“Gamsızlığın Dayanılmaz Hafifliği”* ya da “Muhammed Ali’ye ne borçluyuz?”

Hayat boyu süren başarısının dışında sarih duruşu ve İslamiyet’i seçip siyah beyaz televizyonlardan insanları sahura kalkarmışçasına boks maçını izletişi ile akıllarımızda yer edinen Muhammed Ali bugün itibariyle artık yok.
Hayatta kalımın ilginç özelliklerinden biri olarak veda eden ile ilgili tüm bilgileri özellikle son dakikada tekrar toparlama gereği duyuyor insan. Belki bilmediğinden, belki de veda etmenin zannedildiğine kıyasla daha ağır gelmesinden bu sabah hepimiz çocukluk anılarımızda ailelerimizin okyanus ötesi heyecanlar yaşamasını sağlayan Muhammed Ali ile ilgili pek çok haberi tekrar okuduk, videoları izledik.
Hepimizin aklında Muhammed Ali ile ilgili başka anlar takılı kalacak. Bazıları aldığı ilk Olimpiyat Madalyası’nı “siyahîler giremez” diyen garsona sinirlenip Ohio Nehri’ne atmasını, bazıları Müslüman olmasını, kimileri “Vietkonglular bana hiç “nigger” demediler” diyerek savaşa gitmeyi reddetmesini, bazıları kelebek gibi uçup arı gibi sokmasını unutmayacak. Tüm bu anektodların ötesinde benim için 11 Eylül saldırılarından hemen sonra CNN Muhabiri’nin kendisine yönelttiği “Bu dehşetin meydana gelmesine sebep olan teröristlerle aynı dinin bir mensubu olarak neler hissediyorsunuz?” sorusuna verdiği “Siz Hitler ile aynı dini paylaşan bir mensup olarak neler hissediyorsanız aynısını.” cevabının ayrı bir önemi olduğunu belirtmeliyim.  Kuşkusuz bu cevabı “ne güzel de laf soktu be” düzeyinde algılayıp günümüz literatürüne has “kapak” kavramı ile açıklayabilirsiniz. Ama sosyal kategoriler açısından düşündüğümüzde bu diyaloğun bize söylediğinin daha önemli olduğu aşikâr.
Lippmann 1922 yılında kalıpyargıyı “zihnimizin içindeki küçük resimler” olarak tanımlar. Bu küçük resimlerin tek başına varlığı olumsuz bir sonuca işaret etmeye yetmez, bu resimlerdeki bireylere belirli bir grubun üyesi olmasından mütevellit olumsuz bir tavır takınmak, sürece duygulanımın eklenmesi ile karşımıza önyargı çıkar ve kabul etmeliyiz ki önyargı süreci kalıpyargıya kıyasla daha olumsuz bir zemine taşıyabilir. Bireylere yönelik olumsuz kalıpyargı ve önyargıların süreğenlik kazanması ve tutumun merkezî olmasının sonucunda kişi ayrımcılığa maruz kalabilir. Bu ayrımcılık bireyin herhangi bir ediminden değil, kimliğinden kaynaklanmaktadır. Yani “Sabri Bey ne yapıyorsunuz?” sorusunu dahi sormadan kişinin Türk, Kürt, Sunnî, Alevi, Alman ya da herhangi bir “şey” olmasından ötürü uçamayacağına karar vermektir ayrımcılık.
Kalıpyargı, önyargı ve ayrımcılık kavramlarının ışığında Muhammed Ali’nin Müslümanlara yönelik kalıpyargı ve önyargıları yansıtmaya yönelik bir cevap verdiği görülebilir. Müslüman olmak ile terörist olmak arasında bir korelasyon olduğunu düşünen kişiye aynı korelasyonun Hristiyan olmak ile de kurulabileceğini söylemesi açısından bu cevap kritiktir. Peki zaten badem gözlü olan Muhammed Ali’yi anmak dışında bu anı günlük hayatımızda bize ne getirir?
27 Mayıs 2016 tarihinde İstanbul Tuzla’da işlenen bir cinayetin ardından ülkemiz bir seri katile kavuşmuş oldu. “Ya Batı’daki gibi şöyle ağız tadıyla dehşete düşebileceğimiz bir seri katilimiz bile yok kardeşim” diyenleri mutlu, benim gibi toplulukçu kültürün gücüne inananları şaşkınlığa düşüren bu seri katilin Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mezunu olduğu bilgisi işlediği cinayetlerden daha fazla dikkat çeker hale geldi. ODTÜ’den hazzetmeyen herkes ilgili okulun adeta bir katil fabrikası olduğu imaları ile sosyal medyayı sallıyordu ki üniversite ilgili kişinin okullarından mezun olmadığını açıkladı. Katil ODTÜ mezunu değildi ama yine de diyelim ki ODTÜ’den mezun olsun, ne değişirdi? Bugüne kadar binlerce mezunu olan bir üniversiteyi psikolojik sorunları olan bir mezun nezdinde ele alıp bir kuruma kişilik özellikleri atfetmenin akıllıca ve hakkaniyetli olduğunu kim söyledi?
4 Mart 2006 tarihinde Karaman’da bir ilkokulda çalışmakta olan M.B.’nin tutuklanması ile ortaya çıkan çocuk tecavüzü davası herkesi derinden yaraladı. Kişinin tutuklanmasına ön ayak olan süreçte 8 erkek çocuğuna tecavüz ettiği adlî soruşturma ile kesinleşti, diğer iddialar da sürece dahil oldu. M.B. belirli bir süre Ensar Vakfı’nda çalışmıştı evet, ancak tüm bu adlî vakalar Ensar Vakfı’nda gerçekleşmemesine rağmen vakıf bir cinsel istismar yuvası gibi gösterildi. Tecavüz suçundan yargılanmakta olan kişiden bağımsız süreç özelinde tüm mütedeyyin kesimin “sapık” olabileceğine dair karikatürler hazırlandı, o vakıfta yer almakta olan tüm çocukları ve ebeveynleri tedirgin edeceği düşünülmeden bu görsel materyaller tek tek sosyal medyada yer aldı.
Bir insan Müslüman olduğu için terörist olmak zorunda değildir. Bir insan ODTÜ’de okuduğu için seri katil olması gerekmez. Bir insan Ensar Vakfı’nda çalıştığı için mutlaka sapık olmaz. İstatistiğin bize bahşettiği en güzel kavramlardan biri olan “normal dağılım” eğrisinin her alanda her özellik için geçerli olduğunu unutmamakta fayda var. Dünyada ne yazık ki sapıklar, katiller, kötü niyetli insanlar ve kötüler var. Ama bu insanlar her dinden, ırktan, okuldan ve işyerinden olabilirler.
Dünyada aptallar da var. Bitmek bilmez bir şekilde bu sosyal kategorilere göre bizleri şekillendiriyor olup buna kendileri inanmayacak olsalar da onlar da her dinden, ırktan, okuldan ve işyerinden olabilirler. Önce kendi etrafımızdaki bu “naif” bireyleri uyarmayacaksak Muhammed Ali’ye borcumuzu ödemiş olur muyuz?
*Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı eserinden esinlenilmiştir.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et