Türkiye zorlu bir süreçten geçiyor. Yıllardır Gündemden düşmeyen, müzakereden çok kan ve şiddeti hemen akla getiren Kürt meselesi bütün ciddiyetiyle varlığımızı sarsmayı sürdürüyor. Koalisyon arayışları sürerken çözüm sürecinin sonlanışı ve askeri yöntemlere dönülmesiyle birlikte Türkiye yeni bir şiddet sarmalının içine daha girdi. Operasyonlar yurt içinde ve yurt dışında sürdürülürken HDP nin PKK ile organik bağı gündeme getirilerek parti kapatma meselesi kamuoyunda sık sık tartışılıyor. Bu bağlamda uzun zamandır gündemde bile olmayan parti kapatma meselesi de yeniden gündeme geldi. Kimi partiler bu organik bağ nedeniyle parti kapatma taraflısıyken bazıları da kapatmanın karşısında olduklarını beyan ettiler. Yine cumhurbaşkanı Erdoğan parti kapatmaya karşı olduğunu fakat bireylerin yasal çerçevenin dışına çıkmalarının tek tek bedelini ödemeleri gerektiklerini belirtti.
Bütün bu tartışmalar karşımıza demokrasi meselesini yeniden çıkarmaktadır. Meselemiz genel resime bakarsak aslında gerçek bir demokrasinin inşa edilmesi meselesidir. Demokrasi süreci kolayca gerçekleştirilebilir bir süreç değil. Kimse annesinin karnından demokratik olarak doğmaz. Demokrasi öğrenilen bir süreçtir. Demokratik olmayı öğreniriz yahut birileri bize öğretir. Batı iç savaşla, din savaşlarıyla öğrenmiştir. Demokrasi “söz”le müzakere, “söz”le çarpışma ve anlaşma anlamına gelir.
Fakat aydınlarımız, entellektüellerimiz ülkemizde “demokrasiyi” savunurken ne kadar “demokrat”?
Acaba sivil değil, silahlı bir örgütün uzantısı ve savunucusu görünümündeki bir partiyi savunurken ne kadar demokratlar?
Açıkçası parti kapatılması ancak anti-demokratik ülkelerde görülen bir uygulama. Parti kapatmaya karşı durmak ve partilerin kapatılmasını önleyecek yasal önlemler almak sivil siyasetin gelişimi açısından çok önemli. Burada itiraz edilmesi gereken nokta aydınların HDP’nin kapatılmasına karşı çıkarken iktidarı suçlayıcı dillerinin arkasında HDP’nin gerilla savunusuyla alenen desteklediği şiddeti hiçbir şekilde eleştirmeyerek gizlemeleridir. Entellektüel şiddeti savunabilir mi? Soldan gelen ünlü düşünür Hannah Arendt bu konuda şunu söyler: “Şiddetin olduğu yerde söz olamaz”. Söz yoksa politika da mümkün değildir çünkü politika şiddetsiz sözlü müzakere anlamına gelir. Fakat bizim solcularımız ilginçtir Arendt okusalar da (!) şiddeti eleştirmezler eleştirdikleri tek şiddet polis şiddetidir. Devletin meşru güç kullanımıdır. (Meşruluğu burada verilen yetki bağlamında kullanıyorum yoksa meşru olmayan, mevcut yasaların dışına çıkan aşırı güç kullanımını elbette eleştirmeliyiz). Bu kesimin yaptığı ateşkes ve savaşı bitirme çağrılarında Abdullah Öcalan ve Erdoğan’ın baştaki çözüm süreci Planı’nda olduğu gibi neden acaba PKK nın silah bırakıp çekilmesi talebi yok?
Halbuki şiddete karşı ortak bir tavır alış PKK ve Kandil üzerinde ciddi bir kamuoyu baskısı yaratabilir ve bombalamak yerine kamusal baskı ile taraflar barışa zorlanabilirdi.
HDP’nin de şiddetsiz bir ortamı destekleyerek etkin bir politik aktör haline gelişiyle çözüm süreci ilerlerken kamuoyunu arkasına alması mümkün olabilirdi. Bu durumda MHP nin desteklediği küçük bir azınlık dışında Türkiye’de yüksek oranda bir konsensusla barışın şartları oluşur ve çözüm süreci nihayetine erebilirdi. Şu anda yaşanan acılar artık yaşanmayabilirdi.
Lakin böyle olmadı. Her gün cenaze ve her gün acı.. “Savaşa hayır” diyerek medyada savaş çığlıkları atanlar var. “Savaşa hayır” diyerek yayınlanan bildirilerde PKK’nın gerçekleştirdiği terör eylemleri geçiştirilirken devlete ısrarla ve güçlü bir vurguyla operasyonları sonlandırması söyleniyor. Buradan barış çıkar mı?
Ama gerçekten barışı isteyenler de var bu ülkede. Üstelik bu koroya katılmayan ve katılmadıkları için de sürekli olarak hakarete uğrayan, dışlanan entellektüeller var.
Barış Akademisinin çözüm sürecinin sonlanışının ertesi yaşanan şiddet ve terör olaylarına karşı ‘Barışa Çağrı’ başlığıyla bir bildiri yayınladı. “Şiddete; hangi amaçla, kim için, kime karşı uygulanırsa uygulansın, karşı çıkmak” gerektiğine özellikle dikkat çeken bildiriye,Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan, Hilal Kaplan ve Oral Çalışlar gibi gazeteci ve entellektüellerin de aralarında bulunduğu öğretim üyeleri ve sanatçılar destek verdi. Bu bildirideki asıl dikkate değer nokta PKK’nın silah bırakması yönündeki talepti. Bildiride şunlar ifade edildi: “PKK Türkiye’de silâh bıraktıklarını ilân etmeli ve sınır dışına çekilmeler süratle devam etmeli ve bunun altyapısı devlet tarafından sağlanmalı, Abdullah Öcalan ile görüşmelere başlanmalı”dır.
Demekki tek bir barış talebi, tek tarzda bir çözüm sürecinin devamının istenmesi söz konusu değil. Malum medya tarafından bastırılsa, kimi zaman da Hilal Kaplan örneğinde olduğu gibi talepte bulunanları linçe kalkışılsa da barışı hakiki bir demokrasinin gerektirdiği şekilde talep edenler var. Türkiye’de bu seslerin kendisini daha fazla duyurması, şiddet talebini bastıracak kadar güçlenmesi şart. Bu durumda iktidara ve barışı isteyenlere sözümüz ancak şu olabilir: bugüne kadar barış talebinde bastırılmış, engellenmiş olan kesimlerin seslerini duyurabilmeleri için daha fazla platform daha fazla imkan sağlanmak zorundadır. Devlet Kürt sorununun çözümünü istiyorsa PKK ve HDP’nin bastırdığı yahut görmezden geldiği grupların, kesimlerin yahut şahsiyetlerin barış taleplerini dillendirebilecekleri bir ortamı güvenlik içinde sağlamalı ve onları bu yönde maddi manevi desteklemelidir. Bunun için yurt genelinde çözüm süreci ve barış kürsüleri oluşturulmalı, hatta insanların çözüm süreci ve barış talepleriyle bu konu hakkındaki fikirlerini ifade edecekleri bir gazete çıkarılmalı ve yurt çapında ücretsiz dağıtılmalıdır. Buraya süreçle ilgili derdi olan herkes yazabilmelidir.
Çağımız demokrasileri, çağdaş demokrasiler yalnızca partilerin birbiriyle rekabetini ve müzakeresini değil, sivil toplumun kendi içinde ve siyasilerle müzakeresini talep etmektedir. Demokrasinin yalnızca partiler ve parlemento olarak görüldüğü demokrasiye anca “otoriter demokrasi” adı verilir. Halbuki daha demokrat demokrasi türleri mevcuttur. Şiddetin sözün yerine geçtiği, sözle şiddetin savunulduğu bir toplumda hakiki bir demokrasiden söz edilemez. Entelektüel bilhassa şiddeti kınamalıdır çünkü entellektüel her eylemini “söz”le kuran kişidir. Entellektüel güvenlik görevlisi değildir, devlet görevlisi değildir, terör örgütü üyesi değildir. Entellektüelin molotof kokteyli “sözü”dür. Entellektüel sözle yeni perspektifler kuran dolayısıyla da yeni dünyaları vaat eden kişidir. Yoksa Arendt’in dediği gibi “şiddetle değişen bir dünya ancak daha fazla şiddetin var olduğu bir dünya olur.”
08.08.2015, Yeni Söz