“Diyarbakır’ın mümtaz bir mazhariyeti ve bu mazhariyetiyle övünmek için bir talihi vardır. Yarın doğum yıldönümü yapılacak olan Ziya Gökalp dünya çapında bir mütefekkirdir. Türk ulusuna nur tutan, ışık tutan büyük bir insandır. Diyarbakır onunla ne kadar iftihar etse yeridir.
Sözüme Ziya Gökalp’tan başlamaktan elbette bir maksadım vardır. Türk milletine milli bir peygamber olacak kadar büyük bir adamdır. Türklere yol gösteren, hepimizin tabi olması lazım gelen bir mürşittir.
Bol paraları olan bedbahtlar bu memlekette bir Kürtlük davası çıkarmaktadırlar. Bu memlekette ve bütün şarkta Kürt diye bir millet yoktur. Bu bizi parçalamak, lokma lokma yutmak içindir.”
Yukarıdaki sözler 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin başına getirilen Cemal Gürsel’in 15 günlük, taptaze bir cumhurbaşkanı iken Diyarbakır’da 25 Ekim 1960 sabahı sarf ettiği sözlerdir. Kah komitenin isminin “milli birlik” komitesi olmasından kah yukarıdaki konuşmanın içeriğinden Türk Siyasi Tarihi’nde korku duygusunun oynadığı rolü anlamak çok da zor olmasa gerek. Keza 12 Eylül’de Kenan Evren de “Silahlı Kuvvetler aziz Türk Milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü için yönetime el koymak zorunda kalmıştır” açıklamasını yaparken “Türk” halkına onların bütünlüğünü korumak için tek çözümün kendilerinde olduğunu; bir sağdan bir soldan asarak dengeyi tutturacaklarını “müjde”lemişti.
“Eski toprak”lar darbe günlerini anlatırlarken ülkenin içinde bulunduğu kaosu ancak askerin durdurabileceğini düşündüklerini; o yüzden de aslında Kenan Evren’e ilk başta güvendiklerini vurgularlar. Bu durum onların torunlarının geleceğinden en az bir 15 yıl çalmış olmalarına yönelik bir özür ya da nedamet içerir mi bilinmez, ama pişmanlığı yansıttığı kesin. Türkiye Cumhuriyeti, 92 yıllık ömrü boyunca hep korku soludu ve milli birlik ve beraberliği korumak adına belirlediği standartlara uymayanlara nefret kustu. Bu süreç içerisinde büyüyüp resmi tarih dışında hiçbir bilgi ile karşılaşmamış kişilerin yalnızca bilişsel olarak değil duygusal olarak da gerçeklik zeminlerinin en önemli kavramı “güvenlik” oldu. Güvenlik ve “milli birlik” kavramına o kadar büyük önemler yüklediler ki dünyanın ulus-devlet kavramından kopmakta olduğunu, çoğulculuğun Türkiye’ye getirebileceği avantajları ve daha da kötüsü karşı komşularını göremez oldular. Bozulmuş bir gerçeklik algısı ve “Türk’ün Türk’den başka dostu yoktur” paranoyası başarı ile hasıl oldu. Hepimiz bu kişileri tanıdık, bildik. Ağzınızı açıp “Kürt”, “Ermeni” demeye ne zaman başlasanız, ne zaman içinde kırık bir kalp ve Türkçe ile Rum köyünün olduğu hikaye anlatsanız “o dönem”in gerekliliği ve milli birliğin kutsiyeti ile size cevap verdiler.
Ama artık ne olduysa zamanın ruhu değişti ve ülkede bir anda yıllardır görmezden gelinen Kürtler ürediler, Ermeniler peydah oldular, yıllardır pek sevdiğimiz aile dostumuzun aslında Zaza olduğunu öğrendik, son iki yılda şu anda kıymetini daha da fazla anladığımız Çözüm Süreci sayesinde ölümler azaldı, biz de bu ölümleri “haklı” kılmaya çalışan farklılıklarımıza değil de; yıllardır bir arada yaşamamızın hala devam edebilmesinin sebebi olan benzerliklerimize odaklandık.
Olmadı.
Zamanın ruhu ile “bağzı”larının ruhsuzluğu birbirine uymadı.
Tekrar bir iç savaşa sürüklendik, bu sefer terör örgütü ile o terör örgütü ile bağlantılandırılan etnik kökeni birbirinden ayrıştırarak. İşte tam bu noktada Türk Siyasi tarihini an itibariyle etkileyen ve korkarım daha da etkilemeye devam edecek olan gerçeklik algısı bozuk ikinci bir grup ortaya çıktı. Onlar da yıllardır süregelen “güvenlik” takıntısı yerine “demokrasi” kavramını yüceleştirdiler “Demokrasi olmadan barış olmaz!” dediler ve bu sırada ve uğurda yine yeniden başlayan ölümleri görmezden geldiler. Gerçeklik algıları tıpkı karşı cenahlarında yer alan “güvenlik”çiler gibi geçmişin ceberrut devletine takılı kalmıştı, bilgileri yenileyemediler, katledilen güvenlik güçleri elemanlarının öldürülmelerindeki vahşeti, yolları kesilen ambulansları, sakalları yüzünden Hizbullah damgası yiyen delikanlıları ve Yasin Börü’yü görmediler.
Böylelikle yeni bir cenderenin içinde bulduk kendimizi. Hayırlı, uğurlu olsun. Türkiye siyaseti “milli birlik ve beraberlik” ve “güvenlik” kelimelerine aşırı anlam yükleyip gitgide “Türk’ün Türk’ten başka dostu olduğunu düşünmeyip ırklarına has bir paranoya oluşturanlar ile “demokrasi” kelimesine aşırı anlam yükleyip devletin en temel (belki de tek olması gereken) görevinin kamuyu korumak olduğunu unutup terör olaylarını göremeyenlerin oluşturduğu bir başka grubun arasında sıkıştı kaldı. Her iki taraf da kendi yüceleştirdiği değer yargısının kurbanlarını görmezden geldi, yine kendi yüceleştirdiği değer yargılarının kurbanlarını başka kurbanlar için kullanılabilir metalar haline getirdi.
Bu iki grubun saflarını sıklaştırıp vicdanlarını rafa kaldırdıkları “savaş alanı”nın ortası ise kocaman, bomboş bir çöl. Uğultusunu dinlediğinizde “hiçbir siyasi görüşün insan hayatından önemli olmadığını”, “her bir bireyin biricik, kendi kararlarını alma hakkına sahip olması gerektiğini” ve “ölümler veren ailelerin ölümlerden artık ikrah ettiklerini” duyacaksınız.
Kulak kabartmak da, gerçeği o çöle mahkum etmek de sizin elinizde.