Ergun Özbudun – Demokratsız demokrasi Demokratlı otokrasi

Demokratsız demokrasi (democracy without democrats) deyimi, seçkin Ortadoğu uzmanlarından Ghassan Salamé’nin derlediği bir kitabın başlığıdır: Democracy without Democrats: The Renewal of Politics in the Muslim World (London, 1994). Bu kavram, çok daha önce, ünlü Amerikalı siyasal bilimci ve Türkiye uzmanı müteveffa Dankwart Rustow’un 1970 yılında yayınlamış ve âdeta klasikleşmiş bir makalesinde de kullanılmıştır: “Transitions to Democracy: Toward A Dynamic Model.” Rustow, bu makalesinde, demokrasiye geçiş sürecinin değişik ülkelerde ve değişik zamanlarda farklı yollar izleyebileceğini ve genellikle birden fazla faktörün bir araya gelişinin sonucu olduğunu ileri sürmektedir.

‘Tek Parti demokrasisi’

Yazara göre, demokrasiye geçiş safhası, çoğu zaman, keskin bir siyasal kutuplaşma ve mücadele safhasını izlemektedir. Bu aşırı maliyetli mücadelede taraflar birbirlerini ortadan kaldıramayacaklarını anladıktan sonra, çeşitlilik içinde birliği kabullenmekte ve bunun için de, demokratik yöntemleri kurumsallaştırmaktadırlar. Başka bir ünlü siyasal bilimci O’Donnell da, “siyasal demokrasinin doğuşundan önce demokratların çoğunlukta olduğu hiçbir bilinen örnek yoktur” demek suretiyle, aynı görüşü desteklemektedir.

Bu dinamik model, 19. yüzyılda İngiltere

ve İsveç gibi bazı Avrupa ülkelerinde demokrasinin doğuşunu açıkladığı gibi, Sovyet Bloku’nun çökmesinden sonra, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan gibi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde, hatta Rusya’nın kendisinde gerçekleşen demokratikleşme süreçlerini de açıklayıcı niteliktedir. Anılan ülkelerin hepsinde demokratikleşme süreci, iktidardaki komünist partinin liberal ya da ılımlı kanadının girişimiyle başlamış, daha sonra çeşitli muhalif grupların sürece dahil olmalarıyla başarıya ulaşmıştır. Komünist liderlerin bir bölümünün ansızın bir demokrasi aşkı peydahlamış olmaları düşünülemeyeceğine göre, burada onların kararlarının çok daha pragmatik nedenlere, meselâ maliyeti çok yüksek olabilecek bir iç çatışmaktan kaçınmak, kendi siyasal geleceklerini güvence altına almak gibi saiklere dayandığı kabul edilebilir. Dolayısıyla bu ülkelerde demokratikleşme sürecinin ilk aşamalarındaki görüntü, gerçekten de, bir “demokratsız demokrasi” görüntüsüdür. Türkiye’nin 1946-50 yılları arasında demokrasiye geçişinin de, bu modele büyük ölçüde uygun olduğu söylenebilir. İnönü’nün kararında, muhtemelen, rejimin uzun vâde içerisindeki bekasına ilişkin kaygılar rol oynamıştır.

Demokratsız demokrasi sendromunun tam tersi olan “demokratlı otokrasi” (autocracy with democrats) sendromu ise, gene seçkin bir Ortadoğu politikası uzmanı olan Daniel Brumberg tarafından Arap otoriter rejimleri bağlamında ortaya atılmıştır. Mısır, Tunus, Cezayir, Suriye, Baas dönemindeki Irak gibi laik fakat otoriter rejimlerde, rejime karşı en ciddi tehdit, laik muhalefet gruplarına oranla sosyal tabanı çok daha geniş ve çok daha iyi örgütlenmiş olan İslâmcı muhalefetten gelmektedir. Bu ise, normal olarak demokratikleşmeyi desteklemeleri gereken lâik liberalleri bir ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu gruplar, demokratik reformların ve serbest seçimlerin İslamcıları iktidara getireceği, onların da ünlü “tek adam, tek oy, tek seçim” sloganına uygun olarak demokrasiyi rafa kaldırıp İslamî bir otokrasi kuracakları korkusuyla, İslamcı kesime uygulanan otoriter baskı yöntemlerini onaylamakta, hiç değilse bunlara itiraz etmemektedirler.

‘Gizli gündem’ sendromu

Bu iki sendromun da ilginç yansımalarını Türk siyasal hayatında gözlemlemek mümkündür. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, katı lâikçi çevreler, bu partinin takiyye ile iştigal ettiğini, Türkiye’ye bir şeriat düzenini, en azından İslamî bir otokrasiyi getirmek gibi bir “gizli gündem”inin olduğunu ısrarla iddia etmişlerdir. AK Parti’nin, sekiz yıllık iktidar döneminde lâikliği ortadan kaldıracak, hatta zayıflatacak hiçbir icraatının olmamasına rağmen, bu tür suçlamalar, günümüzde de çeşitli şekillerde devam etmektedir.

Üstelik, bu suçlamalar sadece bazı muhalefet sözcülerinin ve köşe yazarlarının beyanları ile sınırlı kalmamış, parti aleyhine kapatma davası açılmış ve Anayasa Mahkemesi de, bire karşı on oyla AK Parti’nin lâiklik karşıtı faaliyetlerin odak noktası haline gelmiş olduğunu hükme bağlamıştır. Bu psikoloji, Türk toplumunun, azınlık da olsa, önemlice bir kesiminde, tipik bir “demokratlı otokrasi” eğilimi yaratmaktadır. Normal şartlar altında liberal ve demokrat olması beklenecek bir kesim, hayalî bir şeriat korkusuyla seçilmiş yönetimler üzerinde askeri ve yargısal vesayeti onaylamakta, bu vesayet ortadan kalktığı takdirde, AK Parti’nin “gizli gündem”ini rahatça uygulayabileceğine inanmaktadır. Bunun tipik tezahürleri, başta kendisini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan ana muhalefet partisi olmak üzere bu çevrelerin, 367 krizini yaratmaları, 27 Nisan muhtırasına sempatiyle bakmaları, AK Parti hakkındaki kapatma davasını sessizlik hatta tasviple karşılamaları, Ergenekon davalarını AK Parti’nin muhaliflerini sindirmek için sahneye koyduğu bir oyun olarak göstermeleri, Ergenekon’un avukatlığına talip olmaları ve nihayet seçilmiş organlar üzerindeki askerî ve yargısal vesayeti bir ölçüde hafifleten 2010 anayasa değişikliğine bütün güçleriyle karşı çıkmalarıdır. Öyle görünüyor ki, toplumun bazı kesimleri, “Kartaca yıkılmalıdır” zihniyetiyle hareket etmekte,  Kartaca’nın hangi yöntemle yıkılacağı, onların gözünde ancak ikincil bir önem taşımaktadır.

Hakkaniyetten uzak iddialar

Tipik bir “demokratlı otokrasi” sendromu oluşturan bu olgular yanında, çağdaş Türk siyasal hayatının, “demokratsız demokrasi” sendromunu çağrıştıran bazı çizgiler taşıdığı da söylenebilir. AK Parti’nin kuruluşundan bu yana, ona yöneltilen başlıca eleştirilerden biri, bu partinin demokrasiyi ancak kendi muhafazakâr Sünni dindar seçmen tabanı için istediği, AB yolundaki çabalarının da demokratikleşme isteğinden değil, askeri ve bürokratik vesayetten kurtularak kendi siyasal geleceğini daha güvenli kılmak arzusundan kaynaklandığıdır. Bu iddiaların çok büyük ölçüde hakkaniyetten uzak olduğunda kuşku yoktur. Aslına bakılırsa AK Parti, kendi seçmen tabanının isteklerine cevap verecek pek az şey yapmış veya yapabilmiş, bu konudaki tek önemli girişimi sayılabilecek olan, üniversitelerde türban yasağının kaldırılması teşebbüsü de, Anayasa Mahkemesi’nin bilinen iptal kararı ile sonuçsuz kalmıştır. Üstelik bu yasağın kalkmasının, sadece AK Parti seçmen tabanının değil, toplumun yaklaşık yüzde 70’lik bir çoğunluğunun bir talebi olduğu, bu konudaki anayasa değişikliğinin de TBMM’nde sadece AK Partili milletvekillerinin değil, üç partiye mensup ve bazı bağımsız milletvekillerinin oylarıyla ve rekor sayılabilecek bir çoğunlukla (411 oy) kabul edildiği unutulmamalıdır.

Madalyonun öteki yüzü

Öte yandan AK Parti iktidarı, kendi öz seçmen tabanından gelmeyen, hatta bu tabanda bazı tedirginlikler yaratması muhtemel olan Kürt ve Alevi açılımlarıyla da “sadece kendisi için demokrat” iddiasına cevap vermiş olmaktadır. Aşağıda değineceğim gibi, bu açılımlardan henüz ciddi bir somut sonuç alınmamış olduğu elbette doğrudur. Ancak, taşıdığı tüm siyasi risklere rağmen, bu açılımların Türkiye’de ilk defa olarak başlatılmış olması, başlı başına anlamlıdır ve AK Parti sicilinin demokratlık hanesine olumlu bir puan olarak yazılması gerekir. Bir an için AK Parti’nin bu demokratikleşme adımlarını gerçek bir demokratikleşme arzusuyla değil, sırf kendi konumunu güçlendirmek ve güvenceye kavuşturmak için attığı yolundaki iddiaları doğru kabul etsek bile, unutulmamalıdır ki, siyasette önemli olan iç saikler değil, somut sonuçlardır ve politika değerlendirmeleri bu somut sonuçlara göre yapılmalıdır.

Madalyonun daha az parlak olan yüzüne baktığımızda ise, Kürt ve Alevi açılımlarının henüz ciddi bir somut sonuç vermemiş olduğu, AK Parti’nin bir yandan demokratikleşme dürtüsü, öte yandan muhafazakâr-milliyetçi-devletçi refleksler ve demokratikleşmenin yol açabileceği siyasal riskler arasında gidip geldiği, yeterince kararlı ve cesur davran(a)madığı söylenebilir. Ahmet Altan, bu paradoksu şu özlü cümlelerle ifade etmektedir: “Genelde bütün Türkiye’nin, özelde ise demokratların ortak bir çıkmazı var. AKP bugün Türkiye’nin en demokrat partisi. Ama AKP yeterince demokrat değil… ‘En’ demokratının bile ‘tam’ demokrat olmadığı bir ülkede yaşıyoruz ve toplum bugün AKP’yi demokrasi yarışında zorlayacak, AKP’yi bulunduğu noktadan daha ileriye çekecek bir muhalefet yaratamıyor” (Taraf, 10 Aralık 2010).

Görülüyor ki, Türkiye, paradoksal biçimde, demokratsız demokrasi ve demokratlı otokrasi sendromlarının birlikte yaşadığı, bildiğim kadarıyla, tek ülke. Her ikisi de gerçek bir demokratı tatmin etmese de, karşılaştırıldığında, herhalde demokratsız demokrasi alternatifinin diğerine üstünlüğünden kuşku duyulamaz.

Star-Açıkgörüş, 20.12.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et