Başbakan’ın balkon konuşmasında vaat ettiği “herkesin anayasası” ancak eğitim sisteminin kökten değişmesiyle mümkündür
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 12 Haziran’da seçim sonuçların belli olmasının hemen ardından AK Parti Genel Merkezi’nde yaptığı “balkon konuşmasının” büyük bir bölümünü yeni anayasaya ayırmıştı. Başbakan “Yeni anayasa milletin her bir ferdini birinci sınıf olarak görecek. Her kimlik, her değer, herkesin özgürlük demokrasi barış ve adalet talebine bu anayasa karşılık verecek. Bu anayasa Türk’ün, Kürt’ün, Zaza’nın, Arap’ın Çerkez’in, Roman’ın, Alevi’nin Sünni’nin, azınlıkların yani 74 milyonun anayasası olacak” demişti. Ancak biz yeni anayasa için telaffuz edilen bu ifadelerin hayata geçebilmesi için işe önce eğitim sisteminden başlanması gerektiğini ifade etmiştik. Çünkü Türkiye’de öğrenciler, özgürlüğün, demokrasinin ve ortak yaşam kültürünün verildiği özgür okul ortamlarından geçmediklerinden ötürü en ufak bir toplumsal kırılmada bilinçli, tutarlı ve özgürlükçü bir tavır ortaya koyamadıkları gibi aynı zamanda ülkesinde yaşayan farklılıklara karşıda ciddi bir önyargı beslemektedirler.
Eğitimin bir ideolojik endoktrinasyon ve entrojeksiyon kurumu olarak sürdürülmeye çalışıldığı bir ülkede bu çokta garipsenecek bir durum değildir. Çünkü gerek eğitim anlayışı ve gerekse bu anlayışı aşılamak üzere oluşturulan yasa ve yönetmelikler bu doğrultudadır. Hatta 3797 sayılı, 1992 tarihli yasaya göre MEB’in görevi” Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, manevi, tarihi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan…. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen bunları davranış haline getirmiş, vatandaş olarak yetiştirmek üzere, bakanlığa bağlı her kademedeki öğretim kurumlarının öğretmen ve öğrencilerine ait bütün eğitim ve öğretim hizmetlerini planlamak, programlamak, yürütmek, takip ve denetim altında bulundurmak” idi. Görüldüğü gibi MEB’in görevi evrensel değerler üzerinden gitmeyen daha çok yerel ve dar bir milliyetçilik anlayışına göre şekillenmekteydi.
Oysa eğitim demokratik bir ülkede insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe, en önemlisi de insanın kendisini gerçekleştirmesine gerekli katkıyı sunmak üzere işlev görür/görmelidir.
Eğitimin nihai amacı tek-tip insan üretmek değil birbirleriyle iyi ilişkiler kuran, kendine ait bir dünyası olan ve bu dünyasını kendisi için koyduğu ilkeleriyle zenginleştiren özgür bireyler üretmektir. Bunun da başlıca yolu; insanın en tabii haklarına, özelliklerini en verimli şekilde kullanmasına imkân tanımaktan geçmektedir. Başka bir deyişle insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerini geliştirebilmesinin yolu, kuşkusuz insanı insana bırakmaktan geçmektedir. Sürekli insanın kısıtlandığı, en temel gereksinimlerinin bile eskiden kalma yasa ve yönetmeliklerle belirlendiği bir ortamda/kurumlarda doğal olarak insanın bireysel yaratıcılığı köreleceği gibi birey kendi özgür iradesiyle hareket etmeyen bir nesne durumuna indirgenecektir. Bu bakımdan her fırsatta eğitim sisteminin mutlaka köklü bir reforma tabi tutulması gerektiğine ifade etmekteyiz.
MEB’ten devrim gibi kararname
Yeni MEB Bakanı Sayın Ömer Dinçer’i 2003-2004 yıllarında “Rönesans olmadan reform olmaz” diyerek Türkiye’de tıkanan bürokrasiyi rahatlatmayı, devlet ve halk arasındaki karşılıklı güvensizliği ortadan kaldırmayı, bürokratik verimliliği arttırmayı, insanların yaşam kalitesini yükseltmeyi en önemlisi de insan hak ve özgürlüklerini genişletmeyi hedefleyen “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’nın mimarı olarak tanımıştık. Aynı zamanda yerel yönetimlerin güçlenmesini sağlayacak bir reform paketi görünümünde olan bu tasarı ne var ki Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen, TMMOB, TÜRMOB, TTB, Mülkiyeliler Birliği, ADD ve Türk Kadınlar Birliği gibi STK’ların başını çektiği birçok dernek ve sendika tarafından “geleceğin ipotek edilmesi” olarak nitelendirilmiş ve çok ciddi eleştirilere maruz kalmıştı. Sayın Dinçer reformcu yanıyla özellikle MEB’in ihtiyaç duyduğu bir bakandı. Çünkü MEB tüm kurumlarıyla yıllardır üsten alta kumanda edilen hiyerarşik yapılanmasıyla baştan aşağıya bürokrasiyle kuşatılan hantal bir yapılanmadır. Tam da bu noktada 14 Eylül 2011 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Kanun Hükmünde Kararname yayınlandı. Kararnamenin arkasında Bakan Ömer Dinçer var. Sayın bakan isabetli bir kararla değişime Milli Eğitim Teşkilat Kanunundan başlamış. Yukarıda bahse konu olan 3797 sayılı, 1992 tarihli Milli Eğitim Teşkilat Kanununun dayandığı temel değerlerleri aktarmıştım. 14.09.2011 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Kanun Hükmündeki Kararnamede ise Bakanlığın yeni görevleri şu şekilde tanımlanıyor;
3797 sayılı,2011 tarihli Milli Eğitim Teşkilat Kanunu
Madde 2 – (1) Milli Eğitim Bakanlığının görevleri şunlardır:
a) Okul öncesi, ilk ve orta öğretim çağındaki öğrencileri bedeni, zihni, ahlaki, manevi, sosyal ve kültürel nitelikler yönünden geliştiren ve insan haklarına dayalı toplum yapısının ve küresel düzeyde rekabet gücüne sahip ekonomik sistemin gerektirdiği bilgi ve becerilerle donatarak geleceğe hazırlayan eğitim ve öğretim programlarını tasarlamak, uygulamak, güncellemek; öğretmen ve öğrencilerin eğitim ve öğretim hizmetlerini bu çerçevede yürütmek ve denetlemek.
Görüldüğü üzere Atatürk ilke, inkılap ve milliyetçiliği vurguları kaldırılmış. Bununla birlikte “Türk Milleti” ifadesi de kaldırılmış. Önceki kanun eğitim faaliyetlerinin çocuğa devlete karşı görev ve sorumluluklarını yükleme temelinden hareket ederken, yeni kanun insan haklarını temel alıyor. Öğrencileri bedeni, zihni, ahlaki, manevi, sosyal ve kültürel nitelikler yönünde geliştirmeyi hedeflerken diğer yandan küresel düzeyde rekabet gücüne sahip ekonomik sistemin gerektirdiği bilgi ve becerilerle donatmak gibi oldukça reel bir temeli eksen alıyor. Bu değişim şüphesiz bazı kesimler tarafından şiddetle eleştirilecek ve bu kararnamenin geçersizliği üzerine çok sayıda görüş ifade edilecektir. Oysa Milli Eğitim Bakanlığı ileri bir adım atıp insan haklarını ve çocuğu merkeze alan, ona bir ideoloji dayatmaktan kaçınan, “Türkiyelilik kimliği” üzerinden hiç kimseyi dışarıda bırakmayan bir görev tanımı yapmıştır.
Bu aynı zamanda yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde sivil anayasa adına atılan en somut adımlardan birisi olarak görülmelidir. Eğitimin doğası gereği ideoloji aşılama gibi bir misyonu yoktur. MEB ilk defa evrensel değerler temelinde eğitime dönük çok ciddi bir değişimin/yeniliğin önünü açmıştır. Bu değişim, eğitimin başta ideoloji aşılama gibi anormal işlevini de yıkabilecek en önemli adımlardan birisidir. Kısacası eğitimde normalleşme sürecine girilmiştir.
KHK’de diğer göze çarpan değişiklikler; 32 olan genel müdür ve üst yönetim birimi sayısının 17’ye, 7 olan müsteşar yardımcısı sayısının ise 5’e düşürülmüş olmasıdır. Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği, sürekli kadro olmaktan çıkartılıp 4 yıl süreli bir görev haline getirilmiştir. Müsteşar dahil, bakanlıktaki genel müdürler, özel kalem müdürleri, il, ilçe müdürlükleri, eğitim ataşelikleri bunların hepsi sözleşmeli personel olarak çalışacak ve performanslarına göre ücret alacaklardır. Bu değişiklikler de MEB’in mevcut bürokrasi temelli işleyişinin artık miadını doldurduğunu göstermektedir. Bir bakıma MEB’te bundan böyle yöneticilerin daha şeffaf olacağının ve daha çok performansın sergileneceğinin işaretlerini vermektedir. Keza torpillerin ve kayırmalarında önüne geçilebilecektir.
Reformlar devam etmelidir
Geçenlerde Taraf’ta bu sene de yeni eğitim dönemine eskiden kalma yasalar, uygulamalar ve eğitim anlayışıyla girilecek olmasından duyduğum rahatsızlıkla “1924-1925 Eğitim yılı başlıyor!” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Sayın bakanın Milli Eğitim Teşkilatından başlayan bu reform haberi eğitim konusunda bir kez daha umutlanmamıza neden oldu. Bu bakımdan kendisi kutluyoruz. Ancak Milli Eğitim Teşkilatından başlayan bu reform sürecinin hız kesmeden devam etmesi gerekmektedir. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu başta olmak üzere çocuklara her gün rahat hazırol komutlarıyla okutulan andımız, kılık-kıyafet serbestliği, finansman boyutu en önemlisi de ders kitaplarının içeriğinin evrensel insan haklarına münasip bir dille yeniden yazılması gibi birçok alanda yeniliklerin yapılması gerekmektedir. Kısacası okullar artık dünyanın geldiği bu noktada yasa ve yasaklarla donatılan, emir komuta yöntemiyle işleyen, tek tip kıyafetlerle, asker dizilişleriyle ve uygun adım marşlarıyla, ders kitaplarıyla uysal, uyumlu ve itaatkâr birer vatandaş yaratma mekânları olmaktan çıkarılmalıdır. Azınlıkları, etnik alt kimlikleri içine alan onları eritmeyen, insanı her daim diri tutan, canlı, çok kültürlü, pratik hayatta bir karşılığı olan, sanatçı, usta ve bilim adamı yetiştiren özgürlükçü bir eğitim sisteminin devreye sokulması artık elzemdir.