Eğitim kimin hakkı, kimin işi?

Cem Yılmaz meşhur reklamında “eğitim şart” diyordu. Eğitimin gerekli olduğu konusunda toplumun değişik meşrepten bütün önemli kesimleri arasında ciddi bir ihtilâf yok. Aynı toplum kesimleri eğitim işini devletin üstlenmesi gerektiğinde de hemfikir. Ancak, eğitimin gerekli olduğu ve devlet tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde anlaşmak, eğitimin nasıl yapılacağı ve müfredatın ne olacağı üzerinde de anlaşmak anlamına gelmiyor.

Bu konuyla ilgili sorular basit ama hayatî: İyi eğitim nedir ve kim tarafından verilmelidir? Eğitim alanlar ile eğitim verenler arasında bir amaç ve muhteva birliği yoksa ne olacaktır? İyi eğitim bir tane midir? Bir tane ise öyle olduğunu nasıl bilebiliriz? Bir tane değilse eğitim sistemi aynı anda birden fazla iyiye nasıl hizmet edecektir? Eğitimde standardizasyon esas olursa, çok sayıda iyiden hangisi, niçin tercih edilecektir?

Eğitimde başrolü ve görevi devlete vermenin altında yatan başlıca sebepler fakirlerin korunması ve doğru bilgilerin öğretilmesi. Daha az dile getirilen ama daha önemli sebep ise, devletin yetişmekte olan vatandaşlarını “doğru” değerlerle donatmak istemesi.

Eğitim alanındaki birçok kavganın ana sebebi bu sonuncusu. Kendi doğrularının tek doğru olduğuna inanan toplum kesimleri, siyaset aracılığıyla onları eğitim sistemine egemen kılmak istiyor. Böylece ortaya bir kayıkçı kavgası çıkıyor. Farklı doğru anlayışları yüzünden birbirinden nefret eden kesimler, eğitimin patronunun devlet olması, eğitimin tümüyle devlet tarafından finanse edilmesi, eğitim çalışanlarının devlet memuru, okulların devlet binası (yani dairesi) olması hususunda ittifak ediyor. Tersinin mümkün olabileceğini düşünemiyor. Mesela sağ-sol, dindar-seküler ayrımı bu noktaya varınca sona eriyor.

Oysa başka bir yol (yoksa dünya mı desek!) mümkün. Eğitimin her şeyiyle tamamen topluma iade edilmesi biçiminde formüle edilebilecek yolla, “en iyi”ye ulaşamasak da “ikinci en iyi”ye kavuşabiliriz. “İkinci en iyi”de devlet eğitimi zorunlu kılsa ve finansmanına katılsa bile, eğitimi bizzat üstlenmek yerine piyasaya, sivil topluma bırakır. Toplumun eğitime istediği kadar kaynak ayırmasına ve eğitimde bir çoğulculuk doğmasına müsaade eder.

Bakın, eğitime kafa yoran düşünürlerden J. S. Mill On Liberty (Özgürlük Üzerine) adlı kitabında 19. yüzyıldan nasıl sesleniyor:

“Tek tip (evrensel) eğitime zorlama, bir kere görev olarak telakki edildiği vakit, devletin ne öğreteceği ve nasıl öğreteceği gibi, meseleyi hâlen partiler ve mezhepler arasında bir savaş alanına çeviren ve eğitimin bizatihi kendisine hasrolunabilecekken eğitime dair münakaşalar ile vakit kaybına yol açan zorluklar da son bulmuş olacaktır. Devlet her çocuğun iyi bir eğitim görmesi almasını zorunlu hâle getirirse, bunu (bizzat) temin etme yükünden kurtulmuş olur. İstedikleri yerden, istedikleri türden eğitim alma işini ebeveynlere bırakarak, kendisini sadece fakir çocuklarının okul ücretlerini ödenmesine yardım etmekle ve kendileri namına ödemede bulunacak kimsesi olmayanların okul masraflarının tamamını karşılamakla yetinebilir.”

Mill’in işaret ettiği istikamette adımlar daha sonra atıldı ve iyi sonuçlar verdi. Milton Friedman’ın önerisi olan eğitim çekleri Şili, İsveç gibi ülkelerde yaygın biçimde uygulanmakta. Sonuç gayet müspet. Türkiye’de de son yıllarda tıpkısının aynısı olmasa da benzer adımlar atılıyor ve iyi neticeler alınıyor. Böylece hem eğitimin maliyeti aşağı çekilebiliyor, hem sektör rekabete açılıyor. Gidilmesi gereken yön belli olduğuna göre, siyasî partiler kayıkçı kavgasını bırakıp gerçek sorunlarla yüzleşmeli. Eğitimi kendi özel alanları gibi görmekten vazgeçmeli. 

Serbestiyet, 30.05.2017

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et