Bu başlıkla ilgili izahı da hesabı da çok kısa. Kendisi 20 yıllık bürokrat ama en ağır eleştirileri bürokrasiye yöneltiyor. Hem ‘atanmış’ hem de ‘seçilmiş’, seçilip de makam arabasına kadar her şeyi özelleştirmiş birinin devlet eleştirisi bir hayli sert.
‘Kamu kurumu mahiyetinde bir meslek örgütüyüz, kamu yararı gözetiyoruz…” diyor televizyonda eczacılar adına konuştuğu anlaşılan kişi. Her şey o kadar kamu merkezli ki devletle ilişkisi olmayan pek çok meslek de tıpkı gazetecilik gibi ‘kamu hizmeti’ gördüğü iddiasıyla kendini takdim ediyor Türkiye’de. Kamu hizmeti ve yararı her şeye anlam katan sihirli bir meşruiyet aracı sanki. Bir yerde devlet alanını işaret eden ‘kamu hizmeti’ ve bürokratlar bahsi var ki çeyrek asırlık kamu görevlisi Orhan Öztürk’ü dinledikten sonra aslında nasıl mayınlı bir arazide dolaşıp durduğumuzu görmek zor olmuyor.
O, 24 yıl önce başladığı kaymakamlık görevini İstanbul Küçükçekmece’de sürdürüyor. Yarım asırlık bu zaman diliminde hem kendisi hem Türkiye değişti. Deyim yerindeyse bir çağ kapandı, bir çağ açıldı. Kendi meslektaşlarından bir farkı; 19 yıl sonra 2004 yerel seçimlerinde mülki amirliğe ara vererek, ‘memleketime karşı askerlik görevimi yaptım’ dediği Çorum İskilip’ten belediye başkanı seçilmesi ve dört yıl görev yaptıktan sonra tekrar İstanbul vali yardımcısı olarak mülki amirliğe dönmüş olması. Bu hususiyetlere sahip, belki de ilk kişi o.
Orhan Öztürk, 1992 yılında “Kaymakam’ın isyanı” başlığıyla Milliyet’e haber olur. Diyarbakır Dicle ilçesi kaymakamı iken, yollar karla kaplanınca icralık dozerleri işe koşan ve o yolları açtıktan sonra da valilikten istediği cüzi ödenek yerine sadece prosedürle ilgili “Köy Hizmetleri ile görüşmeli sonra…” minvalinde nasihat dinleyen Öztürk, bürokratik yapıya ilk büyük isyanını dillendirir: “Sosyal problemleri çözmeyen, bu adamları dağa gönderen biziz. Sonra ‘Niye gittiler?’ diye soruyoruz. PKK’nın, terörün altında devletin bu tavrı da var. Terör sadece adam öldürmek değildir.”
Yenilir yutulur cinsten değildir bu sözler. Soruşturma açılır, halk imza toplar, basın olayın peşini bırakmaz, bu arada aynı validen terörle mücadeledeki üstün katkısını teslim eden takdirname gelir. “Kaldık mı iki arada bir derede! Sonra ben de üst yazıyla iade ettim. Onun üzerine film koptu. Ordu Kabadüz’e tayin edildim. Terörün en yoğun olduğu zamandı, halkla içli dışlı olduk, haliyle uğurlama Elazığ hududuna kadar uzandı.”
Kendilerine değer veren idarecinin bu şekilde tayin edilmesini ‘devletin bir ayıbı’ olarak algılar Dicle halkı, uğurlamada bu tepkisini gösterir. Üç yıllığına niyetlendiği Doğu görevi bir yılda sona eren Orhan Öztürk’ün lafı eğip bükmediği belli, nitekim bir yıl sonra Günaydın gazetesindeki bir yazı dizisinde millî güvenlik konsepti içinde Türkiye’de idari federalizme geçilmesi gerektiğini yazar; ama bu sefer ‘sen ne diyorsun?’ diyen bile çıkmaz.
Türkiye’de bütün tartışmaların seçilmişlik ve atanmışlık çerçevesinde cereyan ettiği düşünülürse, siyaset bilimine ilgisini sisteme ve güncel sorunlara dair ciddi makalelerle belli eden, hem seçilmişliği hem de atanmışlığı yaşayan Orhan Öztürk doğru isim olurdu. Zira kendisi devletin icrai fonksiyonuna ve bürokratik yapısına da ağır eleştiriler getiriyor. “Devletçilik en büyük yolsuzluktur!” diyor mesela. Ama önce onun hikâyesini tamamlayalım. Bir hayli sert bürokrasi eleştirisi fikrine ne zaman aşina olduğunu sorduğumuzda “Galiba Amerika’da bir yıl kaldığımda.” diyor. Hoş, 90’lı yılların başında devlet sisteminin demokratikleşmesine dair tahlilleri bugün tazeliğini korumaktadır. Bunun üstüne altı buçuk yıl Vali Recep Yazıcıoğlu merhumun yanında, biraz da onun talebiyle Erzincan ve Denizli’de vali yardımcılığı yapmanın etkisi var.
Orhan Öztürk’ün söyledikleri elbette ilk defa işitilmeyecek, zaten o iddiada değil. Farklı olan 20 yıldır dile getirdiği fikirlerini serbest seçime katılarak bizatihi gerçekleştirmiş olması. Denizli vali yardımcılığını bırakıp AK Parti’den İskilip belediye başkanı seçildikten sonra belediyeye ait otobüsleri, hamamı, mezbahayı, lojmanları akla gelebilecek her şeyi özelleştirir, yani satar. Büyük de tepki alır. Makam arabasını bile özelleştiren başkandır o. 2004’te mazbatayı aldığında belediye personeli sayısı 280 iken ayrıldığında bu sayı 87’ye iner. Neredeyse yarım asırlık ömrü olan araçlar elden çıkarılır, yenileri gelir. Öztürk, devleti sadece güvenlik ve adalet hizmetinde görmek isteyen iflah olmaz bir liberaldir aslında. İskilip’te bunun uygulamasını gerçekleştirir. 2 trilyon lira kıdem tazminatı öder. “İskilip gibi bir yerde bu parayla pekâlâ göz boyayabilirdim.” diyor; ama yapmaz. Belediye meclis toplantısında ilk aldığı karar kentin iki buçuk kat genişletilmesi olur. Şehirlerin çarpık çurpuk, sadece iki caddesinde hayatın sürdüğü, kaçak katlara sonsuz müsamahanın gösterildiği, bahçeli evlerin hayal olduğu sıkışık koridorlara dönüşmesinin sorumluları aslında şehrin ileri gelenleri ve dolayısıyla belediyelerdir. Aynı zamanda meclis üyeleri olan şehir esnafı ve eşrafı, şehirlerin serpilip yayılmasını istemez, imar alanları açılmaz, merkezdeki dar alandaki büyük rant her zaman korunur. Yani tek suçlu sadece elini kolunu sallayarak şehre gelen göçmen değildir. Nitekim, “İskilip’e giderseniz beni etrafa sorun, merkezdekiler beni sevmez.” diyor Öztürk.
Sorun 50 kişilik işin 250 kişi ile yapılmasında yatıyor. 670 bin kişinin yaşadığı Küçükçekmece’de belediye personel sayısı 670 iken, 20 binlik İskilip’te 280 kişinin çalışması doğal ve doğru değildir zaten. İskilip’te ne yapacağını daha gelmeden açıklamış ve yapmış. Ne bir talep ne de öneri vardır. “Personel sayısını 500’e çıkarsaydım kimse ‘Bunu niye yapıyorsun?’ demezdi. Birçok akrabamla küs oldum. Saçlar gitti. İşten çıkarırken oy vermeyenlerden başlamadım tabi. Amcamın oğlunu bile çıkardım. Öbür türlü çıkarsan zaten vururlar seni.” İskilip halkı yine AK Partili adayı belediye başkanı seçmekle yapılanları dolaylı olarak onaylamıştır üstelik.
Öztürk’e göre, kamunun iflasının temelinde devlette, bakanlıklarda, zarar eden kuruluşlarda ihtiyacın en az 5-10 misli personel çalıştırılması yatar. “Devletteki bürokratla iki Türkiye yönetilir. 250 personel varsa, bana nitelikli elaman lazım desen 20 tane çıkmaz. Kamuya giren ‘Katolik nikâhı’ ile girdiği için çok becerikli de olsa iki sene sonra bu özelliğini kaybeder, sıradanlaşır. “ Türkiye’de yaşanan krizlerin temelinde paradoksal olarak icrai fonksiyonu artan güçlü bürokratik gelenek yatıyor ona göre. Devlet Tanzimat’tan Cumhuriyet’e toplumun bütün meselelerinde doğrudan icraata girmiştir. Modern ulus devletlerin vazgeçilmez bir unsuru olmakla birlikte bürokrasi toplumun kılcal damarlarına kadar girer, iş yaptırma, hizmet alma sistemlerine iltifa etmez. Dolayısıyla seçimle gelen hükûmetlerin ancak yüzde 20’ye hükmedebildiği, yüzde 80’lik alana atanmış bürokratların hükmettiği bir yönetim sistemi oluşur. Garabet de burada başlar. Siyasetçi, kendisinden çok bürokrasinin günahlarının da hesabını vermek mecburiyetinde kalır, daha kötüsü siyaset üretme kabiliyetinden yoksun kalır: “Siyasetçi hep misafir sanatçı konumunda kaldı. Üstelik yüzde 20’lik güce sahip siyasetçinin imajı çok bozuk. Aslında bürokratın imajı çok bozuktur, vatandaş bu tarafı görmediği için düzgün zannediyor. Siyasetçi, bürokrasinin eksikliğini tamamlama konusunda durumdan vazife çıkaran, bürokrasinin işine gerekli gereksiz karışan, rol çalan bir konumda. Bürokrasi hem fonksiyonunu ifada yetersiz hem de eksikliğini tamamlamak zorunda kalan siyasetçi ve diğer kesimlere aşağılayıcı gözle bakıyor. Şurada bir yangın çıktı diyelim, bürokrasinin tavrı ‘bir bardak suyu getir, yangına dök’ şeklinde. Yangın büyümüş büyümemiş, çok umurunda değil. Vatandaş bürokrasiden hesap soramıyor. Hesap soramadığı şeye karşı da saygılı olmak durumunda. Öbür tarafa hem hesap soruyor hem de gereken saygıyı duymuyor.”
Görevini ihmal ve tembellik ettiği için işinden ayrılan bir memur hatırlamadığını söylüyor Öztürk. Başarıda ve başarısızlıkta 65 yaşına kadar devletin hizmetinde kalmak kaydıyla imza atılmış bir ‘Katolik nikâhı’ demişti memurluk için: “Başarısız olmaya müsaade etmeyen, riskin, rekabetin olmadığı bir alanda 65 yaşına kadar çalışma imkânı olan başka ülke yok dünyada. Olması da düşünülemez.”
Aslında bütün mesele devletin rolünde yatıyor. Devlet olması gereken yerde yokken, olmaması gereken yerde vardır. Adalet hizmeti eksik aksak yapılırken devlet ‘Tekel’ işine girer. Sokaklarda adalet talebi ile yürüyüşler olmazken Tekel işçilerinin yürümesi aslında bu garabeti yansıtır. İşi değil işçiyi ve memuru koruyan bir sistemdir bu. “Biz devletten ülkeyi geliştirmesini ve kalkındırmasını bekliyoruz; ama onun işi bu değil. Devlet tamamen emniyet ve adalet sağlaması gereken hatta sadece adaleti tesis etmesi gereken bir yapı. İngiltere’de polis karakollarının etrafındaki güvenliği bile özel şirketler sağlıyor.”
Peki, genelde atanmış bir kişi için seçilmişlik nasıl bir duygu? Seçilmek, halk desteğine sahip olmak, atanmışların asla anlayamayacağı bir şey ona göre: “Müthiş bir duygu. Seçilmeyenler bilemez. ‘Benim arkamda şu kadar oy var, şu kadar imza var’ diyorsunuz. Seçildiğiniz zaman sizi seçenlere karşı minnettarlık duygusu ve bir şeyler yapma isteği doğuyor. Ayrıca milletten yetki almış bir siyasetçi ve yönetici yetki almamış kişileri ciddi bir muhatap olarak görmüyor. O yüzden gelecek dönem seçimle gelmiş cumhurbaşkanı çok güçlü bir kişi olacak.”
Üstelik seçilmiş ve atanmışın halka yaklaşımı taban taban zıttır. “Küçükçekmece Türkiye’nin bir minyatürü. Her kesimden insan var. Belediye başkanı her kesimin oyunu almak için bu Alevi, bu Kürt, bu Sünni demeden ayağına gidiyor. Biz ne yapıyoruz; ‘onlar bölücü, şunlar irticacı, bunlar Alevi, ötekiler devlet düşmanı’ diye kendimizce tasnif ediyoruz. Oy alma mecburiyetimiz yok, bu olmadan saltanat sürebiliyoruz. Belediye başkanı için öteki yok, bürokrat için yeri geldiğinde herkes ‘öteki’. Ben bölüyorum. Herkes için bir mazeretim ve gerekçem var. Onun için Türkiye’de sorumluluk noktasındaki bütün yöneticiler seçilerek gelmeli. ‘Seçimde iyisi gelir’ diye bir kural da yok. Beğenmediğin zaman değiştirme şansın var. Ama atanmışı değiştiremez ve ondan hesap soramazsın.” Yani aslında vali ve kaymakam da seçimle gelmeli. Cumhurbaşkanı, yani en tepedeki seçiliyorsa alttakiler de seçilmeli. Gerçi bürokratlardan pek ümitli değil; çoğunun kendi köyünde bile muhtar seçilemeyeceğini düşünüyor.
Özel sektörde başarısız olan bir kişi makamını ya da siyasetçi seçilemediğinde milletvekilliğini, belediye başkanlığını kaybedebilmekte; ama onlara bağlı olarak görev yapan bürokratın böyle bir riski yoktur: “Hâlbuki idari noktadaki bürokratların seçimle gelenlere bağlı olarak gelmesi ve gitmesi lazım. Siyasetçinin, hükûmetin başarısını tayin eden insanlar bunlar. Bir bakan bazen bir daire başkanını bile değiştiremiyor.”
İyi kötü işleyen; ama Öztürk’ün tabiriyle ‘istisnasız hiçbir şeyi iyi yapamayan devlet mekanizması’nın bir bedeli var; o da geleceği kaybetmektir. Modern bir devlet olamamak, toplumun ihtiyaç ve beklentilerini karşılayamamak… Ve iddialı bir toplum, iddialı bir devlet düşüncesinden uzaklaşmak: “Finlandiya çok zengin, çok gelişmiş bir ülke ama dünya ile ilgili bir iddiası yok. Ama bu kadar fakirliğime rağmen benim var. İddia sahibi isem buna göre bir yapının olması lazım. Dünyayı yöneteceğim’ diyorsun, kendini yönetmekten acizsin. Bu da mutsuzluk ve eksiklik duygusuna yol açıyor.”
Memurlaşmak ve bürokratik davranış alışkanlığı sadece devlette değil, devletin etkilediği her alanda; partilerde, meslek odalarında, müteahhitlerde kendini gösterir. Yani aslında herkes yağmuru yemiştir. Kendisi gibi devlet bürokrasisinde aynı görüşü paylaşanlar (ıslanmayanlar) var mıydı acaba? “Böyle düşünenler var ama bu tür insanların geldiği konumdaki uygulamalarına bakınca aslında öyle olmadıklarını anlıyorsunuz. Çünkü devlette yukarı doğru çıktıkça insanların kimyası değişiyor. Alt kademede söylediklerini yukarıya doğru çıktıkça unutuyorlar. Bakanlığı 300 kişiyle yönetirim diyen bir bakan hatırlıyorum, hiçbir şey yapmadan gitti.”
Islahı gayr-i kabil. Kullandığı tabir bu. Yani ‘iyi’ adamlar atanarak düzelecek bir sistem değildir bürokrasi. Köklü bir anlayış ve mantalite değişikliği gerekmektedir. Bir hastane düşünün ki başhekimleri bazen sağcı bazen solcu, bazen dindar bazen dinsiz olabilmektedir; ama o kuyruklar hiç bitmemektedir. Çünkü bunun kişilerle değil, sistemle alakası vardır. “Dışişleri bürokrasisini düzeltebilir misin? Bütün yurt dışındaki vatandaşlar hatta buradaki bürokratlar bile şikâyetçi. Düzeltilir mi? Mümkün değil. Tek tek çok iyi yetişmiş kişiler. Bürokratın iyiliğinin ya da kötülüğünün hiçbir önemi yok. Hükûmetler bürokratik kadroyla oynayarak yapıyı değiştireceğine inanıyor. Kadrolar değişiyor ama sorunlar değişmiyor; çünkü anlayış aynı. Özal kadro değişikliği ile uğraşmadı, zihniyeti ve yapıyı değiştirdi. Elbette bazı kadrolar da değişti ama eski kadrolarla çalıştı ve onları dönüştürdü. O yapıyı değiştirmeseydi hâlâ aynı yerdeydik.”
Bir de ‘güçlü devlet güçlü demokrasi’ meselesi var. Orhan Öztürk hüküm cümlesini kuruyor. “Devletin icraata girerek güçlü olduğu bir ülkede özgürlük olmaz.” Ona göre zaten Türkiye’de en büyük insan hakları ihlalini yapan kurum devlet, tüketici hakları ihlalinde de birincilik devletin elinde, çünkü devlet en büyük üreticidir. “Üretimin yüzde 70’i devlete ait. ‘Biz tüketiciyi koruyacağız’ diyoruz. Bu, rahmetli İnci Baba’nın temiz toplum kampanyasına destek vermesi gibi bir şey. İnsan haklarını ihlal eden devlet, insan haklarını önleme büroları, müsteşarlığı, bakanlığı kuracak.”
Hiyerarşik ilişki içinde kâr zarar hesabı yapılmayan ve hayatın her alanını kuşatan bir devlet mekanizması olsa olsa tam komünist sistem olur, bu da yeni bir fikir değil zaten. “Türkiye’de komünizm güçlü bir şekilde devam ediyor. Yatay ilişkiler ve sivil oluşumlar cılız!” Bu, ona göre dışarıya, rekabete açık, devletin tamamının icraatın içinden çıktığı, yerel yönetimlerin güçlendiği bir sistemle ancak aşılabilir: “Dünyadaki zengin ülkelerin çoğuna bakın, ne kadar çok yönetici seçilerek geliyorsa o ülkeler o kadar zengin, o kadar demokrat.”
Orhan Öztürk’e göre devletçilik en büyük yolsuzluk ve aslında bu basit bir hesaba dayanıyor. “Devletçilik, kaynakları meşru ve yasal bir şekilde heba eden bir anlayış. Gayrimeşru bir şekilde heba edildiği zaman birileri el atar; ama öbür türlü işin tedbiri yok, herkese normal geliyor. 200 milyarlık bir yatırım yapıyorsun, bu 700 milyara çıkıyor, kimse bunu ‘yolsuzluk’ olarak görmüyor. Ama 200 milyarlık yatım içinde 25 milyarı cebe atmayı yolsuzluk olarak görüyor. Bu yolsuzluk türü dünyanın her ülkesinde var. Ama gelişmiş bir ülkede 200 milyarlık yatırımı 700 milyara yaptırmazlar.”
Özel idare kanunu ile birlikte valilik yetkilerinin kısıtlanmasından sonra 3-4 vali ‘artık bu iş yapılmaz’ diye istifa eder. Vali ve kaymakamlıkların eskiden olduğu kadar kudretli makamlar olmamasını bir normalleşme göstergesi olarak okuyor: “Bu meslek mensuplarının havasından geçilmediği dönemlerde milletin anası ağladı. Doğu’da karakola girip de jandarma ya da polisten bir şekilde terslenmemiş, hakarete uğramamış, dayak yememiş kaç kişi vardır? Adam gibi girip adam gibi çıkan yoktur.” Bir de resmî kurumda bir şey yapmak için tanıdık birinin olması şart gibi bir algı vardır, hele Doğu’da tamamen böyledir. Vatandaş normal yollarla işinin rahat çözülebileceğine inanmıyor. Ve resmî daireye sıkıntıyla giren insanımız var. Bu algının terörden daha tehlikeli olduğunu fark eden yönetici kesimi de yok. O zaman iş düşüyor siyasetçiye. O sebeple siyasetin alanının genişletilmesi gerekir.”
Orhan Öztürk, burada ve belki daha önce defaatle dile getirdiği görüşlerinden dolayı devlet bürokrasisinde yükselir mi bilinmez; yükselirse amenna, yükselmezse de ‘kendim değil ama fikirlerim iktidarda’ diyeceği günler diliyoruz.
Muhsin Öztürk – Aksiyon Dergisi, Sayı: 789, 18.01.2010