Fazıl Say Vakası, Çifte Standart ve İfade Hürriyeti

Gülay Göktürk Fazıl Say Vakası üzerine yazdığı “Bilmem Fark Ettiniz Mi…” başlıklı yazısında (19 Nisan 2013 Cuma Günü Bugün Gazetesi’nde yayınlanan yazı) haklı olarak bir çifte standarda dikkat çekerken, aslında dünyanın ifade hürriyeti ile ilgili gelip dayandığı bir çıkmazı da açık bir şekilde gösteriyor. Lakin Göktürk, bu ifadelerin nefret suçu olarak kabul edilip cezalandırılmasını onaylamak suretiyle kendisi de bu çıkmaza katkı sağlıyor. Söz konusu çıkmaz şudur: Bu tür tartışmalı dava ve vakalar başta olmak üzere, her fırsatta, her bir taraf öteki tarafın fikir ve ifadelerini hürriyet hakkının korumasından çıkarmaya uğraşmaktadır. Böylece her bir cepheden gayet “medenice gerekçelerle” sürekli itile kakıla ifade hürriyetinin sınırları iyice daraltılmaktadır. Ancak yine her bir taraf, kendilerinin fikir ve ifadeleri söz konusu olduğunda ifade hürriyetlerinin ihlal edindiğinden yakınmakta ve kendi tarafında oldukları fikir ve ifadelere koruma talep etmektedirler.

İfade hürriyetinin ihlali genellikle yaygın iki yöntem ile yapılır: Tekçi-Mutlakçı Baskı ve Medenice Baskı

Bunlardan ilki kaba ve demode bir yöntemdir. Burada tek ve mutlak bir hakikat/doğru iddiasında bulunularak ifade hürriyeti reddedilir ve ihlal edilir. Bu yüzden bu yönteme “tekçi-mutlakçı baskı” yöntemi diyorum. Bu yönteme başvuranlar daha eskilerde genellikle dinî dogmalara referans verirken, modern zamanlarda ise genellikle seküler dogmalara referans vermişlerdir. İfade hürriyeti önceleri din adına yok edilirken, sonraları çeşitli versiyonları ile “seküler dinler” adına yok edilmiştir. Bu yöntemin en katı halinde, kişilerin sözle veya şeklen iktidar koruması altındaki bu tek doğruyu kabul etmeleri veya ona uymaları kâfi gelmez. Öyle ki, bireylerden zihnen ve vicdanen de tam itaat ve onay beklenir. Bu yöntemde iktidar sahiplerinin izin verdiği ve tolere ettiğinin ötesindeki her fikir ve ifade yasaklanmakta ve şiddetle cezalandırılmaktadır.

Elbette böyle katı bir ortamda ne ifade hürriyetinin ne de başka bir hürriyetin esamesi okunmaz. İfade hürriyetinin “ihlali”nden bile bahsedebilmek için kısmî bir özgürlüğe ihtiyaç vardır. Bu tür koşullarda ise ifade hürriyeti ihlallerinin önemlice bir kısmı bu tekçi-mutlakçı anlayışın hafif, parçalı ve savruk hallerine bürünerek karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de Atatürk, resmi tarih ve resmi ideoloji alanında yaşanan ifade hürriyeti ihlallerinin tek-parti dönemindeki katı, sonraları ise daha gevşek ve dağınık seyreden serüvenini hatırlayın. Bu yöntemde ifade hürriyetini ihlal edebilmek için başvurulan gerekçe basitçe şudur: Eğer hakikat veya doğru tek ise insanları bunu inanmaya, bunu kabul etmeye zorlamak meşru veya gereklidir. Devlet veya iktidar cebrinin hakikat veya doğrunun tarafında saf tutması kadar doğal ne olabilir ki!

İfade hürriyeti ihlalinde başvurulan ikinci yöntem ise pek sofistike ve moda bir yöntemdir. Bu yüzden bu yönteme “medenice baskı” yöntemi diyeceğim. İlk yöntem kaba ve doğrudandır, çünkü insanları tek doğruyu kabul etmeye zorlamaktadır. Medenice baskı yöntemi ise insanları kendilerininki hariç diğer bütün “kimliklere” karşı nazik, anlayışlı ve ince düşünceli olmaya, onlara saygı duymaya ve değer vermeye, onlardan nefret etmemeye zorlamaktadır. Bu yöntem doğrudan ve açık bir şekilde değil, sinsice ve fark ettirmeden ifade hürriyetini kemirmektedir. Burada söz konusu fikir, kanaat ve ifadelerin belli bir gruba veya grup üyelerine yönelik olarak aşağılama, hakaret etme, küçük görme, alay etme, rencide etme, küfür vb. bir nitelik taşıması gerekçe gösterilerek ifade hürriyetinin kısıtlanması talep edilmektedir. Öyle olduğu düşünülen ifadeler gittikçe yaygınlaşan bir biçimde nefret suçu olarak adlandırılmaktadır. Nefret suçu argümanını benimseyenler, nefret söylemi olarak tanımladıkları fikir ve ifadelerin ifade hürriyetinin korumasından çıkarılmasını, suç olarak tanınıp yasaklanmasını ve mümkün olduğunca ağır cezaların getirilmesini savunmaktadırlar.

Nefret söylemi-suçu daha ziyade toplumlarda azınlıkta olan, ayrımcılığa maruz kalan ve zayıf ve korumasız olduğu düşünülen grupları koruma ve onlara yönelik pozitif ayrımcılık inşa etme çabasının bir sonucu olarak kendini gösterdi. Nazi soykırımı sebebiyle Yahudiler, ABD’nin ırkçılık geçmişi sebebiyle siyahlar, cinsiyetçilik sebebiyle kadınlar ve homofobi sebebiyle eşcinseller gibi kimlikler-gruplar başlangıçta öne çıktıysa da, zamanla bu korumadan yararlanmak isteyen gruplar veya kimliklerin sayısı hızla arttı. Aynı zamanda nefret söyleminin ve nefret suçunun tanımı epeyce genişledi. Pek çok Batı Avrupa ülkesinde fikir ve ifade hürriyeti belli cephelerden geriledi. Örneğin bazı ülkelerde “Yahudi Soykırımını” veya “Ermeni Soykırımını” reddetmek yasaklandı. Nefret söylemi-suçu fikir ve ifade hürriyetini tehdit ettiği gerekçesiyle zaman zaman eleştirilse de, söz konusu anlayış dominant eğilim haline geldi. Ne zaman ki, Hristiyanlar ve Müslümanlar gibi major dini gruplar nefret söylemi-suçu kalkanını kendileri için talep etmeye başladılar, o zaman işler karıştı. Göktürk’ün “çifte standart” diye veryansın ettiği noktaya gelinip dayanıldı.

Şöyle ki, din adına ifade hürriyetinin ihlal edilmesini talep edenler önceleri tekçi-mutlakçı yönteme başvuruyorlar, onaylamadıkları fikir ve ifadeleri kâfirlik veya küfre girme olarak niteliyorlardı. Sonraları dine veya dince kutsal sayılan değerlere hakaret olarak formüle ettiler. Ve nihayetinde dindarlar da nefret söylemi-suçu etiketinin sihrini keşfetti ve kendileri için de aynı korumayı/ayrıcalığı talep etmeye başladılar.

Batı medeniyeti din adına yapılan hürriyet ihlallerine direnmede güçlü bir tarihsel geleneğe ve haklı bir reflekse sahip olduğundan, bu alanda ifade hürriyeti göreceli olarak daha titizlikle korunabildi. Üstelik uzunca bir süre din adına ifade hürriyetinin sınırlanması talepleri tekçi-mutlakçı baskı yöntemi dediğim anlayışın izdüşümleri şeklinde savunulmaya çalışıldığından, bunlara karşı çıkmak ve gayrî meşru birer talep olarak kategorize etmek çok daha kolaydı. Hele İslamiyet adına yapıldığında, ifade hürriyetinin sınırlanmasına yönelik taleplere direnmek hiç düşünmeden alınan doğal bir pozisyondu. Zira Müslüman coğrafyanın insan hak ve hürriyetleri alanındaki sicili hem pratik hem teorik bakımdan oldukça zayıftı ve buna bir de Batı’da “11 Eylül” ile güçlenen İslamafobi eklendiğinde ifade hürriyetini desteklemek için yeterince güçlü motivasyonlar sağlanmış oluyordu. Öyle de oldu, global ölçekte Salman Rushdie vakasından Danimarka’da yayınlanan karikatürlere, yerel ölçekte ise Ekşi Sözlük Yazarı Vakasından Sevan Nişanyan Vakasına ve en son Fazıl Say Vakasına kadar pek çok örnekte, nefret söylemi-suçunu savunanların çoğunluğu bunları ifade hürriyeti kapsamında görürken, İslamî çevrelerin çoğunluğu bunları hakaret ve saldırı olarak gördü.

Böylece Göktürk’ün sözünü ettiği çifte standart bariz biçimde görünür hale geldi. Nefret söylemi-suçu gerekçesiyle ifade hürriyetine katı sınırlar getirilmesini savunanların haylice bir kısmı söz konusu olan major dinler ve mensupları olduğunda ifade hürriyetini korumaktan yana tavır aldılar. Ancak, ifade hürriyetinin sınırları konusunda sergilenen bu çifte standart tek yanlı değil. İslamî çevreler veya dindar Müslümanların çoğu da benzer bir çifte standart ile malul durumdalar. Sadece o taraftan yapılan çifte standart şimdilik daha az görünür halde. Çünkü İslamî çevreler insan hakları ve hürriyetleri literatürü ve diline yenice ısındılar. Artık “Batılı olduğu” gerekçesiyle kategorik olarak insan hakları felsefesini reddetmiyorlar, üstelik gittikçe bu dile ve düşünce örgüsüne aşina ve hâkim olmaya başlıyorlar.

Sonuç olarak, “pek medenî gerekçelerle” ifade hürriyetinin “öteki için” ihlal edilmesi talepleri artarak dört bir yandan yükseliyor. Bu talepler ifade hürriyeti aleyhine güçlü bir kamuoyu ve baskı inşa ediyor. Bu baskı karşısında “taraflı” bir ifade hürriyeti savunusu fazla direnemiyor ve de direnemeyecektir…
15.09.2015

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et