Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak” ifadeleri kamuoyunda tartışma yarattı. Bazı muhafazakâr yazarlar başbakanın bu ifadesini itiraz edenlere tepki göstererek dünyanın haz ve şehvetten ibaret olmadığını toplumsal bir çöküntü ve çürüme yaşandığını bunun da bir şekilde önünün alınması için sorumluluk alınması gerektiğinin altını çizerek başbakanı desteklediklerini ifade ettiler. Kuşkusuz muhafazakâr anlayışa sahip bir partinin bu tür düşünce ve duygu içerisinde olması normal karşılanmalıdır. Tartışılması gereken; resmi makamlar aracılığıyla ve ihbar mekanizması işletilerek yer yer ev baskınları yapılmak suretiyle kamu otoritesinin genel ahlak denetçiliği yapacak olmasıdır. Ayrıca başbakanın “çocuklar bize emanettir” ifadelerinin de ayrıca sorgulanmaya ihtiyacı vardır..Çünkü bu tür bir bakış açısı aynı zamanda paternalizmin yani devletin baba, vatandaşın ise çocuk rolünde görüldüğü bir anlayışın tezahürüdür. Bu durum, çocuk rolünde olan vatandaşın faydası, iyiliği ve selameti için en doğru olanı devlet babanın belirlediği ve belirleyecek olduğu bir sosyal ve siyasi yapının gerekliliğini kaçınılmaz kılar.
Aile, eğitim söz konusu edildiğinde ihmal ediliyor;
Transandantal devlet anlayışının içselleştirildiği ülkelerde devlet, toplumun itaat etmesi gereken yarı-Tanrısal bir varlık konumundadır. Bu tür kutsal, merkeziyetçi, metafiziksel devlet anlayışının bireysel özgürlüklere, kişi tercihlerine farklı kültür ve inançlara şans tanımadığı bir gerçektir. Bu tür ortamlarda bireyler, devlet babanın çocukların iyiliği için tanzim ettiği bir yaşam tarzı ve anlayışına mahkûm bırakılırlar. Bunun en somut örneği eğitimdir mesela. Devlet toplumdaki bireylerin/ailelerin ne tür bir eğitim anlayışı benimseyip benimsemediğini aldırmaksızın sözümona onların iyiliği ve faydası için bir eğitim sistemi tasarlar ve onları kendi bildiği gibi eğitme yönüne gider. Kısacası çocuk bir bakıma ailenin değil devletindir. Oysa gerek anayasaya göre ve gerekse uluslar arası insan hakları belgelerine göre çocuk devletin değil ailenindir. Ne var ki devletin baba rolünü üstelendiği ve kutsal devlet anlayışının içselleştirildiği ülkelerde devletin çocuğu ailesinin şefkatli kollarından alıp, kendi hazırladığı müfredatlar ve belirlediği kriterler doğrultusunda eğittiği görülmektedir. İlginçtir muhafazakâr demokrat bir anlayışı benimseyenler ve aile değerlerini ön plana çıkartarak hükümet olan siyasi partiler nedense eğitim söz konusu olduğunda aynı hassasiyeti göstermiyorlar ve eğitimde aile tercihlerini yok sayarak bir bakıma onları dışlıyorlar. Üstelik tek bir ideolojinin okullar aracılığıyla toplumun tüm kesimlerine verilmesinden de ciddi rahatsızlık duymuyorlar.Çünkü eğitimin devlet tekelinden çıkarılması ve aile tercihleri doğrultusunda işlev görmesi hususunda net bir şey söyleyemiyorlar. Bu durum aynı zamanda ailelere gerekli değerin verilmediğinin bir göstergesi değil midir? Bu çelişkili durumun izaha muhtaç olduğu aşikâr.
Sınırlı ve sorumlu devlet anlayışı;
Devletin sınırlandırılmasının ne kadar gerekli olduğunu belki de en fazla tartışacağımız bir dönemden geçmekteyiz. Özgürlükçü filozof John Locke; sınırlandırılmamış, kurallara bağlanmamış bir devleti insanın özgürlüğüne yönelmiş en büyük tehdit olarak görür. Ona göre; vatandaşlar üzerinde sonsuz otoriteye sahip olan, onlardan ayrı ve onlara üstün bir varlık olan devlet değildir. Devletin görevi, sivil hakları uyruklarının her biri için tarafsız bir şekilde yerine getirerek güvence altına almaktır. Toplum sözleşmelerinin amacı devleti sınırlama ve kurallara bağlamaya yöneliktir. Aksi takdirde bugün muhafazakâr bir başbakanın görüş ve tutumlarını kendi dünya görüşü çerçevesinde haklı bulan biri, bir gün bir başkasının gelip hiç hoşlanmadığı, benimsemediği bir değer yargısının ‘en iyisi budur’ diyerek kendisine dayatıldığı bir siyasi ortamla baş başa kalabilir. Bu bakımdan sınırlı ve sorumlu devlet anlayışını tartışmaya açmak durumundayız. Çünkü bu anlayış aynı zamanda baba devlet anlayışı diyebileceğimiz paternalizme de karşıdır.
Diğer taraftan uluslararası insan hakları sözleşmelerinde de ifade edildiği gibi insan hakları; insan kişisinin özündeki onurdan kaynaklanır. Mustafa Erdoğan hocanın da ifade ettiği gibi; insan haklarının membaı “özgürlük” değeridir. Muhatabı/öznesi ise şüphesiz insandır. Özgürlük ise; en temelde insan türünün bilinçli ve amaçlı olarak eylemde bulunabilme potansiyelini, onun serbestçe seçebilme kapasitesini ifade eder. Hayek’e göre özgür eylem, bireyin başkalarının istediği ve bilgisine göre düzenlediği veya başkalarınca düzenlenen eylem değil kendi bilgi amaç ve değerlerine göre kendisinin belirleyip yaptığı eylemdir. Kısacası birilerinin kalkıp bizim ne giyineceğimizi, ne tür düşünceler besleyeceğimizi, neye inanacağımızı ve hangi ahlaki kriterlere sahip olacağımızı tepeden belirleme hakkı yoktur ve olmamalıdır. Çünkü tepeden planlamacı bir anlayışın en mağdur olanı kuşkusuz hep birey olmuştur. Bu bakımdan faturanın sürekli bireye kesildiği ortamlarda yapılması gereken bellidir.Devleti bireyin lehine mümkün olduğunca küçültmek..
Ahlaki çöküntü ve toplumsal çürüme gibi sorunlar üzerinde tedbir alacak ve bu alanda fikir üretecek olan kesimin en başında sivil toplum ve ailenin bizzat kendisi olmalıdır. Devlet özgür bireylerden oluşmuş bir toplumun gelişmesi için gerekli adil ortamı oluşturmakla mükellef olmalıdır. Örneğin ailelerin kendi tercihlerine göre okul açabilmesinin önündeki yasal engelleri kaldırmalı ve demokratik özgürlükçü bir ortamın oluşması için gerekli hukuki tedbirleri almalıdır. Sağlıklı, özgür bir birey kuşkusuz kendisi için neyin iyi neyin kötü olacağını en iyi takdir edendir. Tersi her dönem içinden çıkılmaz mağduriyetleri de beraberinde getirecektir. Geçmiş tarihi tecrübeler buna şahittir.