Cumhurbaşkanı Erdoğan bugünlerde her zamankinden daha sık ekonomiye ilişkin yorumlar yapıyor ve mesajlar veriyor. Bu anlaşılır bir durum, zira Türkiye 2018’in yaz aylarında girdiği ekonomik türbülanstan henüz tam olarak çıkamadı. Çok yakın bir gelecekte çıkması da zor. Sanırım gelecek iki yık boyunca bu türbülansın menfî etkilerini hissedeceğiz. Her ne kadar politikacılar bazen sıkıntıların tümüyle aşıldığı yolunda konuşmalar yapıyorlarsa da durum tam manasıyla öyle değil. Nitekim ilgili resmi ekonomi kurumlarının 2019 ve 2020 tahminlerindeki rakamlar da 2021’den önce ‘normal’ denebilecek bir duruma erişmenin söz konusu olamayacağını dolaylı olarak söylüyor.
Erdoğan ekonomiye ilişkin mesajlarını ekonomiye devletin mutlak olarak hâkim olabileceğine inanırcasına veriyor. Bu da bir ölçüde anlaşılır. Türkiye’de hâkim olan siyasal ve ekonomik kültür gerek politikacıların gerekse geniş hak kesimlerinin ekonomiyi yönetmenin ve her şeyin yolunda gitmesini sağlamanın devletin hem görevi olduğuna hem de kuvvet ve kabiliyet sınırları içinde bulunduğuna inanıyor. Erdoğan da bu çerçevede samimiyetle ve iyi niyetle doğru olduğuna inandığı yorum ve değerlendirmeler yapıyor. Verdiği mesajlar ve yorumları arasında savunma sanayii ile ilgili olanları daha doğru ve gerekli buluyorum. Bu konuyu ayrıca ele alacağım. Ancak, Erdoğan’ın ekonomik mesajlarının bazılarının yanlış temellere dayadığı ve amaçladığı iyiliğe hizmet etmekten çok onlardan daha çok uzaklaşmaya katkı yapacağı endişesi içindeyim.
Erdoğan, son konuşmalarından birinde, “stokçulara” ve marketlere yönelik eleştirilerine aracılara yaptığı eleştirileri ekledi. Daha önce yiyecek fiyatlarındaki yükselmeyi veya (doların düşmesine rağmen) fiyatların düşmemesini “spekülatörlere” ve marketlere bağlamış ve onları sert biçimde eleştirmişti. Hatta tehdit olarak algılanmaya müsait sözler sarf etmişti. Bu sefer aracılara çattı. Fiyatları aracıların yükselttiğini iddia etti. Çok sert, yaralayıcı sözlerle, aracıların yaptığının ticaret değil “riyakârlık, tefecilik, hatta ülkeye ihanet” olduğunu söyledi. Bu konuya belediyelerin müdahil olmasını istedi, belediyelerin fiyatları yükselten aracıları “silkelemesi” gerektiğin ekledi. “Hazırlıklarımız var ve gerekenler yapılacak” dedi.
Erdoğan’ın üzüntüsünü, endişesini ve arzusunu anlıyorum. Sözlerinin iyi niyetle söylendiğini de yüzündeki ve gözlerindeki ifadede görüyorum. Cumhurbaşkanı vatandaşların daha ucuza karnını doyurmasını istiyor. Ancak, politikacıların arzusu ve iyi niyeti ekonomiye şekil ve yön vermeye yetmez. Ekonominin kendi işleyiş kuralları vardır. Bunları çiğnerseniz müdahalelerle ortaya çıkacak sonuçların sizin istediğiniz istikamette olmasını garanti edemezsiniz. Hatta tam tersine sonuçlar doğmasını engelleyemezsiniz.
Erdoğan’ın aracılara çatması aracılara karşı tavrın ilk defa sergilenmesi değil. Hatırlayabildiğim kadarıyla birçok politikacı aynı şeyi düşündü ve bir ölçüde yapmaya çalıştı. Ecevit belki de bu politikacıların en önde gelenlerden biriydi. Ecevit’in ekonomideki hayalci tutumu Türkiye’yi daha önce (yani demokrasi döneminde) pek görmediği bir dar boğaza soktu. Türkiye margarin, şeker, gaz yağı, ampul gibi basit tükettim mallarının kıtlığını çekti. Bakkalların önü kuyruklarla doldu taştı. Bu kıtlık Kemal Sunal filmlerine senaryo bile oldu.
Erdoğan Ecevit ölçüsünde hayalci ve müdahaleci değil elbette. Ama işaret etiğim sözleri çok sıkıntı yaratabilecek politikalara temel olabilir. Meselâ şu aracı meselesi. Erdoğan, anlaşılan, aracıları ekonomide gereksiz aktörler olarak görüyor. Devreden çıkarılmalarını istiyor.
Aracılar iki şekilde ortaya çıkabilir: Piyasa ekonomisinin olağan işleyişi içinde ve devletin tahsis, regülasyon ve lisanslamaları yüzünden. İkincisinde aracıların fiyatları yükselttiği ve haksız kazanç elde ettiği kesindir. Türkiye bunu tecrübe etti. Devletçe demir, çelik, çimento, döviz tahsislerinin yapıldığı dönemlerde politikacılarla ve bürokratlarla arası iyi olan devletçi tüccarlar kendilerine neredeyse sadece kâğıt üzerinde külfet getiren aracılık rolleri oynadılar ve büyük paralar kazandılar. Böyle bir durum varsa bu aracıların ahlâk, adâlet ve etkinlik adına ortadan kalkması lâzım. Bunu yapmak elbette devletin görevi. Piyasanın doğmasına sebep olduğu aracılar ise gereksiz olamaz. Sebebi gayet basit. Bir somut örnekle anlatayım: Bir malın (meselâ domatesin) on kademeli bir üretim ve dağıtım sürecini düşünün. Her bir aktör en fazla kârı elde etmek isteyeceğinden ürününü kendisine en fazla kârı getirecek kademeye teslim etmek isteyecektir. Bu pratikte ulaşabileceği en uzak kademe demektir. Bu yüzden buna engel yani gereksiz olduğunu düşündüğü kademelerle iş yapmayacaktır. Böylece lüzumsuz aracı doğmayacaktır. Malların üreticiden perakende satıcıya ve tüketiciye ulaşımına kadar uzanan zincirler hiçbir sektörde bir anda kurulmaz. Uzun zaman içinde ve birçok deneme ve yanılmadan sonra oluşur.
Ekonomi incelemeleri piyasa şartlarında fiyatlarla aracılar arasındaki ilişkinin fiyatlara etkisinin artışa sebep olma değil azalmaya sebep olma yolunda olduğunu gösteriyor. Üstelik mesele sadece fiyat değildir. En az onun kadar önemli olan bir şey de mal akışının istikrarlı ve sürekli olmasıdır. Bu olmazsa kıtlık doğar. Kıtlık hem fiyatları yükseltir hem de yüksek fiyatlara rağmen malları bulunamaz hâle getirir. Bu durum ekonomide paranın pula dönmesi, mübadele aracı olmaktan uzaklaşması, gayri ekonomik unsurlara dayanan ayrımcılığın boy göstermesi, ahlâkî çöküş gibi birçok felaket getirir.
Erdoğan burada işaret ettiğim konuşmasında ilginç bir hakikate de dolaylı olarak işaret etti. Devlet tarafından bazı üreticilere-yatırımcılara teşvik olarak verilen paraların amaç dışı kullanıldığını ve piyasada faiz gibi başka “enstrümanlarda” değerlendirildiğini söyledi. Buna şaşırmadım. Devlet teşvikleri çoğu zaman bir işe yaramaz, kolayca istismar edilir ve hatta tersine etkili olur. Yatırımı ve üretimi çarpıtır. Bu tür teşvikler, diğer taraftan, akıl almaz bir kırtasiyecilik, bürokrasi ve bürokratik kadrolarda şişme de yaratır. Bu yüzden, devlet teşviklerinin her sorunu çözeceği yolunda bir hayale kapılmamak gerekir. Kestirmeden söyleyeyim: Devletin teşvik uygulaması ekonomik kalkınmayı sağlamaya yetseydi tüm devletler bunu en geniş ölçüde yaparak bütün ekonomik problemleri kökünden çözerdi ve böylece her coğrafyada zengin, müreffeh ülkeler ortaya çıkardı.
Kamu otoritelerinin (hem bürokratik hem politik) devletin aslî görevleri ve fıtrî sınırları hakkında sağlam bilgilere sahip olması daha isabetli ekonomi politikaları oluşturulmasının ve takip edilmesinin ilk, vazgeçilmez ve yeri başka hiç bir unsur tarafından doldurulamaz şartıdır.
Yeniyüzyıl, 31 Ocak 2019