Geçenlerde L. von Mises’in ‘Liberalizm: Klasik Gelenek’ adlı kitabını tekrar okurken dikkat çekici tespitlerle karşılaştım. Bunlar kafamda çeşitli çağrışımlar yaptı. En ilginci, liberal demokrasinin bir erdemini tekrar keşfetme ihtimaliydi.
Mises, siyasî yapılanmanın doğası gereği yönetenlerin daima yönetilenlere nispetle bir azınlık teşkil ettiğini vurguluyor. Bu tespite itiraz edecek birileri çıkar mı bilmem. Yönetim işi daima azınlığın çoğunluğu yönetmesi biçiminde tecelli eder. Başka türlü olması eşyanın tabiatına aykırı. Bu yüzden, meselâ, klasik Marksist teorideki çoğunluğun azınlığa tahakkümünü ifade eden ‘proletarya diktatörlüğü’ terimi bir kavramsal çelişkidir. Hiçbir zaman bu şekilde çoğunluk üzerinde bir azınlık diktatörlüğü ortaya çıkmaz. Diktatörlük yönetme ruhsatını periyodik olarak halktan almayan, yani rıza unsurundan mahrum bir küçük azınlığın asla yanılmadığına inanılan bir mutlak otorite sahibi önder liderliğinde fiilen neredeyse hiçbir şeyle sınırlanmadan siyasî yönetim işini gerçekleştirmesidir. Nitekim, tarihsel olarak sosyalist proletarya diktatörlüğü tekelci tek partide toplanan bir azınlığın tüm topluma tahakkümü biçiminde boy gösterdi.
Mises’e göre, yönetenlerin bir azınlık olması, bir ölçüde iş bölümü ve uzmanlaşmayla bağlantılıdır. Yönetme eylemi bir uzmanlık bilgisi gerektirir. Bu bilgiye sahip olan azınlık ise tüm uzmanlık kategorileri içinde mutlaka bir azınlık olacaktır. Bu görüşün bünyesinde barındırdığı tehlikeleri bir yana bırakırsak, Mises’in tespitinin bazı şeyleri açıkladığı söylenebilir. Ona göre, yönetim işinde uzmanlık sahibi kimselerin azınlık olması aynen ayakkabı üreticilerinin ayakkabı tüketicilerine karşı azınlık olması gibidir. Benzetme doğru olmakla beraber, aşırı yorumlara temel yapılmamasında fayda var. Ayakkabı tüketicileri tek başlarına sonucu olan tercihler yapabilirken, yönetilenlerin tek başına sonucu olan (siyasi) tercihler yapabilmeleri hemen hemen imkânsızdır…
Mises, ‘çoğunluk mevcut rejimi, hükümeti, siyasî kadroları değiştirmeye karar verdiğinde, bunu gerekirse zor kullanarak yapar, bu durumda eski rejimin, hükümetin, siyasî kadroların günü sayılıdır’ diyor. Aynı tespiti çok daha önce David Hume da yapmıştı. Bu İskoçyalı deha, yönetenlerin yönetilenlerden her zaman ve kaçınılmaz olarak daha az ve dolayısıyla daha zayıf olduğuna işaret etti. Bu yüzden, her siyasî yönetimin mutlaka bir şekilde yönetilenlerin rızasına dayanması gerektiğini belirtti. Siyaset teorisinde böyle bir rızanın gerekliliği yanında onun ortaya çıkma veya çıkartılma tarzıyla da ilgili tahliller yapılmaktadır.
Bana öyle geliyor ki, içinde yaşadığımız dünya Mises ve Hume gibi iki büyük kafanın bu tespitini (yoksa temennisini mi demeliyiz?) hayal kırıklığına uğratacak özelliklere sahip. Onların (özellikle Hume’un) gözlemlediği ve yazdığı dünyada, bir tür silahların eşitliği söz konusuydu. Yönetenlere isyan eden yönetilenler, neredeyse onlarınkiyle aynı silahları kullanabilirler ve sayı üstünlüğüne dayanarak galip gelebilirlerdi. Silahların niteliği değişince silah dengesi de değişti. Bugün hangi sivil birey veya birey grupları devletin havan topuna, tankına, topuna, uçağına, helikopterine aynı silahları kullanarak mukabele edebilir? Demokratik veya anti-demokratik tüm rejimlerde devletler vatandaşlarına karşı kahredici bir silah üstünlüğüne sahiptir. Sahip olunan ve kullanılabilen silahlar mukayese edilecekse, yönetenler tartışılmaz bir kuvvet üstünlüğünü elinde tutmaktadır. Çoğunluğun arzusu, Mises ve Hume’un sandığı gibi rejimi yıkmaya, politik kadroları tepeden tırnağa değiştirmeye yetmeyebiliyor. Suriye ve Mısır örnekleri ortada.
İlginç bir şekilde, zamanımızda çoğunluklara rejimi, rejimi değilse de hükümeti ve idareci siyasî kadroları değiştirme gücünü ve aracını sadece demokrasi temin ediyor. Ancak demokrasilerde, siyasî yönetime karşı seferber olan kitleler, demokratik araçları ve mekanizmaları birlikte kullanarak, isteğini tahakkuk ettirecek bir güç hâline gelebiliyor. Ne mutlu bize ki, kitlelerin bu hedefe ulaşmak için silaha başvurması, şiddet kullanması gerekmiyor. Silah ve şiddetten arınmış pozisyon alış iktidar sahiplerinin potansiyel şiddetini sınırlıyor ve gayri meşrulaştırıyor. Böylece demokrasi yönetilenlerin borusunun az veya çok öttüğü bir rejime dönüşüyor.
Demokrasiye bir de bu açıdan bakmakta yarar var.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanmaktadır.