nin kadrolarının 1970-90 arasındaki söylemlerine baktığınızda, bugün ile bağlantı kurabilir misiniz? Ya da CHP ’ye bakalım, MHP ’ye bakalım. Hangi parti ya da devlet kurumu, tutarlı biçimde AB politikası izlediğini söyleyebilir?
Bütün sorunlarına, çelişkilerine ve eksikliklerine rağmen hiç kuşku yok ki AB, dünyada bugüne kadar gerçekleşen en başarılı barış ve kalkınma projesidir. Zaten bunun içindir ki AB ‘Avrupa’ kavramını adeta kendisi ile özdeş kullanma ve hatta ‘Avrupalılık payesi’ verme tekelini elinde tutma cüretine, şımarıklığına da sahip çıkıyor. Dünoğalda Avrupalı kabul edilmeyen ama Avrupalılaşma için çaba gösteren, bunun için yasalarını, sistemini, yaşam biçimini, alfabesini, müziğini, askeri yapısını, eğitim sitemini değiştiren ve aktif çaba gösteren bir Türkiye söz konusu. Bu çaba AB üyeliği getirmedi ama Türkiye’yi ilkeler bakımından bir Avrupalı ülke yapmak yönünde sonuç da verdi. Her ne kadar Türkiye’nin pek çok eksiği olsa da AB ile ilişkilerin ulaştığı nokta tatmin edici olmasa da ve hâlâ “Türkiye Avrupalı mıdır” tartışmalarına rastlansa da Türkiye ‘kendi Avrupalılığını kazanmış’ bir ülke olarak şu an AB ile üyelik müzakerelerini yürüten bir ülkedir. İki büyük yıkım savaşının ardından bir barış ve kalkınma projesi olarak ortaya çıkan ve bizatihi kendisi de suni bir yapılanma ve kimliğe sahip olan AB’nin artık neredeyse doğallaşmış kimlik yapısı içinde Türkiye’nin gerçekleştirdiği, üstelik her daim keskin muhalefetin varlığına rağmen son derece önemli. Muhafazakâr Avrupalıların ‘Antik Yunan-Roma-Hırıstiyanlık’ ile çizmeye çalıştığı kimlik çerçevesini, Türkiye ve seküler Avrupalılar tarihsel-dini boyuttan çıkarmış, ‘demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi…’ gibi modern kavramlarla tanımlanan bir Avrupa’nın kimliğinde önemli rol oynamıştır. Bu anlamda Türkiye, hem Avrupa kavramının geliştirilmesinde kısmi rol oynayan hem de kendi Avrupalılığını ‘kazanmış’ bir ülkedir. Üstelik Türkiye’nin Avrupalılık mücadelesi sadece bir devlet politikası olmayı da aşmış, toplumun da benimsediği bir zemine oturmuştur.
Türkiye’nin göreli yoksulluğu, nüfus yapısı, tarihsel ve kültürel ötekiliği, bulunduğu coğrafya ve komşuları, zaman zaman ürkütücü hırsı Avrupa’nın Türkiye’yi hep belirli bir mesafede tutmasında etkili oluyor. Çünkü içinde Türkiye olan bir AB ile Türkiyesiz bir AB biri birinden çok farklı iki ayrı siyasi ve sosyal projediryadaki bütün diğer bölgesel entegrasyon projeleri, Şanghay dahil, AB modelinden hareket ediyor. Bu başarı, özellikle 90’larda AB’nin inanılmaz bir cazibe merkezi haline dönüşmesine neden oldu. Türkiye’nin AB’yi ciddiye aldığı dönem 1993 sonrasında başlar. 1990-93 dönemi ise çok öğreticidir. Bu dönemde, Türk dünyası ve Ortadoğu’da ortaya çıkan boşluğun verdiği heyecan, ABD ve İsrail’in verdiği ciddi destek ile ‘bölgesel güç’ olmak hedeflenmişti. Ama bu politika, ABD ‘Russia first!’ politikasına geçince çöktü. Onun için 1993 sonrasında ‘yeniden keşfedilen’ AB’ye yöneldik. Ancak Soğuk Savaş döneminin ‘kaybedilmemesi gereken tampon ülkesi’ Türkiye ile ilişkiyi önemseyen AB, Türkiye’nin ‘ben geldim’ dediği dönemde yüzünü çoktan Türkiye’den çevirmişti. Türkiye’nin başından beri sakat olduğu belli olan Gümrük Birliği üzerinden AB’ye kanca atma refleksi bundan kaynaklandı. Buna rağmen 1997 Lüksemburg Zirvesi Türkiye’yi genişleme süreci dışına itti. Ama kabul etmek gerekir ki, Türkiye bundan sonraki bütün hükümetler döneminde, en çok da AK Parti döneminde AB için çok ciddi çaba gösterdi. Bunda iç politik tıkanıklıkları aşma ve vesayeti ortadan kaldırma çabasının da payı büyüktü.
Türkiye 1998’den bu yana diğer aday ülkeler için olduğu gibi ‘İlerleme Raporları’ hazırlamaya başladı. 1998’de başlayan bu süreç 16 yıldır devam ediyor. Türkiye için aslında hiç de gerekmeyen bir rekor kırarak 16 ilerleme raporu üreten AB Komisyonu ne kadar yoruldu bilemeyiz ama Türkiye’nin atık bu raporlardan yorulduğu açık. Nedeni de açık: Bu raporlar belirli bir süreyi aştıktan ve ilişkilerde gelişmeler sağlanamadıktan sonra –ki bunda AB’nin son 7-8 yıllık politikasının çok ciddi payı var- dönüp o ülke için yeniden ilerleme raporu hazırlanması, tekrar eksikliklere dikkat çeken sinir bozucu, motivasyonu daha da azaltan bir rapor haline dönüşüyor. AB şu an herhangi bir üye ülkesi için de raporları bu mantıkla hazırlasa, kuşku yok ki onlarda da bir sürü eksiklik bulabilir. Bu anlamda makul bir müzakere süreci aşıldığında, raporların anlamı da kalmıyor. Daha da vahimi, AB Komisyonu nispeten objektif davransa da buna 28 üye ülke müdahil oluyor ve her birinin –özellikle Kıbrıs, Yunanistan, Almanya ve Fransa’nın- ulusal çıkarları, AB raporunu ulusal koz raporuna dönüştürebiliyor.
2013 raporu son dönemde iki tartışmanın gölgesinde kaldı: Bunlardan birisi AB Bakanımızın haklı ‘bayram’ tepkisiydi. Ama buradaki haklılığın, bir taraftan bizim ötekiliğimizin tescili anlamına geldiğini de unutmayalım.
Gelelim İlerleme Raporu’nu asıl belirleyen hususa, yani ‘Gezi’ye, daha doğru bir kavramla ‘Gezifobi’ye. Gezi’de ne oldu ne bitti, kim yaptı, neden yaptı, daha uzun yıllar konuşulacak, tartışılacak. Ancak artık herkes kabul ediyor ki, özellikle dış politikada Türkiye’nin son yıllarda iki önemli konu başlığı ve hatta kırılma noktası var: Birisi Suriye politikası, diğeri ise Gezi. Özellikle Gezi konusu, ülkemizde çift taraflı bir ‘fobi’ye dönüştü. AB İlerleme Raporu’nun bence en önemli ve en çok yararlanacağımız kısmı Gezi konusundaki soğukkanlılığı olsa gerek. İlerleme Raporu, ‘Gezi olayları, Türkiye’de sivil toplumun geliştiğini ve giderek etkili olduğu’ şeklinde bir değerlendirme yapıyor, ardından da “Hükümet-sivil toplum, parlamento-sivil toplum ilişkileri sürekli ve düzenli bir süreç içinde geliştirilmelidir” tavsiyesinde bulunuyor. Bu yaklaşım, ülkeyi ve ifade hürriyetini ciddi bir biçimde baskı altında tutan, insanları kamplaştıran ‘Gezifobi’yi aşmak konusunda önemli bir zemin sunuyor. Gezi çerçevesinde hükümetin meşruiyeti hiçbir şekilde tartışılmazken vesayet kurumlarının ortadan kaldırılmasına destek veriyor, her türlü demokratikleşme paketini önemsiyor ve destekliyor. Buradan da hareketle, daha iyi bir Türkiye için aslında bizim kendimize söylememiz gerekenlerin şifrelerini önümüze koyuyor: Daha fazla danışın, tepkileri daha olgunlukla karşılayın diyor. Kuşku yok ki biz Türkiye’nin daha demokratik, daha müreffeh, daha özgür ve daha barış içinde bir ülke olması için kendimiz bir şeyler yapacağız. Bugüne kadar da yapılanlar, AB istedi diye yapılmadı ama AB içteki siyasi kilitlenmeyi ve vesayeti aşmaya yaradı. AB, Gezi’nin etkileri çok canlıyken, ‘siyah-beyaz’ değerlendirmelerin dışına çıkarak ne ‘Gezi-fobik’liğe ne de ‘Gezi-kolik’liğe pirim veriyor. Yani AB, “Geliştiğinizi görün, kendinize güvenin, değişime inanın, biribirinizi anlamaya çalışın ve süreci sakinleştirin” diyor. ‘Gezi Hatt-ı Hümayunu’ hepimize hayırlı olsun!
Radikal, 26.10.2013