Biliyorsunuz, modern dünya bir yandan fikir suçu denen kavrama karşı çıkar ve her türlü fikre özgürlüğü savunurken, bir yandan da yeni tip bir fikir suçu üretti.
Adına nefret suçu diyorlar. Hatta bu tür suçları cezalandırmak için, aynı adı taşıyan yasalar da yaptılar: Nefret Yasaları…
Peki nedir bu nefret suçu denilen şey? “Öteki”nin gerçek ya da var sayılan nitelikleri nedeniyle hakarete, aşağılanmaya ya da kötü muameleye uğradığı durumlarda ortaya çıkan suç… Daha basit bir ifadeyle söyleyecek olursak, mağdurun bireysel olarak değil taşıdığı şu ya da bu kimlik yüzünden maddi ya da manevi saldırıya uğradığı tespit edilirse işin içine nefret suçu da giriyor ve ceza ağırlaştırılıyor.
Bu, olayın yazılı hukuka ilişkin boyutu. Bir de entelektüel hayatın “nefret yasaları” var. Bunlar hiçbir yerde yazmıyor ama yazılı hukuktan çok daha yaygın ve insafsız bir biçimde uygulanıyor. Öyle ki artık sosyal bilimcilerin, yaptıkları araştırmaların sonuçları herhangi bir etnik, dinsel, sosyal ya da kültürel grup tarafından “ırkçı” “ayrımcı” ya da “rencide edici” bulunacak diye ödleri kopuyor. Sinemacılar, edebiyatçılar, kültür adamları politik doğrucular tarafından aforoz edilmemek için ciddi bir oto sansür uygulamak zorunda kalıyorlar.
Bugünlerde, yazılı olmayan nefret yasalarının bir kez daha işletilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz. Bu kez sanık sandalyesine çıkarılan kişi, Hint asıllı yazar Naipaul.
Ünlü yazarın yakında İstanbul’da gerçekleşecek olan ve 27 ülkeden 100’e yakın yazarın katılacağı Yazarlar Parlamentosu’na onur konuğu olarak davet edilmesi dolayısıyla entelektüel dünyanın “nefret yasaları” bir kez daha harekete geçti.
Tartışmayı Hilmi Yavuz, Zaman’daki yazısıyla başlattı.
Naipaul bundan otuz yıl önce Müslümanlar’ı geri zekalı, yaratıcı olmayan, hiçbir şeyi başaramayan bir güruh olarak gördüğünü yazmış. “Müslümanlar’a bunca hakareti reva gören bu adam nasıl olur da onur konuğu yapılır” diye feveran etti Yavuz. Ve arkası geldi. “Bu şerefsizin burada ne işi var” diyenler mi istersiniz; toplantıdan çekilenler mi… Şimdi bekliyoruz; bakalım 25 Kasım’da Naipaul da tıpkı Emir Kusturica gibi konuk olarak çağırıldığı yerden kovulma cezasıyla cezalandırılacak mı…
Evet, Naipaul Müslümanlar’a hem haksızlık hem de ayıp etmiş doğrusu… Ama bu ayıp, İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından birini Yazarlar Parlamentosu’nun dışında tutmayı; Nobel ödüllü bir yazara karşı kan davası güder gibi kin gütmeyi gerektiriyor mu?
Şöyle bir düşünün; acaba çeşitli Müslüman yazarların Batı’nın ahlaki düşkünlüğü, yozluğu, sapkınlığı, ruhsuzluğu konusunda yazdıklarını bir araya getirsek kaç cilt tutar? Bu genellemeler Naipaul’un yaptığı haksızlıktan daha mı büyüktür? Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı’nın komünist sistemi karalamak için anlattığı “şapkayı asma” hikâyeleri daha mı az rencide edicidir? Zamanında sömürgeci ülke elitlerinin sömürge halkları ile ilgili “değerlendirmeleri” pek mi objektif, pek mi onur vericiydi?
Eğer bütün bunların çetelesi tutulsa, dünyada kim kimin yüzüne bakabilirdi?
X x x
Hayır, sanatçıların eserlerinin fikirlerinden ayrı ele alınabileceğini düşünmüyorum. O yüzden de ne Kusturica için ne de Naipaul için “Canım, politik fikirleri bizi ilgilendirmez, biz onun sanatçı yönüne bakarız” demeyeceğim.
Sormamız gereken temel soru şu:
Fikirlerini ya da duygularını beğenmediğimiz, hatta feci bulduğumuz insanlarla herhangi bir şekilde bir arada olmayı, onları dinlemeyi, onlarla tartışmayı reddederek; onların aforoz edilmesini savunarak nasıl olacak da farklılıklara rağmen barış içinde yaşayan bir dünya kuracağız? Nasıl olacak da hoşgörüden, farklı fikirlere saygıdan, ifade özgürlüğünden dem vuracağız?
İfade özgürlüğü sadece “mülayim” bulduğunuz fikirlere özgürlük tanımak değildir. İşin özü, vahim derecede yanlış, haksız, tehlikeli, provokatif hatta hakaretamiz bulduğunuz fikirlere ifade hakkı tanımaktır. Zira düşünceyle hakaret arasındaki sınırı çizmenin çok kolay olduğunu söylemek de kolay değildir.
X x x
Elbette ifade özgürlüğünün sınır tanımaması, insanların sahip oldukları bu sınırsız özgürlüğü sınırsız bir şekilde mutlaka kullanacakları anlamına gelmez. Bazı özgürlüklerimizi kullanmamayı tercih edebiliriz. İnsanlar haklarını ya da özgürlüklerini kullanırken içinde yaşadıkları toplumla ve dünyayla ilişkilerinin kötüye değil iyiye gitmesini isterler. İşte bu noktada empati devreye girer. İfade özgürlüğünüzü kullanırken başkalarının ne hissettiğini, sizi nasıl algıladığını, sizin için neler hissettiğini kale alırsınız. Buna göre kendinizi gönüllü olarak sınırlarsınız. Olgun bir insan, ifade özgürlüğünü empatiyle birlikte kullanabilen insandır. Naipaul’ün, vaktiyle bu olgunluğu gösteremediği anlaşılıyor. Ama onun gösteremediği olgunluğu biz gösterebiliriz.
Olgun bir toplum, karşısındakinden empatiyi bulamadığında da sükûnetini koruyabilen, karşılaştığı saygısızlığı “büyüklük bizde kalsın” güngörmüşlüğüyle, belki sadece küçük bir sitemle geçiştirebilen toplumdur.
Bence Türkiye Naipaul’e bu olgunluğu göstermelidir.
Bugün,22.10.2010