“Bir medenî hukuk profesörü için, her sömestre oturup medenî hukuk pratikleri düzenlemek yerine din sosyolojisiyle uğraşmak çok daha önemlidir. O zamanlar onun bu sözleriyle dalga geçerdik; hem Emge’nin kendi de hangi alana ait olduğunu tam kestiremiyora benzerdi: Hukukçu muydu, sosyolog muydu, yoksa felsefeci miydi, neydi? Neyse, yıllar sonra, hukuk ile sosyolojinin ne kadar yakın bağlarla birbirine bağlı olduğunu kavradığımda, Emge’nin o cümlesini hatırladım.” (Ernest Hirch, Anılarım)
Geçenlerde Hirch’in bu ifadelerini okurken hukukun ne kadar canlı ve dinamik bir organizma olduğunu düşündüm. Yaşadığı toplumdan bağımsız ele alınamayan, normlara hayat veren veya etkisizleştiren, değişen, dönüşen, değiştiren, dönüştüren bir yandan da küreselleşen bu organizma kadim ilkelere sahip olmasıyla da bir başka etkileyiciydi. Hukuk profesyonellerine de teknisyenliğin ötesinde önemli sorumluluklar düşüyordu. Her şeyden evvel, bir hukukçu, entelektüel çaba içinde bulunmak; sanat, felsefe, sosyoloji, etimoloji, mantık, matematik gibi alanlar ile uğraşmak zorundaydı.
İşte bu düşüncelerden birkaç saat sonra haberlere bakmak için girdiğim bir sitede idam tartışmalarının yeniden canlandığını gördüm.
Tartışmaların odağı, Prof. Dr. Ersan Şen’in açıklamalarıydı. Şen, “Narin” cinayetine ilişkin açıklamasında idam cezasına ilişkin beyanlarda bulunmuştu. Bu beyanlar hukukçulardan ciddi şekilde tepki aldı. Gördüğüm kadarıyla Ersan Hocanın öğrencisi olduğunu beyan eden hukukçular dahi açıklamaya binaen Şen’in hukukçuluğunu sorgular oldular.
Açıkçası böyle polemiklerin anlamsız, vakit kaybı ve talihsiz olduğunu düşünüyorum ancak daha evvel “Goethe’nin İnfazı ve Ölüm Cezası Üzerine” başlıklı yazımda da belirttiğim üzere “idam cezasının” tartışılmasının bazı hukukçular için tabu olduğunu ve tartışılamaz nitelikte olduğunu görmek beni şaşırtıyor. Çünkü özellikle tecrübeli hukukçular, zihinlerindeki süzgecin basiretiyle ve kesin yargılara olan temkinli ve tedbirli yaklaşımlarıyla bilinirler ve bunu öğütlerler. Bu sebepledir ki hukukçular kesin yargılardan kaçınmaya özen gösterirler. Aslında hukukta, “normal şartlar altında” diye bilinen kalıpsal yaklaşım çok kısıtlıdır ve pek çok tez “yanlışlanabilir” veya “aksi ispat edilebilir”.
İdam konusundaki tezlere yaklaşım da böyle olmalıdır. Nitekim yukarıda bahsettiğim ve daha evvel kaleme aldığım yazıda idam cezasına ilişkin “anlatılagelen tezleri yanlışlar nitelikteki” yeni çalışmalara değinmiştim: (Elbette bu çalışmaların ortaya koyduğu kesin bir yargının olmadığını, yanlışlanabileceklerini, yöntemlerini ve yöntemlerine yönelik eleştirelere ayrıntılı bakmadığımı burada ifade etmem gerekir.)
“Maalesef, ülkemizde pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da tabular vardır ve asla değiştirilemez, tartışılamaz, düşünülemez. Ölüm cezasını savunmak bir hukukçunun “kötü bir hukukçu” olduğunu göstermektedir çünkü hukuk öğrencileri, mesleğe yeni başlamış “fenomen hukukçular” böyle söylemektedirler. Oysa Kant, Bodin, J. J. Rousseau gibi pek çok düşünür ve yeni dönemde de pek çok hukukçu ölüm cezasını tartışmakta ve hatta savunmaktadır.
…
Louisiana Eyalet Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde görev yapmakta olan Prof. Dr. H. Naci Mocan, yaptığı araştırmada ölüm cezasının her infazında 5 kişinin hayatının kurtulduğunu ortaya çıkarıyor ve şöyle diyor: “Kişisel olarak ölüm cezasına karşıyım ama yaptığım araştırma caydırıcı olduğunu gösteriyor.”
Pennsylvania Üniversitesi’nde hukuk profesörü Justin Wolfers ise “caydırıcılık konusunda mevcut kanıtların şaşırtıcı derecede kırılgan olduğu” yönünde bir beyanda bulunuyor ve genel kanının aksini savunuyor.
1992 yılında Nobel Ekonomi ödülü alan Gary Becker ise “İdam cezasının caydırıcı olduğuna ve en kötü türden suçlar için kullanılmaya değer olduğuna beni ikna etmek için sadece niceliksel değil, diğer çeşitli türlerdeki kanıtlar etkili oldu” şeklinde düşüncelerini belirtiyor.” (Haldun Barış, Goethe’nin İnfazı ve Ölüm Cezası Üzerine, Hür Fikirler )
Diğer yandan aynı yazıda, farklı nedenlerden dolayı ölüm cezasına karşı olduğumu ancak ölüm cezasına ilişkin araştırmaların artırılması gerektiğini ve ayrıca yeni bir ceza sistemine ilişkin çalışmalar yapmamız gerektiğini çünkü “hapis” cezasının da ölüm cezası kadar masraflı, acımasız, “geri alınabilirliği tartışmalı” bir ceza sistemi olduğunu ve onarıcı yönünün de yetersiz kaldığını belirtmiştim.
Bu yazıda ise sizlere Victor Hugo tarafından kaleme alınan “kısa roman” türündeki Claude Gueux kitabını anlatmak; Hugo’nun bu kitabında kaleme aldığı ölüm cezasına ilişkin fikirlerine yer vermek istiyorum:
Eser, Paris’te yaşayan bir işçinin hırsızlık yapması sonucu “hapishaneye” atılması ile başlıyor. Hugo, kahramanı “yetenekli, becerikli” bir işçi olarak anlatıyor. Claude adlı bu işçi işsiz kaldığı bir kış gününde, eşi ve çocuğunu 3 gün kadar doyuracak ve 3 günlük odun almaya yetecek bir hırsızlık yapıyor ve bunun sonucunda 5 yıl hapis cezası alıyor.
Hapiste verilen yemeklerle doymayan Claude ile arkadaşı Albin yemeğini paylaşıyor. Böylece aralarında bir dostluk başlıyor. Claude kardeşi gibi sevdiği Albin ile atölyede çalışıyor, hapiste arkadaşlık ediyor. Derken bu durumu fark eden hapishane müdürü Claude ile Albin’in koğuşlarını değiştiriyor. Bu duruma ikisi de çok üzülse de müdür onların ayrı koğuşlarda kalıp birbirlerini görmemeleri konusunda oldukça katı duruyor. Böylece Claude için açlık günleri tekrardan başlıyor ayrıca dostunun olmayışı da onu çok üzüyor.
Eserde benim, dümdüz şekilde yazdığım bu kısım oldukça etkileyici ve hislere dokunucu şekilde kaleme alınmış. Bu kısacık romanı okurken çoğu zaman Claude Gueux’nin duygularını anlayabiliyorsunuz ve içinizde bir “acıma” hissi oluşuyor.
Sonrasında ise Claude Gueux bir gün müdüre “arkadaşımı bana getirin size 4 Kasım’a kadar mühlet veriyorum” şeklinde bir çıkışta bulunuyor ancak talebi yanıtsız kalınca kendi ve diğer mahkûmlar huzurunda “bir yargılama” yapıp müdürü ölüme mahkûm ediyor. Nihayet diğer mahkûmlar da bu haksızlığın ve müdürün diğer yaptığı eziyetlerin cezasının “ölüm” olduğu konusunda hemfikir olduklarını “sessizlikle” onaylıyorlar; Claude’un müdürü son kez uyarması şartıyla.
Nihayetinde, Claude müdürü bir baltayla öldürüyor. Sonrasında intiharı denese de yaşamaya devam ediyor. Ve idamla yargılanarak idam ediliyor.
30-40 dk kadar bir sürede bitirilebilecek bu eser, insanı idam cezasına dair sorgulamaya, toplumsal şartlar ve suç ilişkisine dair düşünmeye ve adaletsiz bir yönetimin sonuçlarına dair kafa yormaya itiyor. Ayrıca eserin sonunda Hugo’nun idam cezası için düşünceleri de oldukça değerli ve önemli. Bu eseri, herkese, ancak özellikle de hukukçulara tavsiye ediyorum.
Son olarak kitapta geçen birkaç cümleye yer vererek yazımı sonlandırayım:
“Korkunç bir şey yapacağını ama haksız olmadığına inandığını söyledi. Onu dinleyen seksen bir hırsızın vicdanına seslendi. Güç bir durumdaydı, adaleti kendi eliyle sağlama ihtiyacı insanın bazen içine düştüğü açmaz bir durumdu, kendi canını vermeden müdürün canını alamayacağı doğruydu ama iyi bir şey için canını vermeyi doğru buluyordu…” s.24
“Doktorlar ve yargıçlar Claude’un etrafında dört dönüyordu; biri yaralarını iyileştirirken diğerleri idam sehpasını hazırlıyorlardı.” s.30
“Arkadaşımı soruyorum, beni hücreye atıyor. Ben ona, o muhbire siz diyorum o bana sen diye hitap ediyor. Acı çekiyorum diyorum, canımı sıkıyorsun diyor. Öyleyse ne yapmamı isterdiniz? Öldürüyorum. Tamam ben bir canavarım, bu adamı öldürdüm, tahrik edilmedim, kesin kafamı. Yapın bunu.” s.31
“Bize göre hafifletici sebeplerle yasalara dayandırılan maddi tahrikin çok üzerinde olan, yasanın unuttuğu manevi tahrik teorisinin birdenbire ortaya çıkışı yüce bir andı.” s.31 (Pek çok ülkedeki modern yasalarda Hugo’nun bahsettiği manevi tahrik göz önünde bulundurulmaktadır.)
“Halka açık infazların takdire şayan sonucu! Hemen aynı gün, giyotin hâlâ orada ve temizlenmemişken pazaryerindeki insanlar bir fiyat meselesi yüzünden ayaklanıp vergi memurunu neredeyse katledeceklerdi. İşte o yasaların yarattığı uysal halk!” s.35
“Utanılacak olan şey yarayı kangrenleştiren dağlamaydı, suçu suçluya ömür boyu mühürleyip perçinlemek anlamsız bir cezadır; iki arkadaşı ayrılmaz yoldaş kılar.” s.38
“Çalışan ve acı çeken, dünyanın acımasız davrandığı halka onlar için daha iyi bir dünya olduğu inancını verin. Böylece halk rahat ve sabırlı olacak. Sabır, umut taşır.” s.40
Av. Haldun Barış