Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim üzere, sosyalizm kendi başına bir teori hüviyetinde inşa edilmedi. Bir kapitalizm eleştirisi olarak formüle edildi. Marksist düşünce zembereği içinde, sosyalizmi bir tez olarak sunmak ve hem sosyalizmden komünizme hangi dinamiklerle ve nasıl geçileceğini, hem de gerek sosyalizmde gerekse komünizmde hayatın nasıl olacağını açıklamak gerekirdi. Sosyalistler bu külfete girmedi. Daha doğrusu bu ağır, muhtemelen altından kalkılamayacak entellektüel vazifeden kaçtı.
Sosyalizmin ayrıntılarını es geçip kapitalizm üzerine odaklanmak ve sosyalizmin meziyetlerini kapitalizme atfedilen kusurlar üzerinden ima etmek — altını çiziyorum, açıklamak değil ima etmek — klasik Marksist yazarlara münhasır kalmadı. Daha sonraki sosyalistler de aynı yolda ilerledi. Hem nasyonal sosyalist hem ortodoks sosyalist totalitarizm denemelerinden sonra Jürgen Habermas, 1970’lerde yazdığı kitaplarda hâlâ kapitalizmin krizlerini vurguluyordu. Sonra köprülerin altından çok sular aktı. İddia ettiği tüm sorunların aslında sosyalizmin sorunları olduğu anlaşıldı. Anti-demokratik sosyalizmin fikir savaşçısı Habermas, bir özeleştiri yapmadan, yanıldığını itiraf etmeden, sosyalizmin kurbanları için üzüntü beyan etmeden, liberal demokrasi teorisyenliğine soyundu ve hiçbir zaman demokrasinin gerçek mahiyetini kavrayamamasına rağmen, demokrasiyi anlatan ders kitaplarına girmeyi başardı.
Gerek klasik gerekse modern (çağdaş) sosyalist yazarlar kapitalizmin kötülüklerinden bahsederken bazı şeyleri tekrar tekrar vurguladı. Onlara göre kapitalizm bir diktatörlüktü. Ezenlerin ezilenler, sömürenlerin sömürülenler, burjuvazinin işçiler üzerinde diktatörlüğüydü. Kapitalist ülkelerde yaygın olan hak ve özgürlük söylemi, köleleştirilmiş kitleleri yanıltmak, avutmak için kullanılan ideolojik aparatlardandı. Kapitalist ülkelerde gerçek özgürlük yoktu. Oralarda hak ve özgürlükler şeklî idi.
Aynı kişilere göre kapitalizm eşitsizlik demekti. Kapitalist ülkelerde kaçınılmaz olarak eşitsizlikler doğardı. Bu eşitsizlikler elbette ekonomik temellere dayanmaktaydı. Üretim ilişkilerinden — yani üretim araçlarının sahiplenilme biçiminden — kaynaklanmaktaydı. Bu eşitsizliğin sistem içinde giderilmesi mümkün değildi. Buna paralel olarak, kapitalizm geniş halk kitlelerinin azınlık bir sınıf (tabaka) tarafından sömürülmesi anlamına gelmekteydi.
Sosyalist düşünürlere göre kapitalizmde burjuvazinin zenginliği bu sömürüye dayanmaktaydı. Çok sayıda insan üretmekte, az sayıda insan onların yarattığı zenginliği gasp etmekteydi. Artı-değer — yani müteşebbisin işçiye ürettiği şeyin değerinin tamamını değil yalnızca bir parçasını vermesi ve geri kalanını kendine muhafaza etmesi — yüzünden burjuva zenginleşmekte, çalışan sınıf fakirleşmekteydi.
Marx’a göre kapitalizm daha önceki toplumsal sistemlere nisbetle çok büyük bir zenginlik yaratmıştı. Bu, takdire şayandı. Ama bu sistemle daha ileri gitmek imkânsızdı. Kapitalizm kendini tahrip edecek güçleri yaratmaktaydı. İnsanlığın ileriye doğru yürüyüşünde gelecek, sosyalizmi ve komünizmi göstermekteydi. Zenginliğin iyice artması, hayatın daha zevkli hale gelmesi, insanların boş vakitlerinin artması sosyalizme bağlıydı.
Tarihin ve talihin cilvesine bakın ki, sosyalist düşünür ve akademisyenlerin kapitalizme atfettiği bütün kötülükler sosyalist ülkelerde tezahür etti.
Sosyalist ülkeler tam bir diktatörlük olarak boy gösterdi. Aslında bu, Marx tarafından da öngörülmüş ve dile getirilmişti. Marx’ın teorisine göre burjuva diktatörlüğünün yerini proletarya diktatörlüğü alacak, ama bu diktatörlük haklı ve gerekli olacaktı. Oysa sosyalist rejimler diktatörlüğün en kötü hallerini sergiledi.
Özgürlük sosyalist ülkelere hiç uğramadı. Sosyalistleşen ülkelerde daha önceden var olan ve sosyalistler tarafından “şeklî” diye küçümsenen özgürlükler de tümüyle ortadan kalktı. Sosyalist rejimlerde din, ifade, seyahat, yerleşme, meslek seçme ve icra etme, mülkiyet edinme, basın ve muhalefet özgürlükleri yoktu. SSCB’nin ilk yıllarında muhalifler ya öldürülür ya da sürgüne gönderilirdi. Stalin’den itibaren başka yöntemler de geliştirildi. Sosyalizme muhalif olanların aklı sağlığı yerinde olamazdı. Onların tedavi edilmeye ihtiyacı vardı. Bu gerekçeyle bazı muhalifler psikiyatri kliniklerine kapatılmaya ve “tedavi edilmeye” bile başladı.
Sosyalist sistemler en iddialı oldukları eşitlik alanında da büyük felâketler yarattı. Sosyalist ülkelerde eşitsizlik kapitalist ülkelerdekinden daha ağır biçimlere büründü. Kapitalist ülkelerdeki eşitsizliğin temelinde ekonomik faktörler yatarken, sosyalist ülkelerde eşitsizliğin kaynağı siyaset ve ideoloji oldu. İmtiyazlı sınıf nomenklatura’ya mensup olanlar (yani Komünist Parti’nin önde gelenleri) özel mağazalardan en iyi malları yarı fiyatına alabilirken, geniş halk kitleleri kıtlık içinde ve kalitesiz tüketim mallarıyla yaşamaya mahkûm edildi.
Sosyalist ülkeler kapitalizmin yaratığı zenginliği daha ileriye taşıyamadı. Birçoğu zenginlik bakımından hem mutlak hem de göreli anlamda kapitalist ülkelerin gerisine düştü. Sosyalist ülkelerde insanlar çok ağır şartlar altında çalışmak ve yaşamak zorunda kaldı. Refah seviyesi yerlerde süründü. Bütün objektif ölçütler bakımından sosyalist ülkeler kapitalist ülkelere nisbetle başarısız oldu.
Kısacası, sosyalist teorisyenlerin kapitalizme atfettiği bütün problemler — hem de daha önceden hayal edilemeyecek ağırlık ve yoğunlukta — sosyalist ülkelerde yaşandı. Ama bu korkunç tablo gelecek nesillerin ibret almasını sağlayacak, geniş kitlelere ulaşacak akademik, edebî ve sanatsal çalışmalara dönüşmedi, dönüşemedi.
Ne olursa olsun, gerçekler balçıkla sıvanamaz, 20. yüzyıl sosyalizminin tarihi bir kötülük ve başarısızlık tarihidir.