Ergenekon Davası’nın temyiz duruşmaları ilginç bilgilerin ve iddiaların ortaya çıkmasına sebep oldu. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ davalarda yaşanan hukuk skandallarının failleriyle ilgili açıklamalar yaptı. Yaşananlarda hükümetin ve ABD Bush yönetiminin de payı olmakla beraber en büyük sorumluluğun Gülen cemaatine ait olduğunu söyledi. Diğer sanıklar da benzer sözler sarf etti. Hemen hepsi bir şekilde GC’nin olaylardaki rolüne işaret etti.
Bu sözlerden, açıklamalardan, iddialardan ne anlamalıyız?
En başta belirmek isterim ki, hâlâ Ergenekon ve Balyoz gibi yargılamalarda dava konusu edilmesi gereken suçların ve/veya suç teşebbüslerinin bulunduğuna kaniyim. Hukukî bir değeri olmasa bile bu kanaati paylaşan birçok kişi olduğunu da biliyorum. Söz gelimi, Balyoz davasında, seminerin ses kayıtları dahi tek başına bir darbe hazırlığı yapıldığını göstermeye yeterli. Dava sulandırılmayıp tepedeki beş on kişi ile sınırlı tutulsaydı haklı ve gerekli cezai sonuçlar doğardı. Maalesef, böyle olmadı ve dava büyüyerek adeta koca bir cephe yarattı. Davanın bu ölçüde büyümesi bile tek başına sağlıklı bir yargılamayı haddinden fazla zorlaştırdı. Bununla beraber bu davalarda büyük yanlışlıkların ve haksızlıkların yapıldığını görmezden gelebilecek durumda değiliz.
Neden böyle oldu? Bunların sorumluları kimler? Bunu ne için ve nasıl yaptılar?
Bilinen hikâyeyi tekrar özetlemekten kaçınmayacağım. Türkiye’de 1960’dan beridir devam eden ve 1982 Anayasası ile pekiştirilen askerî vesayet düzenine karşı mücadele edilmesi gerekiyordu. Özal bunu bir ölçüde yaptı ama sonuç alması zordu. Onun iktidar yıllarında Türkiye’nin toplumsal yapısı bugünkü gibi değildi. AK Parti iktidarı bir taraftan sosyolojik değişikliğin ivme kazandığı bir döneme denk geldi diğer taraftan da bu değişikliği hızlandırdı. Halının ayaklarının altından kaymak üzere olduğunu gören bürokratik vesayet odakları AK Parti’ye bazen açık bazen gizli yürütülen bir savaş açtı. Bu AK Parti’yi bir çeşit ölüm kalım cenderesine soktu. Öbür yandan, bürokratik vesayete kafa tutmayı gerektiren ve kolaylaştıran bir toplumsal yapı da ortaya çıkmıştı. Bu ortam içinde kıran kırana bir mücadele başladı.
Erdoğan önderliğindeki AK Parti vesayete karşı mücadele vermeye istekli ve kararlı hâle geldiğinde geri dönüşü olmayan bir süreç başlamıştı. Ancak, bu mücadeleyi vermek kolay değildi. En başta gereken siyasî meşruiyet, irade ve kararlılık hükümette vardı, ama alandaki mücadele bürokratlarla verilebilirdi. Devlet dairelerinde AK Parti kadroları ya yoktu ya çok cılızdı. Ana kadrolar Kemalistti. MHP de en azından bazı yerlerde bir bürokratik gücü elinde tutmaktaydı. Bir de GC’nin yaklaşık 50 yıldır sessiz sedasız hazırladığı kadrolar vardı. AK Parti bunlardan yalnızca GC’ne ait kadrolara dayanabileceğini hissetti. Dindar olmaları AK Parti’yi Gülen kadroları hakkında hayalci bir iyimserliğe itmişti. Böylece AK Parti ile Cemaat arasında adı konmuş veya konmamış, pazarlığı yapılmış veya yapılmamış bir işbirliği başladı. Bu, Cemaatin devlet dairelerinde önünün iyice açılması anlamına geldi. Cemaat önemli bürokratik kadroları adeta istila etti. Bugünden bakan bazıları AK Parti hükümetlerini ve Erdoğan’ı bunun için suçluyor, fakat o zaman ortada bilinen bir suç yoktu. Bu şartlar altında Gülen cemaati mensuplarını bürokratik makamlardan uzak tutmak negatif ayrımcılık yapmak, hâlen belli makamlarda bulunanları tasfiye etmek ise cadı avı uygulamak anlamına gelirdi. Ayrıca, açıkça söylemek gerekirse, Cemaat yapılanması içindeki “ölü gibi itaat” ilkesine uyan polis, savcı ve hâkimler olmasaydı, kudretli ve kibirli generallere karşı dava açılamazdı.
GC dışardakiler için sırlarla dolu bir yapıydı. Ondan hoşlanmayan ve eleştiriler yöneltenler dahi Cemaat mensuplarının ne yaptıklarını, niçin yaptıklarını, nasıl bir ruh hâli içinde olduklarını tam olarak bilmemekteydi. Cemaat bu süreçte sadece bürokratik vesayete karşı savaş cephesinde yer almakla yetinmedi. İliştiği her şeyi kendisinin güç toplama aracına dönüştürdü. Böylece Cemaat içine gömülü otonom yapılanma ile devlet içinde devlet olmaya doğru yürüdü. İstediği, açık ve meşru siyaset yapmadığı hâlde iktidara kim gelirse gelsin devlet iktidarına egemen olmaktı. OY gözüne kestirdiği bürokratik makamları önce boşaltmak ve sonra kendi adamlarıyla doldurmak için davalar, ihbarlar vs. dâhil her yolu ve aracı kullandı.
Bazıları her şeyin 17/25 Aralık operasyonlarıyla başladığını ve Erdoğan’ın yolsuzlukların üstünü örtmek için Cemaat’e savaş açtığını söylüyor. Bu doğru değil. Erdoğan ilk şaşkınlığı Yargıtay’daki blok atamalarla ve HSYK’nın Cemaat kontrolüne geçmesiyle yaşadı. Bürokraside Cemaat ağırlığını kısıtlamaya niyetlenip yavaş adımlarla ilerlerken, bunu sezen OY hükümete savaş açtı. Yani savaşı başlatan hükümet değil Cemaatti. Bu savaştaki ilk önemli muharebe de MİT olayıydı. Oslo görüşmelerini deşifre ederek çökerten Cemaat onun üzerinden MİT müsteşarına ulaşmaya çalışı. Asıl hedef ise Erdoğan’dı. Bunlar olduğunda tarihler Şubat 2012’yi gösteriyordu, ortada ne Gezi isyanları ne de 17/25 Aralık vardı.
İlker Başbuğ’un ve diğerlerinin açıklamaları bilinen olaylarla ve delillerle örtüşüyor. Dış bağları bir yana bırakalım, 2010 Referandumu’ndan beridir yaşananlar Cemaat içine gömülü illegal OY’nın nasıl adım adım ilerlediğini ve davaları yozlaştırdığını açıkça gösteriyor. Öyle sanıyorum ki gelecekte bunu teyit eden çok miktarda delil ortaya çıkacaktır.
Yeni Şafak, 22.10.2015