Emre Uslu, PKK ile demokratikleşme arasındaki ilişkiyi irdeleyen dört yazı yazdı. (1, 5, 12 ve 15 Eylül 2012, Taraf) İlk yazısından sonra kendisiyle sosyal medyada bu konuyu tartıştık. Ardından Akın Özçer (04. 09. 2012, Taraf), Murat Aksoy (11. 09. 2012, Yeni Şafak) ve Bekir Berat Özipek de (6 ve 13 Eylül 2012, Star) tartışmaya dâhil oldu. Konu önemli; tartışmayı sürdürmekte fayda var.
Uslu, iki temel görüşü savunuyor: Bir, Kürt meselesinin çözülmesi ve demokratikleşme PKK’yi bitirmez, aksine güçlendirir. İki, PKK’yi güçlendirse de güçlendirmese de Türkiye demokratikleşmek için gerekli adımları atmalıdır.
İkinci görüşte mutabıkız. Gerçekten de Türkiye, sonuçlarından bağımsız olarak demokratik hak ve özgürlükleri tanıyan bir toplumsal düzeni tesis etmelidir. Kadim devlet anlayışı, bu yönde takip edilecek bir politikanın olumsuz birtakım neticeler doğuracağından korkar. Oysa Türkiye’de toplumsal barış ve istikrar ancak daha fazla demokrasi ile mümkün olabilir.
Uslu’nun ilk görüşünü ise sorunlu buluyorum. Uslu, “Demokratikleşme, PKK’yi bitirmez” diyor, zaten bu tartışmaya katılan hiç kimsenin böyle bir iddiası olmadı. Türkiye kararlı bir şekilde demokratikleşme standartlarını yükseltse de PKK şiddetten vazgeçmeyebilir. Önemli bir kurumsallaşma ve kitlesel güce sahip olan PKK, Kürt meselesi demokratik bir çözüme kavuşsa da bir siyasi yapı olarak varlığını devam ettirebilir. Herkes bunun farkında; bu nedenle tartışma PKK’nin bitip bitmeyeceği değildir.
Tartışmanın düğüm noktası, PKK’nin nasıl olup da bu kadar büyük bir toplumsal güce kavuştuğudur. Acaba neden Kürtlerin önemli bir kısmı amacına ulaşmak için şiddete başvuran PKK’yi desteklemektedir? Ve acaba hangi enstrümanlara müracaat edilirse PKK’nin yanında saf tutan Kürtler PKK’yi ve kendi duruşlarını sorgulayabilir ve bundan vazgeçebilirler? Tartışmayı bu minval üzerinden yürütmek gerekir.
Türkiye’de devlet politikaları ile PKK’ye verilen destek arasında çok yakın bir ilişki bulunuyor. Daha açık bir deyimle, Türkiye demokrasiden uzaklaştığında PKK güç kazanıyor, demokrasiye yaklaştığında ise PKK güç kaybediyor. Bu düşünceyi iki tarihsel kesit (1990-1995 ve 2002- 2004) üzerinden açıklamaya çalışacağım.
Türkiye, hak ve özgürlüklerin PKK’ye alan açtığı ve salt silahın gücüyle PKK’ye boyun eğdirilmesi halinde PKK’ye verilen desteğin azalacağı fikrinden hareketle 1989’dan itibaren PKK’ye karşı bir “özel savaş” yöntemine başvurdu. Buna uygun olarak da halk üzerinde baskılar yoğunlaştı, bütün demokratik haklar fiili olarak ortadan kaldırıldı. Ardı ardına faili meçhul cinayetler işlendi. Köyler boşaltıldı, milyonlarca insan zorla göçe tabi tutuldu. Peşi sıra siyasi partiler kapatıldı, Kürt vekiller hakaret edilerek Meclis’ten alınıp hapishanelere kondu. Sokak ortasında vekil öldürüldü. Gazeteler bombalandı, Kürt işadamları PKK’ye yardım ettikleri gerekçesiyle katledildiler. Güvenlik güçlerinin eli çok rahattı; istedikleri gibi davranıyorlardı; işkence sistematik bir sorgu ve cezalandırma metodu olmuştu.
Devlet terörü
Adını koymakta mahsur yok; bu dönemde devletin Kürtlere uyguladığı tam manasıyla bir “devlet terörü” idi. Peki bu terörün ve tüm anti-demokratik tedbirlerin (!) nasıl bir sonucu oldu?
Sonuç şu: PKK, çok güçlendi ve tam anlamıyla kitlesel bir güç haline geldi. PKK’ye katılımlar arttı; öyle ki PKK düşündüğünden ve yönetebileceğinden çok daha fazla bir katılımla karşı karşıya kaldı. Bugün PKK’den kopan, ama o dönemler PKK’nin en önemli isimlerinden olan Osman Öcalan, 1991’de bir gazeteciyle yaptığı görüşmede, Türkiye’ye uyguladığı bu politikasından dolayı teşekkür etmişti. Öcalan’a göre, Cizre’nin bir “PKK Kalesi” olmasında, devletin takındığı tavrın büyük bir etkisi vardı: “Cizre’nin yarısını biz kazandık, diğer yarısını ise TC bize gümüş bir tepside sundu” der Öcalan. (İsmet İmset, PKK, s. 140)
Demokrasi sıkıntısı
2002-2004’de ise durum farklıydı. 2002 seçimleri merkez sağ partileri tasfiye etti, 28 Şubat’ın gadrine uğramış bir kadro tek başına iktidar oldu. AKP, devlet içi derin odakların kendisini alaşağı etmesini önlemek için demokrasi ipine sarıldı ve AB reformlarına büyük bir hız verdi. Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK’nin güçlerini sınır-dışına çekmesiyle oluşan çatışmasızlık durumu da olumlu bir ortam sağlamıştı. Türkiye, bu dönemde yasal ve anayasal birçok değişikliğe imza attı, demokrasisini tahkim etti. Bu durum, Kürt meselesinin de demokrasi içinde çözülebileceğine dair umutların artmasına neden oldu. Söz konusu dönemde yapılan bütün kamuoyu araştırmaları, AB’ye en fazla desteği Kürtlerin verdiğini gösteriyordu. Kürtler AB’ye, hem yaşam koşullarını iyileştirecek, hem de Kürt meselesinin çözümü için uygun zemini sağlayacak bir manivela olarak bakıyordu.
Demokratikleşme sürecine Kürtlerin verdiği tepki PKK’yi de etkiledi. Gelinen aşamada PKK içerisinde iki eğilim vardı: Biri, sorunun siyasi yollardan çözümü için çalışmanın daha doğru olacağını belirtiyordu; diğeri ise silahlı mücadeleye devam edilmesi gerektiğini savunuyordu. Nitekim 2004’te yapılan Kongre’ye bu görüş ayrılığı damga vurdu. PKK’nin eski üst düzey yöneticilerden Nizamettin Taş, kendi grubunun savaşa karşı çıktığını ama Abdullah Öcalan’ın avukatlarından birinin “Başkan’ın kararıdır” diyerek Kongre’ye savaş kararını dayattıklarını belirtiyor. Taş’a göre, PKK’nin tekrar silaha sarılması, derin devletle bağlantılıydı ve amaç AKP’nin tasfiyesi için PKK’nin devreye sokulmasıydı. “PKK’nın savaş kararı alması otomatik olarak PKK’yı, AK Parti’ye karşı Ergenekon’un darbe girişiminin aracısı haline getirdi.” (www.rizgari.com/modules.php?na me=News&file=print&sid=27472)
Silahlı mücadeleye devam kararı alanlar demokratikleşme adımlarından rahatsızdılar. 12 Ekim 2004’te Gündem’deki “Komplo ve Öcalan’a yaklaşım” başlıklı yazı, görmek isteyenler için, bu rahatsızlığın nedenini gözler önüne seriyordu. Yazıda Öcalan’ın yakalandığı günü protesto eylemlerinin gittikçe heyecanını kaybetmesinden duyulan rahatsızlık dile getiriliyor ve bunun nedenleri sorgulanıyordu:
“6. yıldönümünde Kürtler, çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Özellikle Avrupa’da yaygın geçti. Ancak Türkiye’de aynı yoğunlukta geçmedi. Hatta belli alanlar dışında ciddi bir tepki, eylemlilik söz konusu olmadı… Çok sınırlı bazı etkinlikler gerçekleştirildi. Kürt demokrasi güçleri, özellikle kurumsal yapılar ve kadrolar, yıldönümünde komployu derinden hissetmedi… Bunun, Güney eksenli gelişme ve özellikle de AB süreciyle ilişkisi var mı? Bizce tartışılır. Bu iki olgunun, genelde Kürtler, özelde Kürt demokratik yapılarında sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar yaratıp yaratmadığı, soruna ve sürece bakış açılarını etkileyip etkilemediği önemli tartışma konusudur ve bizce tartışılmalıdır…”
Bu tablo, Uslu’nun savunduğunun aksine, demokratikleşmenin PKK’nin gücüne güç kattığına değil, aksine PKK’nin demokratikleşmeden rahatsızlık duyduğuna işaret eder. Gerçek bir demokrasinin tesis edilmesi durumunda olması muhtemel iki şey vardı: Birincisi, PKK’nin bizzat kendi içinde silahlı mücadele yöntemi daha fazla sorgulanabilir hale gelebilirdi. İkincisi, demokratikleşmeyle birlikte kendilerini devletin özgür ve eşit vatandaşı olarak görecek olan Kürtler PKK’ye daha fazla itiraz edebilir ve ondan uzaklaşabilirlerdi. Demokratikleşme, PKK’yi destekleyen Kürtlerdeki “parti” ve “Öcalan” bilincini zayıflatma potansiyeli taşıyordu.
PKK’nin demokratikleşmeden paniklemesinin arkasında bu vardı. Alper Görmüş’ün sözleriyle “Aslında denklem basit”ti: “Türk ulus-devleti baskıyı ne kadar arttırırsa (ve dolayısıyla Kürtleri ne kadar çok korkutursa) Kürtler PKK’ya o kadar yaklaşır. Tersine, devlet ne kadar demokratikleşir, Kürtleri eşit vatandaşları olarak görüp gereğini yapmaya başlar, dolayısıyla da Kürtler için bir “korku nesnesi”olmaktan çıkarsa, Kürtler PKK’dan o kadar uzaklaşır.”
(Taraf, 13.12.2012)
Taraf, 24.09.2012