Evden uzakta olmak çocukken veya evdeyken çok cazip gelirdi. Hele ki erkek çocuğuysanız. Evden çıkmak, tek başına bir şeyler yapabilmek, hesap vermemek düşüncesi o kadar çekicidir ki. Özellikle kanın hızlı aktığı, genç yetişkinlik dönemlerinde artık bu kendini kanıtlama çabası olarak belirir.
Lisede, eğer başaramadıysan üniversitede, özellikle bunun için çabalar, emek harcarsın. Bunun için ya uzakta iş arayışına girer ya da üniversite için il dışına çıkarsın. Artık ikinci seçenek sorunsuz bir şekilde, biraz da ailelerin, “kendini kurtarsın da” düşüncesiyle boyun eğdiği, kendi yoluna girmiş bir durum oldu. Üniversite için evden uzaklaşmak artık günümüzün modası olmuş durumda.
Harun Kaban da tam olarak bu ikinci sebeple evden uzaklaşıp bir daha eve dönemeyenlerden. Liman Kitapları’ndan çıkardığı Evden Uzakta kitabında da, evden uzakta geçirdiği zamanlarında, evine olan özlemini, ev’indeki hikayelerini okuyucuya aktarıyor. Yalın ve sade diliyle, aynı tecrübeleri, en azından bir kısmını yaşayanlar için, aslında insanlara kendi hikayelerini anlatıyor. Okurken duygulandırıyor, duygulanırken gülümsetiyor. Tıpkı hayatın kendisi gibi.
Harun Ağabey, benim birebir tanıştığım ve “ağabey” diyebildiğim ilk yazardı. Sivaslıydı. Ben de Erzincanlıydım. Aslında birbirimize çok yakın yerden geliyorduk. O hâlde benzer de olabilirdik. Bu, evden uzakta olanların, içinde yeşeren, evden uzakta olmayanların pek de anlayamacağı, hatta bunu düşünenlerin bile anlamlandıramadığı ama bir o kadar da gerçek olan bir his. İnsan sanki kendisinden birisini bulmuş gibi hissediyor. İnsan evden uzaktayken artık evini doğduğu şehrin sınırlarına kadar genişletebiliyor. Komşu şehirler de birer komşudan ibaret oluyor. Harun Ağabey de, Ankara’da, benim evime komşu olan bir evdendi yani komşuyduk.
Kitapta, özellikle taşrada yetişenler, kendi küçüklüklerine ve gençliklerine dair çeşitli hikâyeler bulacaklar. Mesela herkesin bir okuldan kaçma hikayesi vardır, her yatılının yurttan kaçma planlarını duyabilirsiniz. Herkeste Harun Ağabey’in “Tahsin Baba”sı gibi, “baba gibi adamdı” dediği bir hocası muhakkak olmuştur. Sadece öğretmen veya hoca olmayan adamlardır onlar.
Ayrıca “nerede o eski ramazanlar” tadında ramazan anılarımız da vardır. Harun Ağabey de ramazanın kış aylarına denk geldiği zamanlarda çocukluk geçirmiş. Ben o dönemin sonuna yetişenlerdenim. Kar yağardı ramazanda. Oruç erkenden açılırdı. Tabi bizim için o kadar uzundu ki o süre. Geçmek bilmezdi. O zaman anne-babalarımız saat 5’te açılan orucu oruç olarak görmezdi. Biz şaşırırdık tabi. Ama harman ayında oruç tutunca onları daha iyi anlamaya başladık.
Harun Ağabey, teravih çıkışı yağan karın, içinde bıraktığı temizliği hatılatıyor okuyanlara. Ben de teravih çıkışı cami önlerinde satılan portakalları hatırlatayım. Teravih çıkışı kırmızı naylon poşetlere konmuş portakalları kaptığımız gibi, eve koşar adım gidip onu yemenin hayallerini kurardık. Daha çok, oruç tutunca onu hakedeceğimizi düşünürdük. Anlayacağınız portakal aşkına oruç tutardık. Allah kabul etsin
Mahallenin delilerini de unutmuyor Harun Ağabey. Robinson abi, Hayhak amca, Sivaslı He-Man. Hepimizin güzel anıları vardır o güzel insanlarla. Hepimiz daha küçükken onlardan korkar ama büyüdükçe onların, dünyanın en iyi insanları olduğunu anlayıp sevdiklerimiz arasına alırız. Yıllar geçse de unutulmayanlarımız arasında yer alırlar. Çok sonraları vefat haberlerini aldığımızda da içimiz burkulur.
Kitapta en heyecanlandığım nokta çay ocağı anılarına dair yazdıklarıydı. Üç kutsal ocak var diyor Harun Ağabey: baba ocağı, asker ocağı ve çay ocağı. “Çay ocağı kuşağına yetişmiş son nesiliz.” diyor Harun Ağabey. Diyafon seslerine aşinalık o nesle ait olmaktan geliyor. Öyle bir şeydi ki o diyafonlar, diyafondan verilen siparişi herkes anlayamazdı. Anlayanlara imrenerek bakardık.
Kısacası Evden Uzakta, öyle cafelerde değil de çay ocaklarında çay-simit, çay-tost, ayran-simit, soda-ayran lezzetleriyle vakit geçirenlerin kendi hikâyelerini okuyabilecekleri bir kitap. Ama kitabın müellifi olarak Harun Ağabey’in kitap hakkında yazdıklarına da kulak vermek gerek: “Bu kitap, memleketinden ayrılıp büyük şehre okumaya çıkan ama geri dönemeyenlerin, şehrin ve hayatın koşturmacasından her sıyrıldığında, içindeki taşralıyla baş başa, bir nargilenin dumanında memleket meselelerini dumanaltı eden, gün aşırı çay ocağında toplanan, şiirlerini yayınlatamadığı taşra dergisine kızıp dergi çıkaran, kasabanın okumuş çocuklarının, şehre gelirken yetiştiği küçük kasabayı, okuduğu yatılıyı da yanında getiren, büyük şehrin hengâmesine direnen taşra çocuklarının hikâyesini anlatıyor.”
Kitabı çıkar çıkmaz imzasını istemiştim. Bana imzaladığı kitaba “artık sen de ev’den uzaktasın” yazmıştı. Evet, ben de uzun süredir evden uzaktayım. Kitapta anlattığı hikâyeler o kadar tanıdık ki. Ama artık bana bir ev olan ve beni evi olarak gören nadide birisine sahibim. Artık bir evden uzakta olsam da gerçekten bir evdeyim.
Eğer siz de, evden uzaktaysanız ve çocukluğunuza, gençliğinize dair unuttuklarınızı hatırlamak, unutamadıklarınızı okumak istiyorsanız Evden Uzakta’yı en kısa sürede okumalısınız.
Naftalin Dergisi