Türkiye’de belli çevrelerde epey derinlere nüfuz eden bir anlayışa göre, cumhuriyet bir yönetim biçimi olarak insanlığın ulaştığı en son ve aşılamaz merhale. Türkiye Cumhuriyeti ise, tarihte eşi benzeri görülmeyen, üstün meziyetlere sahip, (bilhassa tek parti dönemi itibariyle) kusursuz bir siyasî entite. Az söyledim, bir ‘mucize’. Bu ülkenin tarihinin hem başlangıcı hem sonu. Toplumca sahip olduğumuz en büyük değer ve varlık…

İlginçtir, daha çok kemalistlerin dile getirdiği bu abartılı cumhuriyet sevgisi ve yüceltmesi neredeyse hiç muhalefetle karşılaşmıyor. Hemen hemen herkes, cumhuriyet fikir ve uygulamasının münasip, alternatiflerinden üstün, hatta ‘yüce’ olduğu kanaatinde. Bunun sağlıklı bir tutum olmadığı açık. Bir ülkenin siyasî ufkunun bu şekilde daraltılması hem zararlı hem de utanç verici. Bir vaka üzerinden meramımı anlatayım. İngiltere’de kraliyet ailesine birkaç ay önce yeni bir bebek geldi. Bir gazete, kinaye yaparak, bebeğe ‘Republican’ (Cumhuriyetçi) adının verilmesini önerdi. Bu hoş bir espriydi. Buckingham Sarayı’na derinden bağlı bir toplumda, geçmişi asırlar öncesine uzanan monarşi kurumuna nazire olsun diye bu fikir ortaya atılmıştı. Ne oldu? Gazete basılıp herkes içeri alındı mı? Monarşi taraftarları meydanları doldurup teklifi protesto etti mi? İngiliz ordusu ne pahasına olursa olsun monarşiyi koruyacağını bir gece yarısı bildirisiyle resmî web sitesinden duyurdu mu? Hiçbiri olmadı. Benzer bir şey Türkiye’de vuku bulabilir mi? Meselâ, bir gazeteci, ‘cumhuriyet fikri ve uygulaması iyi olmaktan çok kötü, fayda sağlamaktan çok zarar verici, monarşiyi anayasal monarşi şeklinde diriltelim, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu iyi birine benziyor, onu monark ilan edelim’ dese ne olur? Herhalde o kişinin ‘hayatı kayar’.

Dünyanın başka hiçbir yerinde –en azından bu ülkedeki çapta ve bağnazlıkta- karşımıza çıkmayan bu cumhuriyet yüceltmesi (hatta tapınması) yanlış ve eksik tarihî ve güncel siyasî coğrafya ve siyasî sistemler bilgisine dayanıyor. Cumhuriyet propagandasıyla beyni yıkanan her yaş ve çevreden insanlar zannediyor ki, cumhuriyet uygarlık yürüyüşünde son duraktır ve her uygar toplumun siyasî modeli cumhuriyettir. Ne gezer? Tarihe kısaca göz atalım. Kötü bir monarka (III. George) karşı bağımsızlık savaşı veren 13 Amerikan kolonisi kurdukları birliği hem demokrasi hem cumhuriyet olarak adlandırmaktan kaçındı. Siyaset bilimi derslerinde ABD’nin ‘ilk modern demokrasi’ olarak adlandırılması yeni bir fenomen. Amerikan kurucu babaları sistemlerine ‘temsilî cumhuriyet’ (representative republic) ismini verdi. 19. Yüzyılda ve erken 20. Yüzyılda, muhafazakâr yazar Leddihn’den öğreniyoruz ki, cumhuriyetçi – demokratik hükümet biçimleri daha aşağı sınıftan görüldü. Bunda etkili olan, Socrates’in kötü kaderi, Roma Cumhuriyeti’nin kaotik sonu, Fransız Devrimi’nin korkunç ürünleri ve bağımsızlığına kavuşan Latin Amerika’daki başarısız, otoriter cumhuriyetlerin maceralarıydı. Avrupa’da yeni ortaya çıkan siyasî entiteler ekseriya krallık biçimini aldı ve çoğu zaman, başka yerlerden, tabiri caizse, prens ithal etti. Belçikalılar, 1830’da Hollanda’dan kopunca, Saxe – Cabury ailesinden bir Lutheran prens davet etti: I. Leopold. Norveçliler, 1905’te İsveç’ten ayrılınca, ülkeyi 1957’ye kadar idare eden Danimarkalı Prens Charles’ı tahta çıkardı. Osmanlı egemenliğinden kurtulan Balkan ülkeleri mahallî hanedanlar kurdu: Karadağ’da Petrovic Njegos ve Sırbistan’da Karagjorgjevic. Yunanlılar, Bulgarlar ve Romenler de yabancı prensler davet etti.

Bu bilgilerin gösterdiği üzere, her toplumun yolu cumhuriyete doğru uzanmadı. Avrupa’da, imparatorluklar çözüldükçe, hem yeni monarşiler hem cumhuriyetler doğdu. Bugünkü ortalama insanın kafasındaki çağrışımın tersine, monarşi demek ılımlı yönetim ve çeşitliliğe saygı demekti. Cumhuriyet ve demokrasi (halkın yönetimi) (rule of people) anlamına gelirken monarşi ılımlı liderlik (archy) üzerine vurgu yapmaktaydı. 20. Yüzyılda monarşi gibi sınırlı liderlik anlayışına değil toplumun ‘tam anlamıyla ve her yönüyle yönetilmesi’ anlayışına dayanan ulus devletler – cumhuriyetler monarşilerde asla karşılaşılamayacak toplumsal mühendislik projelerine girişme hak, yetki ve gücünü kendinde gördü. Sonuç hemen hemen her seferinde ağır felaketlerdi.

Netice itibariyle, bir cumhuriyet sırf cumhuriyet olduğu için iyi ve değerli olamaz. Onun iyi ve değerli mi yoksa kötü ve değersiz mi olduğunu dayandığı değerler, benimsediği ilkeler, peşinden koştuğu amaçlar ve kullandığı yöntemler – araçlar belirler. Bu ölçütlere dayanan bir testten Türkiye Cumhuriyeti yüzünün akıyla çıkabilir mi? Sanırım tek parti cumhuriyeti dönemi bunu kesinlikle başaramaz. Çok partili cumhuriyet dönemi ise kısmen başarılı görülebilir.

Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.