Eğitim sisteminde geciken reformun en önemli sebebi, eğitimin siyasal sosyalleşmenin önemli bir ideolojik aygıtı olarak görülmesidir. AK Parti hükümetleri ekonomi politikalarında gösterdikleri liberalleşme çabalarını eğitim politikalarında gösterememiştir. AK Parti hükümetlerinin “Eski Türkiye”den devraldığı eğitime ilişkin ideolojik bagajın etkisinden halen kurtulamadığı gözlenmektedir. Ancak Kürt Açılımı ya da Alevi Açılımı gibi Türk siyasal hayatının demokratikleşmesini ve normalleşmesini hedefleyen geniş kapsamlı politikalar eğitimde liberalleşme gerçekleşmeden, eksik birer çaba olarak kalacaktır.
Eğitim sisteminin çoğulculuk problemi dışında en önemli problemi ise kamu okullarının düşük performansı ve öğrencilerin başarısızlıklarıdır. Kamu okullarının başarısızlığı, uluslararası ve ulusal ölçekte ikiye ayrılabilir. Eğitimde uluslararası başarı sorunu kendini PISA sınavı gibi uluslararası akademik başarı ölçen araştırmalarda açığa çıkartmaktadır. Bu tür araştırmalarda, Türkiye’de kamu okullarında eğitim alan öğrenciler, gerek gelişmiş Batı ülkelerindeki gerekse hızla ekonomik büyüme gösteren gelişmekte olan ülkelerdeki öğrencilerin akademik başarılarının çok gerisinde kalmaktadırlar. Küresel ölçekte iktisadî ve beşerî gelişmeyi hedefleyen bir ülke olan Türkiye’nin, yaratıcı, üretken, problem çözen bireyler yetiştirmede gösterdiği başarısızlık kabul edilebilir değildir. Bu sorunun yanında ulusal düzeyde de, farklı bölgeler ve farklı sosyo-ekonomik gelir grupları arasında yapılan akademik başarı karşılaştırmaları, milli eğitim sisteminin “eşitsizlik” üreten yapısal sorunları olduğunu ortaya çıkartmaktadır. Ortaöğretim ve lise düzeyinde yapılan merkezî sınavlarda, farklı bölgeler ve gelir grupları arasında ortaya çıkan büyük akademik başarı farklılıkları, kamusal eğitimin fırsat eşitliği üretmedeki başarısızlığını gözler önüne sermektedir.
Öyle görünüyor ki kamu okullarının başarısızlığı konusunda Milli Eğitim Bakanlığı’nın elindeki en önemli strateji, merkezi sınavlar vasıtasıyla başarılı öğrenciyi başarısız öğrencilerden ayırarak, kamusal eğitimdeki iyi okulları başarılı öğrencilere tahsis etmektir. Bu strateji, eğitimdeki başarısızlıktan kamu okullarının neredeyse hiçbir şekilde sorumlu tutulmamasına ve “yıkıcı” bir rekabetçi baskının öğrencilerin ve velilerin üzerlerine bindirilmesine neden olmaktadır. Oysa eğitimdeki başarısızlığın tek sorumlusunun öğrenci olmadığı açık. Merkezî sınavlar, öğrenciler arasında adeta hiyerarşik bir düzen inşa etmektedir.
Bu hiyerarşik yapıda ortaya çıkan “hakkaniyetsiz” eşitsizlikler, başarısız öğrencilerin çalışma hayatlarında da peşlerini bırakmayarak, nesiller arası gelir eşitsizliklerinin önemli bir unsuru haline dönüşmektedirler. Bu yüzden alt-gelir grubuna mensup bir öğrencinin “sınıf atlama” potansiyelini desteklemesi gereken kamusal eğitim sistemi, tam tersi bir yönde sonuç vererek, orta ve üst-gelir grubunda olan öğrencileri daha fazla gözetmektedir. Türkiye’nin en başarılı kamu okulları olan Fen Liselerine ve Anadolu Liselerine devam eden öğrencilerin büyük bir bölümünün orta ve üst-gelir grubu ilelerden gelmeleri şaşırtıcı bir durum değildir.
Bu tür başarısızlıklar karşısında öne sürülen çare genellikle eğitime daha fazla finansal kaynağın aktarılması yönünde olmaktadır. Ancak bu yazıda, eğitimde piyasa temelli örgütsel değişimin, eğitime daha fazla finansal kaynak ayırılmasından daha önemli olduğu iddia edilmektedir. Milli eğitim sistemimizin yaklaşık % 95’ini kamu okulları oluşturmaktadır. Özel finansmana sahip okulların ise kendi içlerinde müfredat ve eğitim yöntemleri açısından büyük ölçüde hükümetin koyduğu sert sınırlamalara tabi olduğu açıktır. Bu sebeple özel okulların “özel oluşları” bile tartışmalıdır. Kısacası eğitim sistemimiz ağır bir şekilde devletçidir. Bununla birlikte kamu okullar arası rekabet dışlanmaktadır ve okul yöneticileri ve öğretmenlerin yeni yöntemler denemeleri ve keşfetmeleri engellenmektedir. Yenilikçi yöntemleri ve okulların inisiyatif ve sorumluluk almalarını engelleyen bir eğitim sistemine daha fazla kaynak aktarmak eğitimde akademik başarıyı düzeltmenin iyi bir yolu değildir. Bu yüzden takip edilmesi gereken doğru strateji eğitim sistemimize, müfredat ve eğitim yöntemleri açısından çoğulculuğu mümkün kılacak rekabetçi bir modelin tanıtılmasıdır.
Eğitim ve kamu yararı
Dünya genelinde -ABD, Kanada, İsveç, Şili, Hindistan, Kolombiya gibi ülkelerde- “okul tercihi” olarak bilinen bir sistem kullanılarak, kamusal eğitime rekabet faktörü sokulmakta ve okullara kendi akademik başarılarını yükseltmeleri için çeşitli finansal ve örgütsel yetkiler tanınmaktadır. Bu model içinde en çok göze çarpan uygulama “eğitim kuponu ya da bursu” modelidir. Fikir babalığını Nobel İktisat Ödüllü yazar Milton Friedman’ın yaptığı bu modelde, ilk ve orta öğretim düzeyinde kamusal eğitimin finansmanı ile örgütlenmesinin birbirinden ayrılarak, örgütlenme kısmının serbest piyasada iş gören özel eğitim kurumları tarafından yürütülmesi gerektiği öne sürülmektedir. Friedman, belirli gerekçelerle devletin ilk ve orta öğretimi kamusal para ile finanse etmesinin haklılaştırılabilir olmasının, bu eğitimin örgütlenmesinin de kamu örgütleri aracılığıyla yapılmasını gerekli kılmayacağı görüşündedir. Hatta kamusal örgütlenmenin bu alandan çekilmesinin kamu yararı ve eğitimin kalitesinin artırılması bakımından büyük faydası olacağını ileri sürmektedir.
Eğitim kuponu, öğrenci velilerine özel okulların okul harçlarının bir kısmını ya da tamamını karşılamak için devlet tarafından ödenen bir hibedir. Farklı ülkelerde değişik uygulamaları olmakla birlikte eğitim kredisi sistemi, hükümetin öğrenci başına belirlediği eğitim kuponunu almak isteyen özel okulların bu öğrencileri kendi okullarına çekmek için birbirleri ile rekabet etmeleri esasına dayanır. Bu sistemde yer almak isteyen özel eğitim kurumları, hükümetin bu sistemi düzenlemek için kurduğu kamusal örgütün koyduğu şartları yerine getirerek, bahsi geçen sisteme dahil olabilmektedirler. Yaygın uygulama, bu konudan sorumlu kamusal örgütün standart bir ders müfredatı benimsemesi ama okulun eğitim yöntemi, personel seçimi ve örgüt yönetimine karışmamasına dayanmaktadır. Özel okullar kendi çalışanlarını ve bu çalışanlara uygulanacak ücret politikasını istedikleri gibi belirleyebilmektedirler. Özel eğitim kurumları kâr amaçlı faaliyette bulunabildikleri gibi çeşitli idealist ya da dinî amaçlarla da özel eğitim kurumu işletebilmektedirler. Eğitim kredisinden sorumlu kamusal örgüt genellikle eğitim kredisi üzerine fazladan bir ücret talebini yasaklayarak kâr marjını daraltmaktadır. Ayrıca özel eğitim kurumu öğrenciler arasında da her hangi bir tür ayrımcılığa gidememektedir. Eğitim kredisi almış herhangi bir ebeveyn çocuğunu sistem içindeki dilediği özel okula kayıt ettirebilmektedir. Bu kıstaslarla sınırlandırılmış kâr güdüsü dışında eğitim kurumlarının daha fazla öğrenciyi kendi okullarına çekmek için eğitim kalitesi ve öğrenciye sağlanan imkânlar hususunda rekabet içine girdikleri görülmektedir.
Eğitim hizmetinin piyasada üretilen diğer hizmetlerden daha önemli ve nitelikli bir hizmet olması, eğitim sisteminde rekabetin sağladığı etkinlik sağlayan motivasyonlardan yararlanmamamızı gerektirmez. Hatta eğitim kuponu sistemi ile devletçi eğitim sisteminde yapmaya çok zorlanacağımız reformları bu devletçi sınırların dışında gerçekleştirme fırsatı yakalayabiliriz. Eğitim kuponu sisteminin, özellikle alt-gelir grubundaki öğrencilerin başarılarını yükseltecek bir kamusal program olduğu düşünüldüğünde, bu sistemin nesiller arası gelir eşitsizliği meselesinde fırsat eşitliğini destekleyen önemli bir uygulama olduğu da gözlerden kaçmamalıdır.
Resmi ideolojinin tasfiyesi
Türkiye’de bölgeler arası akademik başarı sıralamasında özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kronik bir şekilde alt sıralarda yer aldığı empirik bir veridir. Ayrıca söz konusu bölgelerde kız ve erkek öğrencilerinin okula devamlılıkları ve akademik başarıları arasında da önemli farklılıklar vardır. Bu bölgelerde, pilot uygulama için seçilecek olan çeşitli illerde alt-gelir grubuna yönelik olarak tasarlanacak eğitim kuponu programları, milli eğitim sistemimizin başarısız performansını düzeltmek için iyi bir başlangıç olacaktır. Pilot uygulamalarda sağlanacak muhtemel başarı farklı bölgelerdeki başarısız okullar ve öğrenciler için kullanılacak temel eğitim kuponu pratiklerini de ortaya çıkartacak ve başka eğitim kuponu programlarının önünü açacaktır.
Pilot uygulamaların Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden seçilmesinin bir diğer sebebi de Kürt Açılımı ve çözüm süreci ile gündeme gelen eğitim problemine bir katkı sunmaktır. Şüphesiz bu bölgelerin eğitimle ilgili kendilerine has sorunları vardır. Öğrencilerin yeterli düzeyde Türkçe bilmemeleri, Kürtçenin ikinci dil olarak müfredata girmesi talepleri, akademik başarısızlık yüzünden bölge halkının öğrencileri okula göndermekte isteksiz olmaları ve kız çocuklarının eğitimi için okullardan farklı türde hizmetlerin beklenmesi ilk akla gelen önemli sorunlar arasındadır. Mevcut devletçi ve esneklikten yoksun eğitim sistemi içinde bu ve benzeri sorunların çözüme kavuşturulması çok zordur. Ancak eğitim kuponu sisteminin okullara verdiği örgütsel özerklik ve rekabetçi motivasyonlar ile ebeveynlere tanınan seçme özgürlüğü, eğitim ile ilgili pek çok yerel sorunun üstesinden gelinmesini büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Ayrıca bu bölgedeki özel orta öğretim kurumları şimdiden özel eğitim maliyetlerini Türkiye ortalamasının oldukça altına çekmeyi başarmıştır. Eğitim kuponu modeli sayesinde artacak olan özel eğitim piyasasının ölçeği bu maliyetleri daha da aşağıya çekerek, devletin kamusal eğitimde öğrenci başına harcadığı kaynaktan pek de fazla olmayan maliyetlerle özel eğitimi finanse etmesini mümkün kılacaktır.
Milli eğitim sistemimizde gerek resmi ideolojinin geriletilmesi ve eğitimin daha özgürlükçü ve demokratik bir içeriğe kavuşturulması, gerekse kamu okullarının kötü performanslarının düzetilmesi ve rekabetçi baskının öğrencilerden okullara kaydırılabilmesi için, piyasa temelli bir reform olan eğitim kuponu modelinin benimsenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türkiye’deki devletçi eğitim zihniyetinin ve devletçi bürokrasinin içinden bir reform beklemek nafile bir çaba olacaktır. Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi ve sivilleşmesi örneğinde görüldüğü üzere, reformun yine “çevre”den yükselmesi ve merkezi değişime mecbur kılması gerekmektedir. Halihazırda özel okulları destekleyen programlar olmasına rağmen, bu programlar ne alt-gelir grubunun akademik başarısını artırmak gibi sistematik bir amaca yönelmiştir ne de mevcut devletçi eğitim sistemini dönüştürecek büyüklüktedir. Eğitimde piyasalaşmayı ve rekabeti önceliği yapan büyük çaplı eğitim reformu hareketinin daha fazla gecikmeden başlatılması hükümetin kültürel çoğulculuk bağlamında karşılaştığı pek çok sorunun da panzehiri olacaktır.