Kimileri için bu ülkede artık enflasyon da dış güçlerin oyunu. Maliyet enflasyonu denen teorik yanılgının böyle bir hatalı düşünceye nasıl arka çıktığını görmek iktisadi düşüncenin ciddi öğrencilerinin üstüne vazife olmalı.
Yine iktisadın ciddi öğrencileri fiyat istikrarının ekonomik istikrarı garanti etmediğine de dikkat etmeli. Ölçülen enflasyon neredeyse sıfırken, merkez bankasının bir ülkenin sermaye dağılımını faiz oranları üzerinden kapsamlı şekilde nasıl çarpıtabileceğini, bunun da en nihayetinde bir makroekonomik krizi sahnelediğini görmeli. Ekonomik krizler tarihi ile aşina bir iktisatçı için bunu bilmek zor olmasa gerek. Ancak belki de ülkemizin içinde bulunduğu şu günlerde, fiyat istikrarı–ekonomik istikrar ayrımından bahsetmek yersiz ve zamansız, bir lüks. Daha oralara gelemedik gibi.
Gelemedik çünkü öyle görünüyor ki, fiyat istikrarını gerçekten isteyen, politikasını bir fiyat istikrarı hedeflemesine göre tasarlayan ve sadakatle uygulayan bir ülke bile değiliz. Fiyat istikrarı ‘demokrasi’, ‘liberal’, ‘özgürlük’ kelimeleri gibi, anlam/içerik kaybına uğramış durumda sanki. Güya her kesim onu kendi retoriğinde özenle besliyorken, fiyat istikrarı olmayan şeyin peşine takılmış durumdayız. Fiyat istikrarına bu sözde bağlılık örneğin, ‘Türkiye için %5 enflasyonu fiyat istikrarı olarak düşünme’ hatasında yansıma bulabiliyor. %5 enflasyonun orta ve uzun vadede halkın satın alım gücünde nasıl bir erime anlamına geldiğini bahse değer görmeksizin, fiyat istikrarını istiyormuş gibi yapıyoruz.
Retoriği bir kenara ayırdığımızda, izlenen politikanın ‘bilinçli enflasyonist’ olduğunu vurgulamamız lazım. Çok kısaca ifade etmememiz istenecek olursa, bizimkisi enflasyondan medet uman bir politikadır. Yola çıkarken enflasyonla başlayıp, kaçınılmaz kur hareketleri ile karşılaşınca ‘fakirleşiyoruz’ çığlığı atmaktır. Refah seviyesini dayanıklı bir eğilimle yükselten hiçbir ülke bunu kendi para biriminin değerini düşürerek yapmamıştır. Ancak biz hikâyenin bizim için farklı olmasını neye güvenerek bekleyebiliyoruz, burası açık değildir.
Çok değil, daha 2014’ün Mayıs’ında kurların düşük seyrettiği bir konjonktürde ihracatçılarımızın nasıl bir müdahale çağrısı ile yanıp tutuştuğunu hatırlayan pek yok. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi “Kur aşağı doğru gidiyor, gitmemesi lazım. Merkez’in döviz alması gerekiyorsa döviz alması, faiz düşürmesi gerekiyorsa düşürmesi lazım. Bunun zamanı yok. ‘Mayıs sonu ya da Haziran’daki toplantı gelsin’ demeye gerek yok” demişti. İstanbul Hazırgiyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB) Başkanı Hikmet Tanrıverdi “Kur son dönemde %10 düştü. Bu gelgit ortamında müdahale edilmezse kimse ihracatçıdan yeni rekorlar beklemesin” diye buyurmuştu. Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Başkanı Cem Negrin “Kurlardaki artışın desteği ile ihracatımız Nisan ayı itibarıyla ilk kez yıllık bazda 18 milyar dolara ulaşmış ve kârlılığımız da uzun yıllar sonra 2007 seviyesine geri dönebilmişti. Ancak son bir aydır uzun yıllar sonra yakaladığı ihracat performansını ve kârlılığı hızla kaybetme riski ile karşı karşıya kaldı. Zararın neresinden dönülse kârdır. Ekonomi yönetiminden kurlardaki bu gerilemeye karşı acil önlem almasını talep ediyoruz” diye eklemişti (I).
İhracatçılarımız bugünlerde ne kadar da sessiz, değil mi? TCMB’nin faiz ve kur manipülasyonu ile uluslararası piyasalarda rekabet ve fiyat avantajı kazanmanın taşıma suyu ile değirmen döndürmeye çalışmaktan farkı yok. Daha verimli, yenilikçi, kelimenin gerçek anlamıyla girişimci olmak bizlere zor geliyor elbette. Fakat başka bir çaremiz var mı? Diyelim ki, TCMB’nin parasal manipülasyonu sayesinde fiyat üstünlüğü yakalayarak ihraç ettiğiniz bir malı bir süreliğine daha çok satabildiniz. Bugünkü dünyada, hele ki dijitalleşmenin böylesine küresel yayılım gösterdiği bir çağda, üç ya da beş ay sonra Çin’den, Avustralya’dan veya Şili’den sizin ürettiğinizi sizden daha iyi üreten birisi çıktığında yine TCMB’ye mi başvuracaksınız?
Elbette “…müdahale edilmezse kimse ihracatçıdan yeni rekorlar beklemesin” gibi bir ifadenin girişimcilikle ilgisi olmadığı, bir imtiyaz arayışını içerdiği ve bunu da bir tür tehditle yapmaya çalıştığı izaha bile muhtaç değil. “Merkez’in döviz alması gerekiyorsa döviz alması, faiz düşürmesi gerekiyorsa düşürmesi lazım” demek ise ‘toplum enflasyon bedelini ödesin ama biz devleti araya koyarak kazanmaya devam edelim’ kapısından başka yere çıkamaz. Elbette onların kazancı, enflasyonist bir para politikasının varlığında, topluma da kazandıran değil ama toplumun sırtından devşirilen bir kazançtır. Enflasyonist politikanın ne kadar şiddetli bir boyutta uygulandığına bağlı olarak, ihracatçıların artan kazançları da esasen bir gelir artışı değil, toplumdan çekilen bir gelir transferidir. Kısacası, ‘devlet müdahalesi (enflasyon) yoksa oynamıyorum’ mızmızlığı sadece devletçi paradigmanın bir ‘taşıma suyu’ olabilir.
Enflasyonun hiçbir işimize yaramadığını anlamak için daha ne kadar acı tecrübe yaşamamız gerekiyor?
Enflasyonun para arzı artışıyla ve para arzını artıran TCMB ile bağlantısını kuramayan görüşe kalsa, dış ticaret açığı verdiğimiz; üretim yapmak için dövize ihtiyaç duyduğumuz için bu ülke ‘yükselen kurlar’ üzerinden maliyet enflasyonu yaşıyor. Kur geçişkenliği açıklamaları her yerde kabul görüyor. Bu görüşün komplo teorilerine takılmayan ‘teknik iktisatçı’ kanadı enflasyonu ekonomimizin yapısal bir sorunu olarak görüyor. Asıl sorumlu TCMB’yi tamamen beraat ettirerek, dış ticaret açığı veren bir ekonominin bir nevi ‘enflasyon ithal ettiğini’ zannediyor. Dış ticaret açığı verip enflasyon yaşamayan ülkeleri izah edemiyor. Yeni yetme komplocu ‘maliyet enflasyonu’ kanadı ise diğer kanadın en azından sahip olduğu tasviri doğrulukla bile ilgilenmiyor. Kur hareketlerinin son iki–üç yıldır yükselen eğilimini bütünüyle dış güçlerin operasyonu olarak görüp, enflasyonu da dış dünyaya bağlıyor. Her durumda TCMB paçayı sıyırıyor. Zaten dünyanın her yerinde merkez bankacılar fiyat istikrarının (başarının) kendi yapıp ettikleriyle ilgili olduğunu, fiyat istikrarsızlığının (başarısızlığın) kendileri dışındaki faktörlerin sonucu olduğunu düşünmemizi sağlamışlardır.
Teşhis böyle hatalı olunca, ‘dövize karşı milli mücadele’ adı altında çözüm olmayan ‘çözümler’ gündeme geliyor. Dolarizasyondan rahatsız isek, TL’den kaçış milli onurumuzu zedeliyor ise öncelikle ve asıl yapmamız gereken para arzındaki artışa dur demek. Bu da bizzat bizim elimizde. Yola çıkarken izlediğimiz politikanın zamana yayılan sonuçlarıyla karşılaşınca, izlediğimiz politikayı değiştirmek yerine, kontrol/müdahale tedbirleri ve TL için ‘seferberlik’ kampanyaları ile sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Korkarım ki, asıl soruna dokunmadığımız için, kendimizi kandırarak ve beyhude yere böyle yapıyoruz. Yola çıkarken faiz oranları yükselmesin, hatta düşsün diyoruz. Sonra kur yükselişine karşı aldığımız tedbirlerle kendi elimizle swap piyasası, tahvil piyasası faiz oranlarını %30’lara zıplatıyoruz (II). İktisat biliminin kanunları görsel bir şölen ile önümüzde dans ediyorken, faiz oranlarını tamamen serbest bırakmanın daha iyi olacağı sonucuna bir türlü varamıyoruz.
Şimdiye kadar alınan tedbirler ne yazık ki sorunun kaynağına dokunmaktan ziyade sorunun sonuçlarını baskı altına almaya yarayan türdendir. Türkiye’nin acilen bir önceki yazımda somut bir şekilde sıraladığım tedbirleri uygulamaya geçirmesi gerekmektedir (III). Eğer kurallara dayalı bir ekonomik politika yoluna girilmezse, yeni ve muhtemel spekülatif atakları engellemenin bir maliyeti olarak ‘yeni ve daha çok devlet kontrolleri’ ekonomimize farklı farklı bedeller ödetecektir. 10 Ağustos Kara Cuma’dan bir hafta kadar önce liberal meslektaşlarımla bir sohbet esnasında “Ortamın tam da spekülatörlerin işini kolaylaştıran türden olduğunu” dile getirmiştim. Ne yazık ki 10 Ağustos döviz şoku ile karşılaşmamıza yol açan spekülatif zemini kendi ellerimizle döşedik. Bunu söylemeyi, bunu vurgulamayı aziz ülkeme karşı bir borç olarak biliyorum, kabul ediyorum.
O zeminin üzerinde, kırılganlık dönemini kalıcı olarak geride bırakan ve güvene dayalı yeni bir dönemin inşası sadece kurallara dayalı olarak yürütülen bir ekonomi politikası sayesinde mümkün olacaktır.
———————————————————-
(I). Ünsal Çetin, “Ya müdahale ya da müdahale”, Mayıs 2014, hurfikirler.com; http://www.hurfikirler.com/ya-mudahale-ya-da-mudahale/
(II). Abdurrahman Yıldırım, “Kurda yeni atağa kadar rahat dönem”, 17.08.2018, haberturk.com; https://www.haberturk.com/yazarlar/abdurrahman-yildirim-1018/2107903-kurda-yeni-ataga-kadar-rahat-donem
(III). Ünsal Çetin, “Futboldan makroekonomiye giden bir yol vardır”, 10.08.2018, hurfikirler.com; http://www.hurfikirler.com/futboldan-makroekonomiye-giden-bir-yol-vardir/