AK Parti milletvekili Şamil Tayyar geçenlerde çok konuşulması gereken ama neredeyse tamamen görmezden gelinen bir konuşma yaptı:
“Derin devlet kötü bir şey değil. Türkiye gibi bu zor coğrafyada bir ülkenin mutlaka derin devletinin olması lazımdır. Kendi küllerinden kendini oluşturan bir devlet anlayışını ifade eder bu. Ama maalesef derin devleti ele geçiren bürokratik oligarşi, bunu kendi iktidarının aracı olarak gördü. Şimdi diyoruz ki; Türkiye’de yeni bir derin devlet oluşturulacak. Bunlar milletten emir alacak.”
AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde, devlete vesayet eden bir sistem yürürlükteydi. Sivil siyaset üzerinde yükselen ve hükümete kim gelirse gelsin devleti yöneten bu Kemalist vesayet sisteminin orkestra şefi orduydu. Diğer asli enstrümanlar ise yüksek yargı, YÖK, üniversiteler ve cumhurbaşkanlığı gibi devlet içi vesayet kurumlarıydı. Sivil ayaktaki işbirlikçileri olarak, belirli sermaye gruplarını temsil eden medya ve Kemalist kurucu parti vardı. Bu iki ayağın tamamlayıcısı ve bu sistemi sürekli kılmaya hizmet eden vazgeçilmez unsur ise derin devletti.
Daha sonra açılan dâvâlarda Ergenekon adı verilen derin devlet, vesayet mekanizmasının işleyebilmesi ve ayakta kalabilmesi için çalışan ve kirli, kanlı, yasadışı yolları kullanan, devlet-içi gizli bir örgütlenmeydi.
Bu yapılanma otoriter bir rejimi ayakta tutabilmek uğruna suikastlar, cinayetler, tehditler, şantajlar, işkenceler, faili meçhuller, darbe hazırlıkları, sansasyonel katliamlar ve benzeri olaylara başvuruyordu. Bu eylemlerle topluma korku pompalıyor, farklı kesimleri birbirine düşman ediyor, kaotik bir belirsizlik iklimi yaratıyor, siyasileri ve hükümetleri kıskaca alıyordu.
Demokratik cephe, AK Parti’nin vesayet rejimiyle giriştiği mücadeleye destek verdi. Bu mücadelede AK Parti’nin vaadi derin devletli vesayet rejimi yerine anayasal bir demokrasi kurulacağıydı. Bu yönde yasal, anayasal, kurumsal ve idari çok sayıda yapısal demokratik reform teklifiyle çıktı toplumun karşısına. Ancak daha ziyade yasal ve idari düzeyde bazı reformlar ve değişiklikler yapabildi.
2010 referandum sonucu, bu kavgada AK Parti’nin zaferini ilân eden dönemeçlerden biriydi. Böylece hem vesayet kurumları hem derin devlet yenilgiye uğratılmıştı. Devlet içi vesayet kurumlarının kontrolü büyük ölçüde AK Parti’ye geçmiş, derin devlet ise dağıtılmıştı.
Dağıtılan “derin devlet” devlet içinde kocaman bir boşluk yarattı. Eski rejimin temel organizasyonu, vesayet mekanizmalarıyla işletilen bir devlet yapılanmasına göre şekillenmişti. Kemalist derin devletin tasfiyesiyle ortaya çıkan “derin boşluğu” FETÖ güncellenmiş bir derin devlet olarak doldurma amacındaydı. Erdoğan’ın kararlı duruşu olmasaydı, az kalsın başarılı da olmuştu.
Nihayetinde, örgütün üyeleri şişirilmiş özgüvenleri ve tüm iktidarı hemen elde etme hırsları ssonucu, niyetlerini deşifre edecek sertlikte ve aptallıkta hamleler yaptılar. Bu sayede o derin boşluğa yerleşemeden bertaraf edilebildiler.
Şimdi, Şamil Tayyar o boşluğun, “bürokratik oligarşi”nin emrinde olanın yerine, “milletin” emrinde olan yeni bir derin devlet getirilerek doldurulması gerektiğini veya doldurulacağını söylüyor.
Hemen not düşmek gerekir; her derin yapılanma eninde sonunda dar bir oligarşinin yönetimine geçer. Bu, işin doğası gereğidir. Gizli, yasadışı ve demokrasi dışı bir mekanizma nasıl olup da milletten emir alacak acaba? Muhakkak ki millet adına hareket ettiğini ileri süren bir takım bürokratlar ve siyasilerden emir alacak. Yani tasfiye edilen eski oligarkların yerini yeni oligarklar alacak; yeniliği de burada kendini gösterecek herhalde!
Şamil Tayyar’ın önerisi akla ve demokrasiye büyük ziyan. Öneriyi ciddiye alarak, yeni bir derin devlet yaratmanın neden yanlış olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım. Ancak bu vesileyle ortada gerçekten ciddi bir tehlike olduğuna dikkat çekmek isterim.
Şimdi, derin devlet ve vesayet kurumlarıyla birlikte işlemeye göre düzenlenmiş bir siyasal yapı var elimizde. Bu yapıda derin devletin tasfiyesi ile ortaya çıkan büyük ve derin bir boşluk oluştu.
Bu boşluk, aslında derin devletin değil, sadece derin devletin adamlarının tasfiye edilebilmiş olmasından kaynaklanıyor. Rejimde ciddi bie yapısal ve kurumsal değişikliğe gidilmediği için, belirli bir gündemi olan ve organize birileri “derin boşluğa” yerleştiğinde yeniden çalıştırılmaya hazır bir mekanizma hâlâ orada duruyor. Bahsettiğim tehlike budur.
Bana kalırsa bu boşluk şu anda Erdoğan’ın karizmatik liderliği ve gücü sayesinde fark edilmiyor. Erdoğan’ın süper liderliği birilerinin bu boşluğu doldurmasına izin vermez gibi görünüyor. Ancak bu aldatıcı bir görüntü olabilir. Ve belki de eski derin devletin unsurları alttan alta bu boşluğa, ucundan kıyısından yerleşmeye başlamış olabilir. Hattâ bu kjuvvetle muhtemeldir de. Avantajları, hem bu işe fazla hevesli olmaları, hem de mekânı, yapıyı ve işleyişi biliyor olmalarıdır. Üstüne 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan kaotik olağanüstü hal de eklendiğinde, bu olmayacak bir iş sayılmamalı.
Veya, Şamil Tayyar’ın konuşmasından hareketle düşünürsek, yeni adaylar söz konusu boşluğa göz dikmiş olabilirler. Ancak “eski kurtlar” karşısında şansları azdır ve mekânın asıl sahipleri tarafından manipüle edilmeye mahkûmdurlar.
Devlet mekanizmasında demokratik nitelikte bir yapısal ve kurumsal değişiklik yapılmadığı sürece, o boşluğa talip gruplar hep çıkacak ve derin boşluk kolayca derin devlete dönüşecektir.
AK Parti, iktidar serüveninin başlarında YÖK, yüksek yargı veya cumhurbaşkanlığı gibi vesayet kurumlarını birer vesayet aparatı olmaktan çıkaracak demokratik reform önerileri sundu ve bunları samimiyetle uygulamaya çalıştı. YÖK’te veya yerel yönetimlerde reform öngören yasa tasarılarını hatırlayınız.
Ancak devlet içi ve dışı vesayet mekanizması, o zamanlar kendi ölüm fermanı olacak olan bu yapısal reformlara tüm gücüyle karşı koydu. Buna karşı AK Parti, dikkatini daha fazla bu vesayet mekanizmasını işleten kurumların “ele geçirilmesi”ne verdi.
Kurumların başındakileri mümkünse “kendilerinden” olan kişilerden, değilse en azından kendilerinden olmayan ama ılımlı kişilerden oluşturmaya çalıştılar. Ancak bu strateji bir süre sonra her yere “bizden birilerini” yerleştirme, devleti “bizim kılma” pratiğine dönüştü. FETÖ’nün devlete bu kadar yoğun biçimde yayılabilmesinin arkasındaki sebeplerden biri de bu tutumdur.
Başlarda demokratik yapısal reformları savunurken AK Parti’nin bunları hayata geçirecek gücü yoktu. Bu yüzden vesayet kurumlarının kontrolünü ele geçirmeye yönelmekte haklıydı. Vesayet sistemini adım adım verdiği mücadele ile yenilgiye uğrattıktan sonra, nihayet bu değişiklikleri yapabilecek güce de ulaştı. Ne var ki bu sefer de AK Parti vesayet kurumlarında demokratik reformlar yapmaktan kaçmaya başladı. Yapısal-kurumsal demokratik reformları yapabilecek güce ulaştığında bunları yapmalıydı ve gene de yapmalı.
Devletin kurumlarını tamamen kontrolü altına alabildiğine göre demokratik reformların “zorunlu olmadığı” değerlendirmesini yapmış olmalı. Veya, kötü ve adaletsiz bir sistemin başında “iyi ve bizden birileri” olursa sistemin iyi ve doğru yönde çalışacağı zannına da kapılmış olabilirler.
Oysa bugün, kurumların başındaki kişileri doğrudan belirlemenin adaleti ve iyiliği garanti etmediği gibi, sistemin tam kontrolünü ele geçirmek demek de olmadığı anlaşılmış olmalı. Bilhassa 17/25 Aralık ve 15 Temmuz bunun böyle olmadığını açıkça gösterdi.
AK Parti 15 Temmuz’a rağmen bu stratejisini bir eleştiriye ve revizyona tabi tutmadığı gibi, kurumların tepesindekileri (rektörleri atama örneğinde olduğu gibi) daha katı ve dolaysız bir kontrolle kendine bağlamak suretiyle bütün bir sistemi tek bir elde toplamaya yöneldi.
Oysa vesayet mekanizmasına uygun olarak tasarlanmış bu sistemi yapısal olarak demokratik reforma tabi tutmadığınız sürece, problem olduğu yerde duruyor olacaktır. Siz ne kadar bütün kontrolü ele almaya çalışırsanız çalışın, o derin boşluk orada olduğu sürece, devletin asıl yönetimi bugün veya yarın o boşluğu dolduracaklar tarafından yapılacaktır.
Erdoğan’ın güçlü liderliği bunu sadece zorlaştırabilir veya biraz geciktirebilir. Şu anda Erdoğan devlet kurumları üzerinde tam kontrole sahip gibi “görünüyor.” Ancak bir süre sonra derin boşluğu dolduracak aktörler devlet kurumlarının kontrolünü de şu veya bu yolla ellerine geçireceklerdir.
Böyle bir iş derin bir yapılanma için hayli kolaydır. Sistemi ne kadar merkezî, tek tip ve tepeden aşağı işleyen bir yapıya dönüştürürseniz, derin devletin onu manipüle etmesini ve hattâ ele geçirmesini de o ölçüde kolaylaştırmış olursunuz.
Anayasal demokrasilerde de oligarşi ülkeyi derin devlet vasıtasıyla istediği şekilde yönetme eğiliminde olacak, bundan vazgeçmeyecektir elbette. Ancak demokratik bir rejimde çoğulculuğun ve kurumsal-yasal prosedürlerin anayasal ve yapısal olarak sağlayacağı sigortalar çok daha çeşitli ve dayanaklı olacaktır. Sistem demokratik siyasetin ve kamuoyunun gözetim ve denetimine daha açık olacaktır. Derin devlet, devletin rutin işleyişini değil, büyük skandal yaratan rutin dışına çıkışlarını temsil edecektir.
“Yeniden derin devlet” riskini düşürebilmek için, devletin işleyişi ve kurumlarında demokratik siyaset ile çizilen bir çerçeve içinde çoğulculuğun, şeffaflığın ve hukuk devletinin işler kılınacağı köklü bir reforma ihtiyacımız var.
Beklenti yüksek, umut zayıf.