Spor ekonomisi yazarı Tuğrul Akşar’ın “Ali Koç’un en büyük engeli ‘her sene şampiyonluk’ şiarı” başlıklı makalesinden;
“Fenerbahçe ölçeğinde, misyonunda ve vizyonunda olan bir kulüp için en büyük handikap, içinde bulunduğu yetersiz ekonomik ve mali yapıya rağmen ‘her sene şampiyon olmak’ şiarıdır… Bu anlayış, (taraftarın sürekli şampiyonluk beklentisi) Fenerbahçe’yi ‘sürekli pedal çevirmeye’ zorluyor… Sürdürülebilir bir mali yapı ve büyümeye sahip olamayan kulüpten, sürekli başarı, ‘şampiyonluk’ beklemek, bir paradokstur ve bu paradoksal yapı bir süre sonra kulübü içinden çıkamayacağı bir kısır döngüye sürükler… Ali Koç, taraftarına ve camiasına kısa vadeli, sürdürülebilir olmayan başarılar vaat etme yerine, geleceği kurtarmak için bugünü feda edecek, ciddi, popülerlikten uzak, acı reçeteyi sunmak zorundadır… ‘Ne pahasına olursa olsun başarı ve şampiyonluğa ulaşma’ gibi kulübü orta ve uzun vadede darboğaza sokacak popüler uygulamalara ve anlayışa asla izin vermemelidir.” (Dünya, 06.08.2018, s. 15).
Mevcut koşullarda, Fenerbahçe bir tercih yapmak zorundadır. İki yol vardır önünde; Futbolda bugün şampiyon olmak, kulübün bütün zamanının, enerjisinin, kaynaklarının bu hedef üstünde temerküzünü gerektirir. Ya da kulüp başarının orta ve uzun vadede devamını sağlayacak bir reform, yeniden yapılanma yolunu izleyebilir. Ezici hale gelen borçların ödenmesi, kulübün organizasyon yapısının yeniden şekillendirilmesi, personelin yenilenmesi ve uygun görev dağılımı. Kısacası, bir nevi toplam kalite yönetimi. Bu iki yol bir diğerini dışlar. Bugün için şampiyonluk fetişizmine kapılmak, uzun vadedeki asıl çöküşü getirir. Yeniden yapılanmak bugünkü şampiyonluk şehvetinden feragati şart koşar.
Zor günlerden geçiyoruz. Döviz kurları artık ateşten gömleğe döndü. Kurlardaki yükselişin boyutlarıyla orantılı olarak memleketin ekonomik aklında düşüş yaşıyoruz.
Enflasyon bir parasal dengesizlik sorunudur. Ekonominin ihtiyacından (para talebinden) daha fazla paranın arz edildiğine işaret eder. Yaşadığımız enflasyon ve onunla birlikte gelen sorunlar para politikamızdaki ciddi bir hataya işaret eder. Enflasyonun sorumlusu ve kökeninde yatan sebep izlenen para politikasının bizzat kendisidir.
Mevcut koşullarda, Türkiye bir tercih yapmak zorundadır. İki yol vardır önünde; bugünkü ekonomik büyümeyi sağlamak için ‘sürekli pedal çevirmek’, fiyat istikrarı hedefini geri plana itmek. “Seçmenler her zaman ekonomik olarak büyümek istiyorlar ve siyaset kurumu da iktidarda kalmak için ağır maliyetleri pahasına sürekli büyümeyi pompalamak durumunda kalıyor… Seçmenler her zaman büyümeyi enflasyondan daha çok önemsiyorlar” (N. Alçı, haberturk.com, 10.08.2018) Diğer yol ise parasal dengeye ulaşmaktır. Bu yol geleceği kurtarmak için bugünü feda eder. Ama orta ve uzun vadeyi kazanır. Çünkü orta ve uzun vadede fiyat istikrarı ile ekonomik büyüme arasında bir çekişme yoktur. Bilakis parasal denge ile çalışan bir ekonomi doğal büyüme oranında, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir yolu takip eder.
Elbette, popülist ve kolay yoldan gidilmesini eleştirenlere karşı “bu konuda iktisatçıların siyaset kurumunu eleştirmesinin de bir anlamı yok” (N. Alçı, aynı yerde) nihilizmini savunursanız, bence liberal demokrasiden uzaklaşmış olursunuz. Çünkü benim anladığım ve savunduğum liberal demokrasi miyop ekonomik politikalar ve kamu kaynaklarıyla oy satın alma süreci değildir. Örneğin, liberal demokrasi enflasyonun toplumsal bir zarar olduğunu bilir. Bir kere bünyeye, bizim şu günlerde yaşadığımız boyutlarda girdiğinde, olumsuz tesirlerinin temizlenmesinin bedelsiz olmayacağını bilir ve topluma bu konuda doğruyu söyler. Kurala dayalı bir ekonomi politikası ile sistemin orta ve uzun vadede doğru olanı yapmasını şart koşar (I).
Enflasyonun nedenini doğru teşhis etmeden onun alt etmemiz mümkün görünmüyor. Ülkemizde iyi kötü paranın miktar teorisi bilinir. Bilinmeyen şey ise sübjektif değer teorisi ve bu teorinin paranın değerine tatbikidir. Elbette paranın miktar teorisi özünde yıkılmaz bir gerçek barındırır. Paranın niceliği, miktarı arttıkça değeri düşer; yani enflasyon olur. Fakat bu objektivist bir açıklamadır, bu nedenle de ancak kısmi bir açıklama gücüne sahip olabilir. Sübjektif değer teorisi ise bize paranın değerinin de son kertede ekonomik aktörlerin sübjektif kıymet takdirlerinin sonucu olarak belirlendiğini söyler. Paranın ‘nitelik’ teorisi paranın miktarı önemli miktarda artmasa bile, örneğin ağır bir güven bunalımı durumda dahi enflasyonla karşılaşabileceğimizi söyler. Başka bir muhtemel durum olarak, para arzı artış oranının ima ettiği fiyatlar seviyesinden daha fazla tırmanan enflasyon oranlarını izah edebilir. Şu içinden geçtiğimiz günlerin enflasyon ve kur hareketlerini en doğru şekilde açıklayabilen teori işte budur.
Hak etmediği övgülerin (örneğin, Y. Oğur, Karar, 08.08.2018) ve hak etmediği eleştirilerin bir mağduru olan TCMB eski başkanı Erdem Başçı 2008 sonrası dönemde faiz oranlarını düşürdüğünde, o günlerden bu güne süren ve birkaç tur yapan ‘aşırı hızlı büyüme ve yumuşak iniş’ makroekonomik döngümüzü başlatmıştı. Bu hamle bugün yaşadığımız sorunlara katkısı olan bir hataydı. Bu döngüyü ve aşırı hızlı büyüme sonrası neden ‘sert düşüş’ aşaması yerine yumuşak iniş yaşadığımızı, 2017 Haziran’ına kadarki kısmıyla, “Türkiye’nin 2002 Sonrası Büyük Moderasyonu” (II) isimli çalışmamda detaylı olarak anlattım. Bilhassa 2009’dan bu yana para arzı fazlalığına ve Türk Lirası’nın itibarsızlaşmasına sebep olan, olabilecek bütün hataları işlemiş durumdayız ve bugün karşılaştığımız durum bu politika hatalarının birikimli bir sonucu.
Sıralayacak olursak;
- para miktarını artırdık,
- faiz politikası marifetiyle paranın dolaşım hızında yapay artış ürettik,
- para politikasının tamamlayıcı esaslarından olan ‘para politikası söylem ve iletişiminde’ vahim hatalar yaptık,
- TCMB ile Hükümet arasında bir amaç birlikteliği bile olmadığı algısını doğurduk.
10 Ağustos itibariyle kur hareketlerinin önemli seviyede, çok riskli bir ekonomik güven bunalımına yol açtığı tespitini yapmak için iktisatçı olmaya gerek yok. Özellikle para politikası söylemi ve iletişimindeki hatalar, ekonomi politikasının diğer bazı hatalarının da katkısıyla Türk Lirasının değerinde güven kaybına dayalı bir erime meydana getiriyor. Bu hatalar neydi şöyle bir hatırlayalım;
- uzun süredir var olan, ama artık zarar verme tesirini gittikçe artıran ‘faiz lobisi, döviz lobisi’ söylemi,
- politika yapıcının artık çaresiz kaldığı algısını oluşturan ‘döviz bozdurma çağrıları’,
- varlıklarını yurt dışına transfer eden iş adamlarının vatana ihanetle suçlanması,
- kurlardaki her yükseliş atağından sonra ‘kurlar düşecek’ denmesi ama her seferinde daha da artarak politika yapıcıların itibar kaybına yol açması,
- bir kur hedeflemesi yapılmadığı halde, temel politika metni olan Orta Vadeli Programlarda kur tahmini yapılması ve bu tahminlerin hep ıskalanması,
- Politika ve iletişim metinlerinde yer verilen enflasyon hedeflerinin her yıl ıskalanması ve enflasyon beklentilerinin kendi kendisini besler hale gelmesi,
- kur yükselişlerini engelleyemeyecek bazı idari bazı tedbirlerin ‘çözüm’ gibi sunulması ve her seferinde geçici rahatlama bile sağlayamaması, bunun sebep olduğu piyasa karamsarlığı,
- Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi kurallara dayalı politika yönetimini tercih eden bakanların görevsiz bırakılmaları,
- enflasyonun sebebi ve hatta ‘bütün ekonomik kötülüklerin anası’ olarak piyasa ekonomisinin temel bir koordine edici mekanizması olan faiz oranlarının suçlu, gayri meşru kazanç gibi gösterilmesi,
- bu hatalı tespite istinaden kendi merkez bankasına ‘faizleri artırarak enflasyonu düşüremezsin, başaramayacaksın’ diyen bir hükümetin olması,
- Hükümet ve TCMB’nin fiyat istikrarını en öncelikli hedef olarak ortaklaşa benimseyememesi,
- Bütün bu söylem ve iletişim hata ve kazalarının TCMB’nin son birkaç yıldır izlediği (sıkı değil) cılız para politikasının zayıf tesirlerini de aşındırması,
- Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş seçimi olan 24 Haziran öncesi Erdoğan’ın talihsiz Londra beyanatları,
- Döviz hesaplarına el konulacağı, kurun astronomik bir devalüasyon sonrası sabitleneceği şeklindeki son dönemdeki dedikodulara etkili bir karşılık verilememesi,
- Ve bütün bunlarla ‘Türkiye’yi finans merkezi yapma’ resmi hedefi arasındaki derin çelişkinin fark edilememesi.
Türkiye’nin döviz kurlarında hak etmediği seviyelerle muhatap olduğunu esasen kabul ediyorum. Bu ülkenin ekonomisi çok daha düşük seviyeleri görmeliydi. Bu mümkün de olabilirdi, şayet yukarıdaki hatalar yapılmasaydı.
TCMB uzunca bir süredir izlediği politikanın sıkı olduğunu ileri sürüyor. Çok kısa bir süre, en son 500 baz puanlık artış sonrası, ama son aylık enflasyon verileri açıklanmadan öncesi sıkı gibi de göründü. Şu anki politikanın bile 2019 sonuna doğru enflasyonu %10 altına düşürmesi muhtemel olsa da, bunun adı fiyat istikrarı değildir ve Türkiye’yi yeterince rahatlatmayacaktır.
Mevcut güven bunalımının ve Türk Lirasındaki değer kaybının durdurulması, nihai olarak fiyat istikrarı hedefinin gerçekten tutturulması için yapmamız gerekenler var;
- AB Tanımlı Genel Yönetim Borç Stoğunun milli gelire oranını makul bir sürenin sonuna kadar, tercihen 5 yılın ardından, %20’nin altına indirme şekildeki bir mali kuralı uygula,
- faiz politika oranında Taylor Kuralını takip et,
- faiz politikasını daha da sadeleştirmek amacıyla, koridor uygulamasını kaldır, geç likidite penceresini kaldır,
- fiyat istikrarına geçiş sancılı sürecinde ve sonrasında para arzında önemli seviyede çöküş oluşmasını engelle,
- bunu orijinal nihai kredi mercii doktrininin kurallarına riayet ederek yap,
- para politikası söylem ve iletişiminde bugüne kadar yapılan hataları tamamen terk et,
- Türkiye’yi finans merkezi yapmak için başta BSMV (Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi) olmak üzere finans şirketlerinin ödediği bütün vergileri kaldır. Yabancı bankaların yurt içi piyasaya girişini teşvik et.
Fiyat istikrarına geçiş, bilhassa da Taylor Kuralının tatbiki elbette sancılı olacaktır. Ancak korkunun artık bir faydası yoktur. Kuralın inatla ve sebatla tatbiki Türkiye’yi parasal denge ve faiz oranlarının koordine edici yeteneği ile buluşturacaktır. Taylor Kuralı gibi basit ve başarısı tarihsel tecrübe ile sabit bir kuralın iletişimi ve piyasa aktörlerince benimsenmesi de önemli kazanımlar sağlayacaktır. Bu sayede, makroihtiyati tedbirler adı altında, kredi tahsis koşullarının bir sıkılaştırılıp bir gevşetilmesi şeklinde hissedilen müdahale etme dürtüleri de gereksiz hale getirilmiş olacaktır. Faiz oranlarının yol göstericiliğinin bu hususta daha iyi sonuçları vermesi engellenmemiş olacaktır.
Ama belirtmek gerekir ki, bu sancı Türkiye ekonomisinin esnekliği ve dinamizmi içinde en fazla bir yıl kadar sürecek bir durgunluk dönemi olabilir. Türkiye eninde sonunda bu engeli aşmak zorundadır. Ve bunu, kendimizi kandırmayalım, ancak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin sağladığı yönetim tarzının da desteğiyle, sadece ve sadece Erdoğan ve hükümeti yapabilir. Erdoğan’ın toplumu ikna kabiliyeti, ifade gücü ve liderliği kurala dayalı para politikasının işini kolaylaştıracaktır. Kimilerine ironik bir durum gibi gelebilir ama, keyfi yönetimden kurallı yönetime geçişte, politik koşulların sonucu olarak, siyasi liderlik gerekli ve hatta kaçınılmaz olabilir.
Son olarak, ‘Asla panikleme!’ uyarısını yapmam gerekir. Aşırı hararetli kur sarsıntıları piyasa düşmanı hamlelerin yapılmasına zemin teşkil etmemeli. Eğer şu son yılların kur hareketlerine dair bir komplo teorisi yazmam illa ki gerekirse, bu ülkenin düşmanlarının Türkiye’yi, serbest kur rejimine sırtını dönecek şekilde, aşırı müdahaleci bir kambiyo rejimine sürüklemek istediklerinden şüphe etmem çok daha muhtemeldir.
Ekonomiye kalıcı hasarlar verecek hastalıkları böyle bir hatanın kesinlikle üreteceği izaha muhtaç bile değildir.
(I). “Liberal Demokrasinin Kayıp Halkası: Kurallara Dayalı Para Politikası ve Makroekonomik İstikrar”, Ünsal Çetin, http://www.liberal.org.tr/sayfa/liberal-demokrasinin-kayip-halkasi-unsal-cetin,632.php
(II). “Türkiye’nin 2002 Sonrası Büyük Moderasyonu”, Ünsal Çetin, http://www.liberal.org.tr/sayfa/turkiye-nin-2002-sonrasi-buyuk-moderasyonu,686.php