Uslu’nun tezi kadar, tezini haklılaştırmak için öne sürdüğü örnekler ve argümanlar da sorunlu. Uslu, demokratikleşmenin PKK’yi güçlendirmesine kanıt olarak, “örgütün en güçlü olduğu yerin demokrasinin en yaygın olduğu Avrupa ülkeleri olmasını” gösteriyor. Uslu’ya göre PKK “algıları maniple eden güçlü bir network” a sahip ve bu network demokrasinin sunduğu avantajlarla PKK’nin büyümesini sağlıyor. İfade ve örgütlenme özgürlüğünün PKK’ye rahat hareket etme olanağı verdiği doğru; ama burada önemli olan PKK’nin propagandasını güçlü kılan etkenlerin varlığıdır. Uslu, bu noktayı atlıyor; Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi karnesinin kötü olduğunu ve PKK’nin sürekli bu konuda çalışarak etkinlik sağladığını gözardı ediyor. Kendini Kürtlerin haklarının temsilcisi olarak sunmaya gayret eden PKK, bu konuda en büyük yardımı, devletin hak ihlallerinden ve Kürtlerin haklarını tanımamakta direnen tutumundan alıyor. Aksi bir durum sözkonusu olsaydı, PKK’nin tabanını genişletmesi ve propagandasının kabul görmesi zorlaşırdı.
İspanya ve ETA
Uslu, ETA’nın etkinliğinin demokrasiyle kırıldığı iddiasının da yanlış olduğunu söylüyor. Ona göre ETA’yı çökerten üç unsur var: 1992’de Fransa’da ETA’nın lider kadrosunun yakalanması, 11 Eylül süreci ve Hâkim Garzon’un 1998’de ETA’ya karşı başlattığı geniş kapsamlı operasyon. Belirtilenlerin ETA’yı olumsuz etkilediği muhakkak; ama ETA’nın zayıflamasını tamamen güvenlik operasyonlarıyla irtibatlı göstermek yanlış. Uslu, 1978 Anayasası’nın ve 1988 Paktı’nın sağladığı demokratik ortamın ETA’nın üzerindeki bozucu etkiyi görmezden geliyor. Bağımsızlık dâhil her türlü talebin rahatlıkla dile getirilebildiği ve örgütlenebildiği bir demokratik vasat, ETA’nın tabanında siyasetle yol alınabileceği düşüncesini güçlendirdi ve şiddette ısrar eden ETA’nın tabanında aşınmaya neden oldu. ETA’yı kan kaybına uğratan asıl faktör buydu, yoksa operasyonlar değil. Özipek’in de belirttiği gibi, “Franco döneminde polis operasyonlarının âlâsı yapıldı, ama bu operasyonların etkili sonuç doğurması demokrasi döneminde oldu. Demokratikleşme süreci, İspanya içinde ve dışında, Bask sorunu nedeniyle kan dökmenin kötülüğünü çok net biçimde görünür kıldı.”
Yeni Talepler / Talep Üretimi
Uslu, PKK’nin sürekli yeni argümanlar ürettiğini, bu argümanları Kürt toplumuna dikte ettirdiğini, bu nedenle PKK’nin elinden argümanları almakla PKK’yi zayıflamayı düşünenlerin yanıldığını söylüyor:
“Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması. Anadilde eğitim diye bir argüman yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabii ki PKK ve/veya Kürt entelektüeli.”
Yani Uslu, PKK’nin taleplerinin bitmeyeceğini, her bir talep karşılandığında PKK’nin yeni bir talep geliştireceğini ve dolayısıyla bunun sonunun gelmeyeceğini belirtiyor.
Uslu’nun bu yaklaşımına üç açıdan itiraz edilebilir: Birincisi, diğer dünya örneklerinden görülebileceği üzere, her örgüt değişen koşullara bağlı olarak politikasını ve istemlerini revize edebilir. Bazen radikal talepler öne çıkar, bazen talepler makul seviyeye çekilir. PKK’de olan budur. Kuruluş dönemlerinde gidildiğinde — bırakın OHAL’i veya anadilde eğitimi— PKK tamamen ayrılıkçı bir hareketti. PKK“bağımsız, birleşik, milli ve sosyalist bir Kürdistan” şiarını benimsemişti ve Türkiye ile birlikte yaşamayı ihanet olarak değerlendiriyordu. Mesela 1978 Program Taslağı’nda PKK’nin ana görevlerinden biri, devletle uzlaşmayı içerecek bir çözümün kesinlikle reddedilmesiydi:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgeci boyunduruğunu parçalamayı hedeflemeyen, bölgesel özerklik, otonomi, vs. gibi özünde sömürgecilikle uzlaşmayı getiren teslimiyetçi anlayışları teşhir etme; bunlara karşı kararlı bir mücadele vermek.” (İmset, s.56)
Ama 1990’lardan sonra bu söylemini değiştirdi; Türkiye’den ayrılma gibi bir niyet taşımadığını, demokratik bir Türkiye’de birlikte yaşamaya taraftar olduğunu dillendirmeye başladı. Daha önce ihanet olarak nitelediği “özerklik” ise PKK’nin benimsediği değere dönüştü. Bu açıdan bakıldığında PKK’deki değişimin azamiden asgariye giden bir çizgide seyrettiğini söylemek mümkün. Zamanla taleplerin değişmesi ve yeni durumlar karşısında yeni taleplerin üretilmesi normal; burada demokrasiden vazgeçmeyi gerektirecek bir durum yok. Bu talepleri demokratik tartışmaya açarsınız, talebin kalibresi de bu tartışmanın neticesinde ortaya çıkar.
İkincisi, Uslu, anadilde eğitime ilişkin bilgilerini gözden geçirmelidir. 80 öncesi PKK ve diğer Kürt siyasi hareketlerinin hepsi bağımsız Kürdistan’ı hedeflediklerinden, anadilde eğitim gibi bir konuyu sorun olarak görmüyorlardı. Bağımsız Kürdistan’da eğitim ve resmî dil elbette Kürtçe olacaktı. Bu dönemde Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe yayımlanan pek çok dergi vardı ve bu dergiler hatırı sayılır bir miktara ulaşmışlardı. 1990’dan sonra bağımsızlıkçı tezin terk edilmesi üzerine, anadilde eğitim talebi bütün Kürt siyasi hareketlerinin ortak talebine dönüştü. Sistemin dışında kalanlar bir yana sistem içinde kurulan Kürt siyasi partileri de her zaman anadilde eğitimi savunmuşlardı. HEP, daha 1992 yılında yaptığı kısmî anayasa değişikliği önerisinde anadilde eğitimi yasaklayan 42. Madde’nin değiştirilmesini önermiş ve Türkçe dışında herhangi bir dilde eğitim yapılmamasının hem uluslararası antlaşmalara aykırı olduğunu, hem de ülkede sıkıntılara yol açacağını belirtmişti. Yani Uslu’nun sandığı gibi anadilde eğitim talebi yeni bir talep değil. (Kaldı ki yeni olsa ne olur? Daha kıvamına gelmemiş diye bu hakkı tanımadan imtina mı edilecek?)
Üçüncüsü, Uslu da gayet iyi bilir ki, etnik bir içerik taşıyan çatışmalarda, sorun uzadıkça, bazı tedbirlerin tedbir olma niteliğini kaybetmesi ve onların yerini başka taleplerin doldurması kaçınılmaz. 1990’larda Kürtçe tv devrim etkisi yaratabilirdi, fakat 2009’da doğuracağı etki sınırlı olur. Çünkü o sırada Kürtlerin zaten uyduda yayın yapan onlarca kanalı vardır. Siyasette hamlenin zamanlaması hayatidir; zamanında yapılacak demokratik bir hamle birçok sorunu çözmeye muktedirken, vakti geçirdikten sonra yapılacak bir hamleden umulan fayda elde edilmeyebilir.
Müzakereciler hikayeleri
Uslu, bugün hepimizin yüreğini karartan tablodan sürekli “müzakerecileri” sorumlu tutuyor. Bu garip bir görüş; çünkü son bir yıldır ortada müzakerenin lafı bile edilmiyor. Bunun yerine tam da Uslu’nun istediği tarzda bir politika sürdürülüyor. Oslo sürecini sona erdiren Silvan saldırısından sonra hükümetin önünde iki yol vardı: Ya bu demokratikleşmeyi derinleştirerek süreci bitirmeye yönelik saldırıyı absorbe edecekti, ya da güvenlik politikalarına yönelecekti. Hükümet ikincisini tercih etti. Gerek dağda gerek ovada operasyonlara hız verdi, müzakereleri durdurdu, Öcalan’la görüşmeleri kesti, basına ayar verdi, BDP’yi baskı altına aldı. Hükümetin bu politikasını alkışla karşılayanlar, ordu ve polisin hükümetin emrine girdiğini, şike savaşlarının bittiğini ve PKK’nin kışı çıkaramayacağını yazıyorlardı. Uslu, daha iddialıydı; PKK’nin baharda işinin biteceğini müjdeliyordu. Ama sonuç Uslu’nun beklediği gibi olmadı: PKK bitmedi, geçmişe oranla daha fazla eylem yapmaya başladı. Bu itibarla Uslu, “müzakereciler hikâyelerinden” önce kendi güvenlik efsanelerini bir eleştiri süzgecinden geçirmelidir.
KCK Operasyonları
Tartışmamızın bir yerinde söz KCK operasyonlarına geldiğinde Uslu, “KCK operasyonları yapılmasıydı, bugün halk ayaklanmasını konuşuyor olacaktık” dedi. Zannederim Uslu ile aramızdaki temel fark burada; o, Türkiye’yi bir arada tutan gücün polis operasyonları olduğunu düşünüyor, ben ise Kürt halkının sağduyusu olduğunu. KCK yapılanması ile KCK operasyonlarını farklı düzlemlerde değerlendirmek lazım. KCK, hem siyaset ile şiddet uygulayanları iç içe geçiren, hem de totaliter ve faşizan bir zihniyeti yansıtan bir yapı. KCK Sözleşmesi, tek adam kültüne dayanan, bireyleri her daim denetim altında tutan, hakka sahip olmayı ve hakkın kullanımını KCK ideolojisine bağlayan bir düşüncenin ifadesi. Benim gözümde, zamanın ruhuna ve Kürt sosyolojisine ters düşen bu zihniyetin kabul edilebilir bir tarafı yok.
KCK operasyonlarına gelince; elbette KCK içinde suç teşkil eden eylemleri yapanlar olabilir ve bunların yargılanması doğaldır. Ama KCK operasyonları, bu tür bir operasyon değildir. Siyasi hesapla girişilen bu operasyonda amaç, Kürt siyasi hareketini kamuoyunun gözünde bir suç örgütlenmesi hâline getirmek, toplumla ilişkisini koparmak ve marjinalleştirerek etkinliğini kırmaktır. Uslu, bu operasyonlar sayesinde halk ayaklanmasının önlendiğini, bu operasyonların daha etkin bir şekilde yapılması hâlinde PKK network’unun dağılacağını söylüyor.
Tam tersini düşünüyorum: Halk ayaklanmasını önleyen, KCK operasyonları değil, Kürtlerin böyle bir tavra ayaklanmaya yüz vermemeleridir. Eğer PKK’nin devrimci halk savaşı stratejisini Kürt halkı destekleseydi, KCK operasyonları bu halk ayaklanmasını durdurmaz, aksine hızlandırırdı. Binlerce insanı içeri atan, Kürtçenin sürekli hakarete uğradığı davalara sahne olan ve siyaseti zehirleyen bu operasyon, ayaklanmak isteyen bir halk için bulunmaz bir fırsat olurdu. Ama Kürtler, ayaklanma stratejisini benimsemedi; onları böyle bir tercihe götüren KCK operasyonlarından duydukları korku değil, demokratik siyasete duydukları inançtı. Kürtler, Türkiye’nin bir Saddam Irak’ı veya Esad Suriye’si olmadığını gayet iyi biliyorlar. Evet, Türkiye siyaseti bünyesinde birçok açmazı, eksiği gediği barındırıyor ama bunun yanında parlamentoda oluşturulan bir grup, kazanılmış yüz belediye, canlı bir sivil toplum hayatı ve aktif bir medya yapılanması da var. Demokratik alanda mücadele ile elde edilen birçok kazanım nedeniyle Kürtler ayaklanmaya tevessül etmiyorlar.
Bunun değerini iyi bilmek gerekir; çözüm Kürtlerin yüzlerini daha fazla siyasete dönmesini sağlamak için demokratikleşmeyi ilerletme ve halka güvenmededir, demokrasi korkusunda değil.
Taraf, 25.09.2012