CHP’li Onur Öymen geçen hafta “Kürt Açılımı”nın Meclis’te görüşülmesi sırasında yaptığı gafı telâfi edebilmek kaygısıyla açıklamalar yapıyor. Bu açıklamalar arasında, kimsenin kendi partisi ile Alevilerin arasını açamayacağı fikrini güçlendirmek üzere sarf ettiği şöyle bir söz de ver: “Aleviler aynı CHP gibi Atatürk’ün ilkelerini benimserler, çağdaş dünya görüşünü benimserler.”
Ben bu yazıda Alevilerin de “aynı CHP gibi” Atatürk ilkelerini çağdaşlığın tanımı olarak algılayıp algılamadıkları ve bunun ne anlama geldiğini ele almak niyetinde değilim. Burada sadece “Atatürk ilkeleri” ile “çağdaşlık”ı özdeşleştirmenin Türkiye’nin siyasi rejimi için ne anlama geldiği üstünde duracağım.
Malum, çağdaşlığı “Atatürk ilkeleri”yle tanımlamak öteden beri Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi söylemine hakim olan bir eğilimdir. Bu fikir, üniversiteler dahil olmak üzere resmi eğitim müfredatıyla da pekiştirilmektedir. Böyle bakıldığında, CHP herhangi bir parti veya partilerden bir parti olmaktan çıkarak “Atatürk’ün partisi”, böylelikle de “Devlet partisi” hüviyetini kazanmaktadır.
Ne var ki, Atatürk’ün devletin kurucusu olması ve dokunulmazlığı sayesinde, “onun ilkeleri”ni benimseyen CHP’nin siyasi ideolojisinin de otomatik olarak devletle özdeşleştirilmesi ne demokrasiyle ne de özgürlükle bağdaşan bir durumdur. Çünkü, demokrasi farklı ideolojileri ve siyasi programları temsil eden partilerin rekabetine dayanan bir sistemdir. Bir partinin ideolojisinin devletin resmi ideolojisi olması ve böylelikle diğer partiler için de bağlayıcı sayılması demokratik çoğulculukla bağdaşmaz.
Siyasette herkes aynı siyasi ilkeleri savunacaksa, daha doğrusu savunmak zorundaysa, o zaman farklı partiler kurup siyaset yapmaya çalışmanın anlamı yoktur. Esasen böyle bir etkinliğe doğru anlamda “siyaset” de denemez. Eğer böyle yapılıyorsa, orada çok-partili görünüm altında aslında tek-partili bir rejim var demektir. Nitekim, Türkiye’deki cari sistemin (başta anayasa, siyasi partiler kanunu ve anayasa mahkemesi) bütün partilerin Atatürkçü ideolojiye –üstelik askerlerin yorumladığı şekliyle- bağlı olmasını buyuran yapısının Avrupa Birliği’ne üyelik çalışmaları ve demokratikleşmeyle birlikte değişme yoluna girmesi gerekmiştir.
Öte yandan, bu durumun özgürlükle de bağdaşmaz olduğu açıktır. Çünkü, bir kere, devletin belli bir siyasi ilkeler manzumesini (“Atatürk ilkeleri”) “çağdaşlık”la özdeşleştirip devleti de onunla tanımlaması özgür toplum için zorunlu olan “devletin tarafsızlığı”na ters düşer. Açıktır ki, devletin belli bir ideoloji veya dünya görüşüne angaje olması, onunla uyuşmayan veya ondan şu veya bu ölçüde farklılaşan dünya görüşü ve hayat tarzlarına sahip olan toplumsal kesim ve gruplar için insanca bir hayatı son derece zorlaştırır. Bunlar hayatı kendi vicdani kanaatlerine ve “doğru” anlayışlarına göre yaşama imkânından önemli ölçüde yoksun kalırlar.
Ayrıca, devlet adına yetki kullananlar bu yetkilerini resmi görüşü benimsemeyenlere ayrımcılık yapacak şekilde kullanabilirler ki bu kamu alanının farklılıklara kapatılması yoluyla aynı zamanda “demokrasi kaybı” da demektir. Keza, resmi ideolojisi olan bir devletin, özellikle eğitim yoluyla, farklı grupların dünya görüşlerini “yanlış” veya “gayrı meşru” olarak göstermesi mümkündür. Böyle bir dışlama siyaseti ise, tabiatıyla, resmen tanınan dünya görüşü ve hayat tarzı lehine bir kayırma ve ayrıcalık olarak işler.
Bu yazıda meselenin diğer yönüne, yani “Atatürk ilkeleri”nin ne ölçüde “çağdaş” olduklarına temas edemedim. Umarım bunu da başka bir yazıda gerçekleştirme fırsatı bulurum.
18.11.2009, Taka Gazetesi (Trabzon)