“Dindarların ve dinî cemaatlerin, topluma değişik alanlarda katkı yapmalarının önü açılmalı. İdeolojik önyargı ve klişe korkularla, dindarların sosyal hayata yapabilecekleri katkılar engellenmemeli. Dindarlar arasında demokrasi, sivilleşme ve özgürleşmenin önemini çok iyi kavrayan kesimler var ve bunlar ülkenin özgürleşmesine çok ciddî katkılar sunuyorlar.”
12 Eylül’le hesaplaşmanın konuşulduğu bugünlerde Yeni Asya’nın 12 Eylül Anayasasına karşı verdiği mücadele unutulmamalı. Yeni Asya darbenin zor günlerinde darbe anayasasına karşı çıktı, demokrasiyi savundu, militarizme muhalefetinden dolayı aylarca kapatıldı, değişik baskılara maruz kaldı.” Türkiye’de gün geçtikçe görünür olan İslâmî hayat tarzı büyük tartışmalara neden oluyor. İnançlı insanların yarın bir gün, inanmayanlara hayatı dar edeceği iddiları kafaları karıştırıyor. Biz de Türkiye’de ve dünyadaki İslâmî algının nasıl olduğunu Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Psikolojisi Anabilim Dalında hocalık yapan Doç. Dr. Bilâl Sambur’a sorduk.
Konuşan: H. Hüseyin Kemal
Gün geçtikçe dünyada ve Türkiye’de İslâmî görünürlük tartışılıyor. Bu İslâmın gerçekten güç kazanmasından mı kaynaklanıyor, yoksa Batının yeni bir düşman olarak İslâmı öne çıkarma isteğinden mi?
Dinî tecrübe, insanla beraber var olmuş, gelişmiş, çeşitlenmiş ve süreklilik kazanmış doğal bir insanî tecrübe kategorisidir. İnsanlığın dinî tecrübesi, sadece dinin lehine olan inanç, tutum ve davranışlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda din karşıtı hatta din dışı sayılacak tutum, davranış ve inançlar da evrensel dinî tecrübenin bir parçasıdır. Teizmi ateizm olmadan ele almak mümkün olmadığı gibi, tevhidi şirk olgusundan bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Kur’ân, insanlığın dinî tecrübesinden farklı bağlamlarda bize değişik örnekler verirken tevhit-şirk karşıtlığı etrafında doğal din tecrübesinin nitelik ve muhtevasını anlatmaktadır. Dindarlık ya da din karşıtlığı formunda din, insan hayatında hep var olmuştur. Dinden arınmış olma anlamında dinsiz bir hayat hiçbir zaman var olmamıştır. Din karşıtlığı ya da dinsizlik, hiçbir zaman yeryüzünde medeniyet diyebileceğimiz bir olgu oluşturamamıştır. İnsanlığın bütün medeniyet havzalarının oluşumunda hep din etkili olmuştur.
Ya pozitivizmin oluşturduğu algı dünyası ve onun etrafında toparlanan insanlar?
İnsanın olduğu her yerde onunla beraber din var olmasına rağmen, son iki yüzyılda insanlık için dinden arınmış bir gelecek tasarısı yapan düşünürler ve düşünce akımları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Dinsiz bir hayat ve gelecek tasarımı, şimdiye kadar hiçbir şekilde gerçekleşmemiştir. İnsanlık için dinsiz bir gelecek ve hayat dizayn eden pozitivizm ve sekülarizm, şu anda başarısızlıkları ortaya konmuş projeler olarak önümüzde durmaktadırlar. Pozitivizm ve sekülarizmin insan hayatını dinden arındırmayacağı anlaşılmasına rağmen, bunların dinin insan hayatındaki önem ve etkisini azaltacağı beklentisinde olanlar hâlâ bulunmaktadır. Pozitivizm, bilimcilik ve sekülarizm gibi eğilimlerin kurumsal ve tarihsel dini zayıflattığı bir gerçektir. Ancak dindarlık canlı bir şekilde kendini devam ettirmesini bilmiştir.
Dinî ve manevî tecrübe, kendisini yenileme, farklı form ve muhtevalarda kendisini yeniden üretebilme yeteneğine sahip bir tecrübe kategorisidir. Günümüzde de insanlık, dindarlık ve maneviyatını yeniden keşfetmekte, üretmekte ve çeşitlendirmektedir. Dindarlığın küresel ölçekte yenilendiği günümüzde İslâm dünyasında da Müslümanlar, İslâm mensubiyeti etrafında dindarlıklarını yenilemektedirler. Dindarlığın geleneksel-modern, literal-liberal formları yeniden ortaya konmaktadır. Müslüman dünyasında dindarlığın kendisini görünmez olmaktan çıkarıp görünür kılması, yapay ve zorlama bir durum olarak değerlendirilemez. Müslümanların dindarlıklarını kendi kontekslerinde keşfetmeleri, üretmeleri ve çeşitlendirmelerini doğal ve sağlıklı bir insanlık durumu olarak değerlendirmeliyiz. Müslümanların dindarlıklarını tecrübeye dönüştürmesini, dindarlıklarını hayatın her alanında tezahür ettirmelerini İslâmın gücü ya da Batıya tehdit olarak değerlendirmek sağlıklı değildir. Çünkü ortada bir tehdit olmadığı gibi ortaya çıkan dev bir güç de yoktur. Müslümanların İslâm bağlamında dindarlıklarını yeniden tecrübe etmesini, Müslümanların dinî ve manevî gereksinimlerini karşılama ihtiyacına verdikleri bir cevap olarak değerlendirmek lâzımdır. Müslümanların İslâmî tecrübelerini tezahür ettirmelerini, İslâmın gücü ya da Batıya tehdit olarak gören yaklaşımların ikisi de Müslümanların dindarlıklarını yeni form ve muhtevalarda tecrübe etmelerine müdahale etmenin bir gereklilik olduğu düşüncesini kendi içinde barındırmaktadır ve Müslümanların dinî hayatını dışarıdan yapılacak müdahalelere açık hale getirmektedir. Müslümanlar, sadece dinlerini özgürce yaşamak istemektedirler. Dindarlık talebi, arzusu, tecrübesi ve tezahürü, hiçbir şekilde bir güç ya da tehdit olarak değerlendirilemez.
İslâm dünyası kendi düşünce dünyasını özgürce oluşturabilecek bir güçte mi?
İslâm dünyası olarak nitelediğimiz coğrafya, insanî açıdan kendi içinde homojen olmayıp her açıdan bünyesinde büyük bir çeşitliliği barındırmaktadır. İslâm dünyasını homojen ve değişmeyen bir blok olarak düşünmek büyük bir yanlıştır.
Dinamik ve değişken bir yapı olarak İslâm dünyası, düşünsel, kültürel, ekonomik, dini ve diğer açılardan sürekli olarak kendini inşa etmektedir. İslâm dünyası, olmuş ve bitmiş bir olgunun adı değildir. Olmakta olan dinamik bir olgunun adıdır. Oluş halinde bir olgu olarak İslâm dünyası, sürekli olarak kendi ihtiyaçlarına ve taleplerine uygun bir şekilde tartışmalar yapmakta ve ortaya birtakım düşünceler üretmeye çalışmaktadır.
Uzun bir süre İslâma özgü bir düşünce üretme amacıyla Müslümanlar, İslâm kaynakları ve geleneği çerçevesinde iddialar ileri sürdüler. Özgün İslâmî fikirler olarak ileri sürülen iddiaların büyük bölümü Batı’da üretilip geliştirilen fikirlere karşı verilen reaksiyoner, apolojetik ve reddedici cevaplar şeklindeydi. Özgün İslâmî fikirler arayışı, temelde İslâmın Batıya üstünlüğünü ortaya koymak gibi bir amaç güdüyordu. Ancak İslâma özgün saf fikirler arayışının obsesyon düzeyine çıkması, Müslüman düşüncesini zenginleştirmemiş, aksine yoksullaştırmıştır. Saflık ve özgünlük adına İslâm, dar ve sığ bir literalizme ve selefiliğe sıkıştırılma tehlikesiyle karşı karşıya getirilmiştir.
Şimdiye kadar özgün bir İslâm düşüncesi ortaya konmadığı gibi, özgür ve çoğulcu çizgide gelişen bir dinî düşünce çizgisi de güçlü bir şekilde geliştirilmiş değildir. Müslüman dünyada dinî konularda farklı yaklaşım tarzları ortaya koymaya çalışan kişiler bulunmaktadır. Ancak özgün ve özgür dinî düşünceler ortaya koyanların, geleneksel dinî kurumların ve literalist çevrelerin baskıları karşısında bastırıldığı ve susturulduğu görülmektedir.
Özgür düşünce, ancak özgür zihinlerin olduğu, fikirlerin özgürce birbirine meydan okuduğu iklimlerde yeşerir, gelişir ve serpilir. İslâm dünyasında dinî düşüncenin özgürce oluşturulması için evrensel standartlarda ifade özgürlüğünün, din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması gerekmektedir. İfade özgürlüğü başta olmak üzere bireysel hak ve özgürlükler, keyfi bir şekilde baskı altına alınmamalı ve ihlâl edilmemelidir. Müslümanlar, ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerine sahip çıktıkça, onları savundukça, kendi ihtiyaçlarına uygun dinî düşünce ve teoloji oluşturma konusunda daha güçlü, donanımlı ve yeterli olacaklardır. Maalesef Müslüman dünyasında bugün özgürlük, birincil değer olarak anlaşılmamakta, özgürlük konusu ana tema olarak ele alınmamaktadır. Bireysel ve sosyal hayatta özgürlük değerini esas alan bir anlayışın İslâm dünyasında çok zayıf ve cılız olduğunu söyleyebiliriz.
Özgürlükten bahsetmişken başörtüsü sorununun çözümü için Türkiye’ye baskı yapılması sizce ironik mi?
Türkiye’de yıllardan beri devam eden bir başörtüsü yasağı sorunu bulunmaktadır. Hukuken hiçbir temeli olmayan bu yasak, sayısız ayırımcı uygulamaya ve insan hakları ihlâline neden olmuştur. Şimdiye kadar Türkiye, bu anlamsız ve saçma yasağı sona erdirme konusunda başarısız olmuştur. Türkiye’nin sona erdiremediği başörtüsü yasağı sorunu, artık ulusal olmaktan çıkmış, uluslar arası bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. ABD’nin, AB’nin ve BM’nin insan hakları, din özgürlüğü ve ayırımcılık konusunda yayınladıkları belge ve raporlarda Türkiye’deki başörtüsü yasağının bir an önce sona erdirilmesi istenmektedir. Uluslar arası kurumlar, bu taleple Türkiye’nin içişlerine karışmamakta, sadece insan haklarına aykırı bir yasağın ve ihlâlin ortadan kaldırılmasını istemektedirler. Uluslar arası kurumların, insan hakları ve bireysel özgürlükler konusunda devletler üzerinde baskı kurması çok olumlu bir gelişmedir. Uluslar arası baskılar, ulus devletlerin keyfi insan hakları ihlâllerine karşı bir mekanizma ve güvence işlevi görmektedir. Türkiye’nin iç dinamiklerinin başörtüsü yasağını kaldırmaya yetmediği anlaşıldığı için, devreye uluslar arası kurumlar girmektedir. Uluslar arası baskıların çoğu zaman iç dinamiklerden daha fazla yasağı koyan statükocu güçler üzerinde daha etkili olduğu dikkate alındığında, insan hakları ihlâllerine karşı çıkan uluslar arası girişimleri günümüzde bir gereklilik ve olumlu gelişme olarak değerlendirmek lâzımdır.
11 Eylül döneminde rahibin Kur’ân yakma eylemi yapacağı söylendi. Ancak büyük bir facia yaşanmadı. Siz bu tür olayları nasıl yorumluyorsunuz?
11 Eylül, sıradan bir tarih değildir. 11 Eylül’de yaşanan büyük saldırının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, onun neden olduğu derin sarsıntı, şok ve travma hâlâ devam etmektedir. 11 Eylül saldırılarının neden olduğu duygusal, kültürel, dinsel ve toplumsal tahribat hâlâ giderilmiş değildir. 11 Eylül, insanlık ailesinin iki büyük parçası olan doğu ile batı, Müslüman ve Hıristiyan dünyaları arasındaki farklılığı derinleştirmiş, hatta bu farklılığı çatışma konumuna getirmiştir. 11 Eylül’de Kur’ân yakma gibi bir girişime kalkışmaya niyetlenmek ve bu niyetin propagandasını günlerce medya aracılığıyla yapmak, doğu ve batıyı, Müslümanlar ve Hıristiyanları birbirlerine daha fazla yabancılaştırmıştır. Bu eylem girişimi, nefret, fanatizmi ve çatışmayı derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. 11 Eylül’de Kur’ân yakmaya girişmek, ateşe benzin dökmekten başka bir şey değildir.
İkiz Kuleler’in yakınına cami yapma fikri provakatif değil mi?
İkiz Kuleler’e yapılan saldırılardan sonra, doğulu, batılı, Müslüman ya da Hıristiyan artık hiç kimse kendini güvende hissetmemektedir. Herkes kendisinden farklı olana şüphe, tedirginlik ve düşmanlık karışımı duygularla bakmaya başlamıştır. Böyle yoğun olumsuzlukların olduğu bir dünyada, yıkılan ikiz kuleler ile caminin karşı karşıya getirilmesi verimsiz ve yıkıcı tartışmalara neden olmanın dışında hiçbir işe yaramamıştır. İnsanlar, bugün birbirlerine karşı olan hasmane pozisyonlarını ve mücadelelerini hassas semboller üzerinden yürütmektedirler. İkiz Kuleler ve cami, Batılılar ve Müslümanlar için yoğun anlamları olan mekânlardır. İnsanlar, bu sembolleri özenle karşı karşıya getirmekten vazgeçmeli, her iki mekânı çatıştırmayacak yollar bulmalıdırlar.
Türkiye’nin yüzde doksanı Müslüman olduğu halde İslâmî konuları ele alışımız neden bu kadar gecikti?
Müslüman bir coğrafya olarak Türkiye’de İslâm, hep gündemin ön sıralarında oldu. Türkiye toplumu, dinini yoğun olarak konuşan, tartışan ve yaşayan bir toplumdur. Ülkemizde bütün tartışmaların, konuşmaların ve konumlandırmaların hep din üzerinden yapıldığını görmekteyiz. Dinin her türlü tartışmanın ve konumlandırmanın aracı haline getirilmesi doğal olarak İslâmla ilgili tartışmaların sağlıklı olmayan bir şekilde yürütülmesine neden olmuştur.
İslâmı konuşan, yaşayan ve tartışan bir toplum olmamıza rağmen, bu ülkede yaşayan insanlar hiçbir zaman sahici anlamda İslâmı konuşanlar ve tartışanlar olmadılar. İslâmî konuları konuşmaya ve tartışmaya girişen bireyler ve toplum kesimleri, devletin birçok müdahalesiyle karşı karşıya kaldı. İslâmın iman hakikatlerini günümüz insanına anlatmaktan başka hiçbir amacı olmayan Said Nursî’nin hayatının hapishanelerde ve sürgünlerde geçmesi, mezarına bile tahammül edilmemesi ve eserlerinin yasaklanması, devletin İslâmî konuları konuşmak ve tartışmak isteyenlere karşı yaptığı müdahalenin çarpıcı örneğidir. İslâm, sivil, özgür ve çoğulcu bir şekilde konuşulup tartışılmadığı için, dinî konuları ele alış biçimimiz, içinde bulunduğu sığlık ve kısırlık düzeyinden kurtulamamaktadır.
Türkiye cumhuriyetinin din-devlet ilişkilerini, din özgürlüğü açısından nasıl değerlendirebiliriz?
Türkiye Cumhuriyeti, devlete resmî ideolojiye uygun bir toplum oluşturma görevi veren bir felsefeyle kurulmuştur. Kendisine göre millet ‘yaramak’ isteyen devletin sosyal mühendislik projesinde istenen, maksimum düzeyde dinden arınmış bir toplumsal hayattır. Bu toplumsal mühendislik projesi, doğası gereği din özgürlüğüne karşı olup militan bir laisizmi benimsemiştir. Devlet, dine sosyal bir olgu olarak değil, bir hasım olarak görme alışkanlığında olmuştur. Günümüzde devlet, dini hasım olarak görmekten vazgeçmelidir. Günümüzde ihtiyaç duyulan toplumun dinden arınması değildir. Toplumun devletten arınması, ülkemizin en önemli gereksinimidir. Devlet, birey ve toplumu kendi uzantıları olarak görmekten vazgeçmelidir.
Toplumsal sorunlarının çözümünde dinî değerlere müracaat neden garip karşılanıyor? Toplumun sorunlarının çözümünde dinî değerler katkı sağlayamaz mı?
Din, birey ve toplum hayatında ortaya koyduğu anlam ve değer haritasıyla önemli etkilere ve işlevlere sahiptir. Birey ve toplum hayatında her şey dinin kontrolünde değildir, ama birçok şey dinin etkisi dahilindedir. Dinin insan hayatı için ifade ettiği anlam ve önemi kavrayamayan ve hazmetmeyen katı bakış açısının terk edilmesi gerekmektedir. Din her şeydir demek yanlış olduğu gibi, din hiçbir şeydir diyen bakış açısı da yanlıştır. Din, her şey olmadığı gibi, hiçbir şey de değildir. Ama din, birçok şeydir. Bugün liberal demokrasiyle idare edilen ülkelerde ekonomi, sağlık, eğitim, basın ve daha birçok alanda dinler, kurumlarıyla toplumsal hayata katkı sunmaktadırlar. Dindarların ve dinî cemaatlerin, topluma değişik alanlarda katkı yapmalarının önü açılmalıdır. İdeolojik önyargılar ve klişe korkular gerekçe gösterilerek, dindar insanların sosyal hayata yapabilecekleri katkılar engellenmemelidir.
Bir de toplumun iki kesimini bir araya getirmek için “İslâmî Sol” diye bir kavram geliştirildi. Sizce bu kavram gerçekliğe uygun mu?
İslâmî sol kavramı, Müslüman ve solcuları bir araya getirmek için uydurulmuş bir kavram değildir. Bir kısım İslâmist ve solcunun, benimsedikleri ideolojileri etrafında yeni bir cazibe merkezi oluşturmak için uydurdukları bir kavramdır. Solcular, İslâmın kitleler üzerindeki etkisinden ve manevî dünyasını etkileyen derin doğasından yararlanmak istediler. İslâmistler de, solun bünyesinde doğal olarak barındırdığı iddia edilen devrimciliğinden ve muhalifliğinden istifade edeceklerini umdular. Hem İslâmistler hem solcular, karşılıklı olarak birbirlerinden bir şeyler ödünç almaya çalıştılar. Aslında İslâmî sol, kolektivist İslâmism ile solculuğu bir araya getirmekten ibarettir. Hem İslâmistlerin hem solcuların ortak noktası kolektivist olmalarıdır. Kolektivist bir yaklaşım olarak İslâmî sol, kolektivizmin geleneksel miti olan sosyal adalet efsanesini tekrar etmekten başka ortaya bir şey koymadı. İslâmî sol, günümüzde toplumda var olan bir talebe cevap olarak ortaya çıkmadı. Sadece kolektivist İslâmistlerin ve solcuların, ideolojik yetersizliklerini ve açmazlarını kapamayı hedefleyen bir mitti.
Bir de Müslümanlar adaletsizliklere karşı yeterince tepki vermedikleri eleştirisine muhatap oluyorlar…
Ülkemizde derin bir demokrasi ve sivilleşme sorunu bulunmaktadır. Ancak Türkiye’de bütün sorunların ana kaynağının sahici anlamda özgürlüğün yokluğundan neşet ettiğini söyleyebiliriz. Kürt sorunu, Alevî sorunu, başörtüsü sorunu, azınlıklar sorunu, resmî ideoloji sorunu ve din sorunu gibi temel konular özgürlüğün yokluğundan kaynaklanmaktadır.
Müslümanların ülkenin temel özgürlük sorunlarına tamamen ilgisiz kaldıklarını söylemek doğru değildir. Dindarlar arasında demokrasinin, sivilleşmenin ve özgürleşmenin önemini çok iyi kavrayan kesimler bulunmaktadır ve bunlar ülkenin özgürleşmesine çok ciddî katkılar sunmuşlardır ve sunmaktadırlar. 12 Eylül’le hesaplaşmanın konuşulduğu bugünlerde Yeni Asya grubunun 12 Eylül Anayasası’na karşı verdiği mücadeleyi unutmamak lâzımdır. Darbenin zor günlerinde Yeni Nesil gazetesi açık bir şekilde darbe anayasasına muhalefet etmiş ve demokrasiyi savunmuştur. 12 Eylül militarizmine muhalefetinden dolayı Yeni Nesil gazetesi aylarca kapatılmış ve gruba değişik baskılar yapılmıştır.
Dindar kesimler, Kürt sorununun, Alevi sorununun ve diğer sorunların sivil, demokratik ve çoğulcu çerçevede çözülmesine ciddî katkılar sunabilirler. Değişik dindar kesimler, bu sorunları tartışmaktadırlar.
Özgürlük, sadece kendimize özgürlük istemek demek değildir. Bizimle aynı olan kadar, farklı olanın da özgürlüğünü ve hakkını savunmak, özgürlüğün sahici testidir. Müslümanlar, hiçbir koşul ve önyargıya sahip olmadan tutarlı ve ilkeli bir şekilde herkes için özgürlük, herkes için adalet prensibini içselleştirebilmeleri halinde, ülkemizde farklılıklarımızı koruyarak özgürce bir arada yaşamanın çok değerli kaynağı olacaklardır.
YeniAsya, 27.09.2010