Cumhuriyetçi eğitimin dayandığı felsefe

Bu yıl Cumhuriyetin ilanının 90.yılı kutlanacak. Cumhuriyet, kuşkusuz insanlık tarihinin ürettiği önemli bir tecrübe. Ne var ki Türkiye’de bir kesim cumhuriyet fikrini çok abartılı bir biçimde ele alır. Cumhuriyet sanki ilk kez 1923 yılında keşfedilip insanlık tarihine mal edilmiş gibi takdim edilir. Cumhuriyetin eşi ve benzeri olmayan bir yönetim anlayışı olduğu sıklıkla ifade edilir. Ayrıca her şeyimizi cumhuriyete ve kazanımlarına borçlu olduğumuz için onu canımız pahasına sahip çıkmak ve bizi bundan mahrum etmek isteyecek olan dahilî ve haricî bedhahlara da asla göz açtırmamamız gerektiği uyarısı da yapılır. Kısacası Atilla Yayla’nın da ifadesiyle cumhuriyet neredeyse bir yeryüzü tanrısı olarak ilan edilir.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın resmi sitesinde konuyla ilgili yer alan bir makalede; Atatürk’ün olağanüstü niteliklere sahip olduğu; dahi bir asker, yüksek bir siyaset adamı, bir devlet kurucusu, bir devrimci, büyük bir düşünür, gerçekçi ve tutarlı bir uygulayıcı olduğu ifade edildikten sonra cumhuriyet, demokrasi ve bireysel özgürlüklerle birlikte ele alınmıştır. Atatürkçü düşüncenin öne çıkarıldığı bir internet sitesinde ise; “ cumhuriyet rejimi aynı zamanda, insan unsuruna verdiği değer, insan hak ve hürriyetlerine gösterdiği saygı nedeniyledir ki, çağdaşlaşmayı, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı en iyi şekilde gerçekleştiren bir ortam oluşturmuştur.” denilmektedir. Oysa Mustafa Erdoğan “Demokrasi, Laiklik, Resmi İdeoloji” adlı kitabında;  karşımızda teorisinde de pratiğinde de demokratik olmayan bir cumhuriyetten bahseder. Çünkü “yurttaşlık” fiilen resmi ideolojiyi benimsemiş olanlara özgü bir ayrıcalık konumundaydı. Bu bakımdan doğal haklar, insan hakları gibi düşüncelerin Cumhuriyet’in söyleminde hiç yeri yoktu. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yönetimin ne kadar eşitlikçi, adil, demokrat ve insan haklarına saygılı olduğunu analiz edebilmek için 1923 ve 1946 yılları arasında gerçekleşen bir takım uygulamalara bakmakta fayda vardır. Bunun için cumhuriyetin en önemli kazanımları arasında gösterilen eğitim faaliyetlerini incelemek yerinde olacaktır.

Cumhuriyetçi eğitimin dayandığı felsefe;

Bilindiği gibi 1923 ve 1946 arası ülkede tek söz sahibi Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Bu nedenle partinin aldığı tüm kararlar aynı zamanda devletin resmi politikası olarak görülmektedir. Cumhuriyetin ilanından iki yıl kadar evvel Milli Eğitim Teşkilatının kurulduğunu (2 Mayıs 1920) göz önünde bulundurursak cumhuriyetin eğitimle ilişkisini daha iyi gözlemleme imkânımız olacaktır. Cumhuriyet döneminde eğitime büyük önem verilmiştir. Çünkü eğitim, yeni bir ulus yaratma sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü oynamalıydı. Bu bakımdan eğitim Muhsin Hesapçıoğlu’nun ifadesiyle tüm cumhuriyet tarihi boyunca Ziya Gökalp’ın savunduğu sosyolojizm kökenli Durkheim’cı bir sistemi oluşturur. Ziya Gökalp’ın “Türkçü-İslamcı-Batıcı” formülünün ve yine meşhur “ferd yok, cemiyet vardır; hak yok, vazife vardır” Durkheim’cı yorumunun eğitime yansıtıldığını görmekteyiz. Bilindiği gibi E.Durkheim eğitimi; “yetiştin nesiller tarafından sosyal hayata henüz hazır olmayanlara uygulanan her türlü tesirlerdir” şeklinde tarif eder. Cumhuriyet, bu tesirleri eğitim mekanizmasını kurumsallaştırarak ve kutsallaştırarak başka bir deyişle araç ederek uygulamıştır. Bu bakımdan Regis Debray, cumhuriyetin okulu hep sevdiğini ve onu yücelttiğini demokrasinin ise okuldan korktuğunu ve onu ihmal ettiğini ifade eder.

Programlar ve ders kitapları;

 İttihat ve Terakki’nin de desteğini alan Ziya Gökalp’ın ortaya attığı eğitim öğretimde birlik düşüncesi 1924 yılında çıkarılan “Tevhid-i Tedrisat” Kanunu ile gerçek haline dönüşür. Bugün cumhuriyetin en önemli kazanımları arasında da gösterilen Tevhid-i Tedrisat’ın aslında eğitim kurumlarını devletin ideolojik aygıtları haline getirdiğini ifade edebiliriz. Kanıtımız;  kanundan sonra gerek tek parti döneminde uygulamaya sokulan eğitim programlarındaki yaklaşım gerekse ders kitaplarında işlenen konulardır. Kısaca bakmak gerekirse; CHP’nin eğitimle ilgili görüşleri 1923 yılında yazılan programda ele alınmış ve 1927’de yapılan ilk genel kongresinde kabul edilmiştir. Örneğin parti programının “eğitim siyaseti” başlıklı bölümünde; “Eğitimin millî, laik ve tek okul esasına dayanmış olması ilkemizdir. Eğitimde amacımız ulusal toplumun uygar ve toplumsal değerini yükseltecek, ekonomik gücünü arttıracak vatandaşlar yetiştirmektir… Türk dilinin gelişmesini olası kılacak tedbirler alınacaktır. Çok önemli olan harfler meselesi üzerinde dikkatle duruyoruz…” denilmiştir. 1931’deki programda ele alınan eğitim, Millî Talim ve Terbiye başlıklı bölümde ise; “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik vatandaş yetiştirmek tahsilin her derecesi için mecburi ihtimam noktasıdır. Türk milletine, TBBM’ye ve Türkiye Devleti’ne hürmet etmek ve ettirmek hassası bir vazife olarak telkin olunur” şeklinde ele alınmıştır. 1929 yılında hazırlanan İlkokul Talimatnamesi’nin “Terbiye” başlığı altında şu madde dikkat çekicidir; “Gerektiğinde genel çıkarlar için bireysel çıkarları memnuniyetle feda etmek gibi medeni meziyetlere fazlasıyla önem verilmesi gerektiği (Madde 27)

Askerlik dersi, resmigeçit törenleri, üniforma ve andımız gibi militarist uygulamaların yanı sıra ders kitaplarının da bu anlayışla hazırlandığını görmekteyiz. Bu bakımdan cumhuriyet hem eğitime hem de öğretmene yeni bir ulusun inşasında önemli bir rol biçmiştir. Öyle ki; 2-11 Temmuz 1932 tarihinde gerçekleşen “Tarih Kongresi’ne” katılan 232 delegeden 196’sının öğretmen olması bir bakıma resmi ideolojinin aktarımında öğretmenlere ne denli merkezi bir rol biçildiğinin de ayrıca bir göstergesidir. Bu dönemde özellikle Tarih ve Yurt Bilgisi gibi derslere önem verildiğini bu derslerde ise aşırı bir milliyetçiliğe vurgu yapıldığını görmekteyiz. Örneğin ders kitaplarında Türklerin beyaz ırka mensup ve kafatası şekli olarak brakisefal olduğu vurgulandıktan sonra tüm medeniyetlerin kökeninde Türklerin yattığı tezi işlenmekteydi. Hatta 1931 lise Tarih 2 ders kitabında Kur’an’da kullanılan yazının esası Sümer çivi yazısından alınmış hususi bir alfabe idi” denilmektedir. 1940 Yurt Bilgisi ders kitabında andımız konusunda ise; ‘‘And içerim büyüklerim: Yurdumu her zaman öz canımdan çok seveceğim. Yurdu korumak Türk’ü yaşatmak için vakti gelince canımı vermeye severek koşacağım. Seni kendimden değil, anamdan bile çok seviyorum” gibi gayet abartılı bir milliyetçilik aktarımı yapıldığını görmekteyiz.

Şekli cumhuriyetten demokratik cumhuriyete doğru;

Görüldüğü gibi cumhuriyet-eğitim ilişkisi incelendiğinde cumhuriyetin özgürlükçü demokratik bir anlayıştan yoksun olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan içinde demokrasinin var olduğu bir cumhuriyet anlayışına belki daha yeni yeni gerçekleşen ciddi reformlar sayesinde kavuşmak üzereyiz. Kısacası Türkiye şekli bir cumhuriyetten özgürlük değeriyle beslenen gerçek bir cumhuriyet anlayışına doğru yol almaktadır. Bugün bir kesimin cumhuriyeti kutsallaştırmalarının altında yatan bir önemli neden de bu tür bir cumhuriyetçilik anlayışından devşirdikleri güç ve nüfuzdur. Bu bakımdan elden gidilmesinden korkulan gerçekte cumhuriyet değil bilakis güç, nüfuz ve imtiyazlarıdır. Dolayısıyla cumhuriyet zannedildiği gibi belirli bir kesimin tekelinde, anlayışında ve pratiğinde yer eden ve sadece bu kesimin icat ettiği sanılan bir yönetim biçimi değildir. Türkiye bu tür bir zihniyete rağmen insan hak ve özgürlükleri alanında gerekli adımları atmaktan geri durmamalıdır. Bu bakımdan önce eğitimin tek parti zihniyetinin tahakkümünden kurtarılması ve çok kültürlü, özgürlükçü ve aile tercihlerine açık bir faaliyet olarak sunulması elzemdir.

Sivil Düşünce

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et