Yolsuzluk kampanyasının ikinci ayağı, yurtdışına yöneliktir. Türkiye’nin siyasi rejiminin otoriter, yozlaşmış hatta El-Kaideci, ‘jihadist’ ve terörist olduğunu ‘göstermektir’. Halk Bankası etrafındaki tartışmalar ve “yardım konvoyunda silah bulundu” üzerinden İHH’ya yönelik yalan kampanyasının amacı budur.
Son günlerdeki yolsuzluk soruşturmasıyla siyaseti dizayn etme teşebbüsünü anlayabilmek için biraz geriye 2009’a dönmek lazım. İbn-i Haldun’un dediği gibi “Geçmiş geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” AK Parti’ye yönelik açılan kapatma davasının neticelenmesiyle, Türkiye’de siyaset yeni bir döneme girdi. Bilhassa cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde laiklik ekseninde bir kriz yaratma çabası, doyum noktasına ulaştıktan sonra adeta anlamını ve kullanım değerini yitirdi. Laiklik cepheleşmesinden “yorgun siyaset” kendisine sığınacak bir liman aradı. Liman ihtiyacı bilhassa, AK Parti’yi yenemediklerini düşünen cephede hissediliyordu. Bu liman apolitik olmalıydı; ama politikanın yeniden üretildiği duygusunu ve imajını da vermeliydi. Bu belki milliyetçilik olabilirdi. Ancak bu konu çok kullanıldığından inandırıcılığı kalmadığı gibi, AK Parti de bu meselede öne geçmiş ve milliyetçi bir üslupla siyaset yapmaya başlamıştı.
Yeni hat ‘etik siyaset’
Yeni siyasi hat, AK Parti’yi iktidara getiren dinamikleri bozacak bir hat olmalıydı. 2002 öncesinde yaşanan iktisadi krizler ve yolsuzluk iddiaları da düşünülünce, yeni hat bulundu: Yolsuzluk ve yoksulluk üzerinde etik siyaset. Böylece AK Parti’nin önemli bir söylemi elinden alındığı gibi, tabanı da ideolojik kutuplaşmayla sabitleştirilmeden yerinden sökülebilecekti.
Muhalefetin, bilhassa CHP’nin inşa ettiği bu hat; CHP-AK Parti kutuplaşmasının altında ezilen MHP’yi, AK Parti’yi kapatmayı başaramayan ve girdiği mücadeleden ağır hasar alarak çıkan bürokrasiyi, AK Parti ile girdiği tartışmalarda onu yıpratacak yeni bir argüman bulan TÜSİAD çevrelerini, AK Parti’nin reformcu kimliği dolayısıyla kimlikleri ellerinden alınan “demokrat”ları, yolsuzluktan yıkılmış merkez sağ siyasetçileri, medyayı ve AK Parti karşıtı kampanyayı meşrulaştıramayan Gülen Cemaatini ziyadesiyle memnun etti.
Bu stratejinin iki ayağı vardı. Birincisinde AK Parti’nin yolsuzlukla ilişkisi olduğu kanaatini kamuoyuna mal etmek hedefleniyor. İkincisinde AK Parti’nin yardım marifetiyle yoksullarla kurduğu ilişkiyi koparmak amaçlanıyor. 2009’da Almanya’da başlayan Deniz Feneri davası bu iki hedefin bir arada gerçekleşmesine hizmet edecek olağanüstü bir fırsat olarak görüldü. Ancak ölçü o derece kaçırıldı ki, kamuoyundaki inandırıcılık zayıfladı. Davanın bir anda siyasileştirilmesi, belki kendi haline bırakılsa bu hedeflere hizmet edebilecek gelişmelerin dahi önünü kesti. Meselenin bir dava marifetiyle takdimi de, zaten davalardan ve mahkemelerden bıkmış vatandaşların beklendiği ölçüde dikkatini çekmedi. Üstelik o dönemde yürüyen Ergenekon ile başarısız kapatma davalarının bir tür rövanşı izlenimi veren Almanya Deniz Feneri davası arzu edilen neticeyle sonuçlanmadı. Muhalefetin bu saldırısının, sadece AK Parti’ye değil, sivil toplum kuruluşlarına da yönelik bir saldırı olarak algılanmasına yol açtı.
‘Sadaka kültürü’ ithamı
Muhalefet, bilhassa CHP ve Doğan medya grubu, meseleyi yolsuzluk ötesinde bir yere taşımaya çalıştığı için ikna edici olamadı. Bir faaliyetin hukuksuzluğunu değil bir varoluş şeklini ve sivil aktörlerin meşruluğunu, ontolojisini tartışmaya açtığı için bu davayı hassasiyetle takip eden muhafazakâr, mütedeyyin kitlenin sessiz reaksiyonuyla karşılaştığını dahi fark edemedi. AK Parti’ye karşı kullanılmak istenen yolsuzluk ve yoksulluk söylemi bu şekilde, ideolojik bir karakter kazanmış oldu.
Bu stratejik yanlış, yolsuzluk ve yoksulluk üzerinden gelişen siyasi hattın erken başarısızlığını göstermesine rağmen, basının da katkısıyla oluşan gürültü ortamı muhalefetin yeniden düşünmesini engelledi. Bunun da ötesinde muhalefetin perspektifi, demokratik ve sivil zemini daraltacak devletçi, bürokratik ve otoriter bir muhtevaya sahipti. Nitekim Almanya Deniz Feneri davasını takiben açılan yoksullara yardıma yönelik “sadaka kültürü” tartışması da fiyaskoyla neticelendi. Yoksullarla da sıradan vatandaşlarla da nasıl konuşulacağını bile bilemeyen bir bakış açısından bir etik çıkarmak mümkün değil. Umberto Eco’nun dediği gibi, “Etik, ancak ötekinin sahneye girişiyle mümkün olabilir”.
Ötekinin meşruluğunu kabul etmeyen, kamusal alana çıkartmayan ve kendi dışındaki bütün ötekileri, “hiç kimse” haline getiren bürokratik vesayet ise zaten başka türlü bakamazdı. Bakamadığı için de bu ufkun ötesini göremedi.
Almanya Deniz Feneri davası ve sadaka kültürü tartışmalarının başarısızlığına rağmen yolsuzluk tartışmalarına devam edildi; üstelik de CHP’nin etik siyaset anlayışı 2009’da CHP’li Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz’ın ifşaatlarıyla ayyuka çıkarken… Bu seferki proje, dürüst ve mütevazı imajıyla hesap uzmanı kökenli eski bürokrat, yeni siyasetçi Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden geliştirildi.
Türkiye İş Bankası Yönetim Kurulu üyeliği ve Vatandaşı Koruma Derneği Genel Başkanlığı yapan Kılıçdaroğlu rolünün hakkını veriyor, basın kendisini olağanüstü destekliyordu. Elinde belgeler sakin sakin konuşuyordu. Rakipleri kızdığında uygar bir biçimde tartışmak istediğini, aksi halde üzüldüğünü söylüyordu. “Eroin kaçakçısı” dediği şahsın kendisinin değil firmasının anlaştığı bir başka firmada çalışan yüzlerce şoförden birinin, şahsi olarak eroin kaçakçılığı yaptığı ortaya çıkınca da sakindi o. Rakipleri ise “bu kadarcık” bir iddia karşısında dahi, kızan ve uygarlık çizgisinden kayan kişilerdi. Doğrusu böyle bir tartışmayı seyredip, “Bak burada aşırı kaçtı ama diğer söyledikleri belgelere dayanıyormuş” rahatlığıyla futbol yorumu gibi konuşma zevkine kapılan seyirciler de, bu projenin başarıları arasındaydı. Ergenekon davasında masumiyet karinesi şiarıyla insan hakları aktivisti kesilen bu kesimlerin, konu ötekiler olunca masumiyet karinesinden ne kadar kolay vazgeçebildikleri bu şekilde görülüyordu. Ancak Kılıçdaroğlu, tartıştığı isimlerin partideki görevlerinden istifa etmesi ve en son Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne yeniden adaylığının açıklanmasındaki gecikme nedeniyle siyasette bir yıldız haline geldi. Proje tutmuş muydu? Kılıçdaroğlu’nun başarısı bir anda siyasete tahvil edilmek istendi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday ilan edildi. İstanbul adaylığı Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin 10 puan üzerinde bir oy almasıyla sonuçlanmıştı Bu başarı, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın 2010’da internete servis edilen kasetle istifa etmesinden sonra Kılıçdaroğlu’nu genel başkanlığına getiren projeye imkan verdi.
Kampanyanın dış ayağı
29 Mart 2009’daki mahalli idareler seçimleri, kapatma davasından sonra AK Parti’yi sıkıştırmak için devreye giren yolsuzluk ve yoksulluk üzerinden etik siyaset anlayışının sonu olmadı. 30 Mart 2014 mahalli idareler seçimleri öncesinde yeniden tedavüle sokuldu. Bu sefer bir siyasi parti ve siyasi liderin elinden değil, yolsuzluk soruşturması üzerinden kampanyaya dönüştü. Böylece kampanyanın daha inandırıcı olacağı düşünülmüştü. Kampanyanın dindar kimliğiyle bilinen bir cemaatle özdeşleştirilmesi, AK Parti ile tabanı arasında bir kopmayı kolaylaştırılacağı düşünüldü. Siyasetçiler tarafından değil hukukçular eliyle başlayan, medya ve siyasetin eşzamanlı dahil olacağı bir kampanya başladı. 17 Aralık’ta başlayan ve 25 Aralık 2013’te derinleşen bu kampanya, 30 Mart 2014’e ve sonrasındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine tesir edecek bir tür gayrinizami harp.
29 Mart 2009’daki tatbikattan ders alarak hayata geçirilen yolsuzluk kampanyasının amacı, ekonomik bir krizi de tetikleyerek siyasi istikrarı bozmak, Türkiye’nin yurt dışındaki itibarını sarsmak ve AK Parti’nin arkasındaki yüzde 50’lilik oy bloğunu dağıtmaktır. Yolsuzluk kampanyasının bu ikinci versiyonundaki ikinci ayağı, yurtdışına yöneliktir. Türkiye’nin siyasi rejiminin otoriter, yozlaşmış hatta El-Kaideci, “jihadist” ve terörist olduğunu “göstermektir”. İşte Halk Bankası etrafındaki tartışmalar ve “yardım konvoyunda silah bulundu” üzerinden İHH’ya yönelik yalan kampanyasının amacı budur. İHH üzerine yönelik yalan kampanyası, dış ayağın yanında yoksullara yönelik yardımı suistimal iddiasıyla iç politikaya yönelik bir boyut da taşıyor. Bu şekilde AK Parti ile yoksullar arasındaki bağın da koparılması amaçlanıyor. Bu siyasi mühendislik tarihten alınan dersle yeniden hayata geçirilirken; siyasetin, AK Parti’nin, medyanın, STK’ların ve vatandaşların hiçbir ders çıkarmamış olması mümkün mü?
Bu yazı Star Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.