Millet adına karar verenler, millet iradesine saygı duymak zorundadır.
Türkiye yakın tarihinin en önemli kırılma noktalarından birinden geçerken, demokratikleşme ve sivilleşme konusunda dünyaya ayak uydurmaya çalışırken, Anayasa Mahkemesi (AYM) bir kez daha meşruiyet sınavındadır. Yüksek Mahkeme, Anayasa değişikliği paketi konusunda bugünlerde vereceği kararla ya demokratikleşme ve sivilleşmenin önünü kesmeye niyeti olmadığını, Türkiye’nin değişim ve dönüşüm sürecinde bir ayakbağı olmayacağını gösterecek, ya da son yıllarda imza attığı yanlış kararlara ve yetki gaspına bir yenisini ekleyerek, kendi meşruiyetini bitirecektir.
Türkiye’deki rejimin gerçek anlamda bir demokrasi değil, bir vesayet rejimi olduğu artık iyice anlaşılmış durumdadır. Son yıllarda Ergenekon davası ve ifşa edilen darbe hazırlıkları bağlamında yaşadığımız tecrübe çok öğretici olmuştur. Anlaşılmıştır ki sistemin efendisi, ulusal bayram törenlerinde söylendiğinin aksine “millet” falan değildir. Sistemin iki efendisi vardır: ordu ve yargı. Gerek tek parti döneminde atılan vesayetçi temellerle, gerekse 1960’tan sonra yapılan her darbenin ardından yapılan düzenlemelerle sistemin bu özelliği tahkim edilmiştir. Sözde siyasetin “dışında ve üstünde” olan ordu, gerçekte tam tersine boğazına kadar siyasete saplanmış; ülkenin sınırlarını korumaktan ziyade iç ve dış politika önceliklerini tespit etmek, siyasetin sınırlarını daraltmak, dış düşmandan ziyade iç düşmanların kimler olduğuna karar vermekle meşgul olmuştur. Aslında siyasetçinin yapması gereken işlerin birçoğunu bu ülkede onlarca yıldır askerler yapmaktadır.
Askeri vesayet rejiminin işleyebilmesi için vazgeçilmez bir unsur da olayın yargı boyutudur. Son zamanlarda yaşananlardan, bu boyutun da ihmal edilmemiş olduğu anlaşılmaktadır: Dünyanın hiçbir “normal” demokratik ülkesinde örneğine rastlanmayan biçimde çift başlı bir yargı sistemi kurulmuştur. Askeri yargı sayesinde, emir-komuta zinciri içinde çalışan bir sistemle askerin siviller tarafından yargılanması engellenmiştir. Sivil yargı da kapalı devre çalışan bir HSYK-Danıştay-Yargıtay sistemiyle içine kapanmış, milletin duyarlılıklarına kulağını tıkamıştır. Önceliğin demokrasi ve özgürlük olmadığı, baskılar ve yasaklar olduğu bir rejim altında binlerce faili meçhul cinayetin işlenmesi önlenememiş; çoğu durumda ordu-yargı dayanışması içinde yapılan hukuksuzlukların üstü örtülmüş; suçlular korunmuş; K. Maraş, Çorum, Gazi Mahallesi, Sivas, Başbağlar gibi derin devletin içinde olduğu veya devletin ihmali bulunduğu anlaşılan olayların üstüne gidilmemiştir. Faili meçhul cinayetler çözülememiş; darbelere karşı durulamamış; darbeciler yargılanamamıştır. Toplumsal infial yaratan, istikrarı bozan, sokak çatışmalarını körükleyen ve adım adım darbeye götüren olaylar, -içinde askerler, polisler, savcılar-yargıçlar, akademisyenler, ve medya mensuplarının olduğu- Ergenekon tipi derin terör odakları marifetiyle tezgahlanmış; ülkenin ufku karartılmıştır. Sonuç: siyasete bulaşmaktan kendi işini doğru dürüst yapamayan, sınır karakollarını koruyamayan, içindeki cuntacıları ayıklamakta zorlanan, hatâ ve ihmallerinin hesabını vermeye yanaşmayan bir ordu; değişime direnen, evrensel hukuk standartlarıyla pek barışık olmayan, bugüne kadar onlarca siyasi partiyi kapatarak ülkeyi siyasi parti mezarlığına çevirmiş, bugün çeşitli oyunlarla Ergenekon ve darbe plancılarını kurtarmaya çalıştığı izlenimi veren, adına kararlar verdiği milletin temel değerleri ve inançlarıyla kavgalı, fırsat eşitliğini hiçe sayan, temel hak ve özgürlükleri genişletmek yerine daraltmaya odaklı, sistemin dünya standartlarında bir demokrasiye doğru evrilmesinin önünde bir engel gibi duran bir üst yargı. Bunun doğal sonucu olarak da, kendi halkı ve komşularıyla kavgalı, yoksulluk çemberini kıramamış, istikrarsız ve itibarsız bir ülke.
Bu anti-demokratik, yasakçı, tektipçi, kendi halkıyla kavgalı rejim Soğuk Savaş yıllarında, doğu-batı gerginliği içinde dış dünya tarafından görmezden gelinmiş, tolere edilebilmişti; ama o devir bitti. Bugün Soğuk Savaş sona erdi; küreselleşme dünya ülkelerini birbiriyle entegre olmaya zorluyor; güvenlik kaygısıyla ulus-devletlerin kendi halkına istediği muameleyi reva gördükleri bir dünya artık tarih olmuş durumda. Dahası, Türkiye halkı uyandı, perde arkasında yaşanan iktidar kavgasını, ali-cengiz oyunlarını görüyor, hiçbir şey uzun süre gizli kalmıyor; halk kolay kolay dolduruşa gelmiyor; 2000’li yılların Türkiye’sini 1920’lerin sistemi ve anlayışıyla yönetmek her geçen gün imkânsız hale geliyor. Yakın tarihte ilk kez dış dünyanın Türkiye’den beklentileriyle Türkiye halkının talepleri birbiriyle örtüşüyor. Türkiye kabuk değiştiriyor; hem kendi halkıyla hem de komşularıyla barışmak, dış dünya ile bütünleşmek istiyor. Böyle bir dünya ve Türkiye konjonktüründe değişime direnen, cuntacıları ayıklamakta zorlanan, siyasete bulaşmış, hukuksuzlukların üstünü örten, temel evrensel insan hak ve özgürlükleriyle barışık olmayan bir ordu ve üst yargı giderek sırıtıyor; bu kurumlarla ilgili ciddi bir reform ihtiyacı daha belirgin, daha kaçınılmaz hale geliyor. Bugün AYM’nin gündeminde bekleyen Anayasa değişikliği paketi bu ihtiyacın bir ürünü. Bu bağlamda, AYM’nin bu konuda vereceği karar, kendi meşruiyeti açısından kritik önem taşıyor.
AYM yakın geçmişte kendi meşruiyetini sorgulanır hale getiren ciddi hatalar yaptı. Gerek 367 kararında, gerekse 411 milletvekilinin oy verdiği bir Anayasa değişikliği kararını iptal ederek hukuk skandalı denebilecek yanlışlara imza attı. Birçok anayasa hukukçusunun belirttiği gibi, AYM bu kararlarıyla Anayasa’nın kendisine vermediği yetkileri kullandı, yetki gaspı yaptı, Anayasayı ihlâl etti, TBMM’nin iradesini hiçe saydı, yargıçlar diktası olarak nitelenebilecek, hukukdışı adımlar attı. Bugün önünde bekleyen Anayasa değişikliği paketine, sadece şekil yönünden bakıp TBMM’nin ve dolayısıyla milletin iradesine saygılı bir kararla referandumun önünü açması geçmişte yaraladığı sicilini bir ölçüde tamir edecektir. Bunu yapmaz da, geçmişte yaptığı gibi bir kez daha yetki gaspı yaparak “şekil adı altında esastan denetim” yapmaya kalkarsa, bu AYM’nin meşruiyetini kendi eliyle bitirmesi demektir. O zaman TBMM’nin, “Millet iradesini hiçe sayan bir AYM’yi TBMM neden ciddiye alsın?” diyeceği, milletin “Beni adam yerine koymayan, benim adıma ve bana rağmen karar alan bir mahkemeyi ben neden adam yerine koyayım?” sorusunu soracağı bir noktaya geliyoruz demektir ki, bunun müsebbibi AYM’nin bizzat kendisi olacaktır.
Bu satırların yazarına göre, AYM’nin vereceği bir iptal kararı hiçbir şekilde Türkiye’nin demokratikleşme, sivilleşme ve özgürleşme yürüyüşünü durduramayacaktır. Bu yürüyüşü Türkiye halkı istemektedir, dünya konjonktürü desteklemektedir, zamanın ruhu beslemektedir. Hayatın değişimi dayattığı bir ortamda hukuk organlarının buna direnişi süreci durduramaz, belki daha da hızlandırır. AYM’nin değerli üyelerine tavsiyem, TBMM’nin ve milletin iradesine saygılı davranmaları, Anayasal sınırlar içinde hareket etmeleri, yetki gaspıyla esas denetimi yapmamalarıdır. Referandum sürecine taş koymamaları Türkiye’nin ileriye doğru yürüyüşünün ve evrensel standartlarda bir dünya devleti haline gelme sürecinin daha sancısız, daha hızlı devamına katkı sağlayacaktır. Aksi durumda AYM kendi kendisinin meşruiyetini bitirirken, TBMM ve Türkiye halkı, AYM kararını yok saymak, erken seçime gitmek, veya 2011 seçimlerini yepyeni bir Anayasa ve kapsamlı bir yargı reformu için bir referanduma çevirmek dâhil, bu krizi aşacak elde çeşitli araçların bulunduğunun bilinci ve haklı tarafta yer almanın verdiği özgüvenle, yoluna devam edecektir.
07.07.2010