Demokrasi içinde kaldıkça elbette çıkış var. Sorun, hızla demokrasiden uzaklaşıp keyfî bir yönetime kayışımız.
Twitter’ın kapatıldığı, bazı muhalif TV’lerin susturulduğu, şirketlere baskınların yapıldığı, gösteri yapmanın bedelinin ölüm olabildiği bir ülkede demokrasi, ifade özgürlüğü ve hukuk rejimi kalmamıştır.
Söylenenlerden, yapılanlardan, çıkarılan yasalardan ‘nasıl bir Türkiye’ istendiği apaçık ortada. Bu Türkiye’de eleştirel fikirlere, itaat etmeyen insanlara, biat etmeyen gazetelere, şirketlere, sivil topluma yer yok.
AKP’nin iktidarının ilk iki döneminde önemli demokratikleşme icraatlarına imza attığından söz etmek artık anlamlı değil. O süreçte yaşanan bazı şeyler partiyi bugünkü noktaya getirmiş olmalı. Herkes, her taraf yanıldığını söylüyor. Ama derinlerde daha yapısal sorunlar olmalı, Türkiye’yi bu otoriterleşme döngüsünde tutan.
Mevcut kriz atlatıldığında ‘demokratikleşme dinamikleri ve aktörleri’ konusunda kapsamlı araştırmalara ihtiyaç olacak.
O ana kadar temel mesele, demokrasinin kendini yeniden işler hale getirmesine engel olacak düzeyde yara almasını önlemek. Bu pazar dahil olmak üzere önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak üç seçim, sistemin kalan son ‘emniyet supapları’.
Normalleşme ve değişim sandıkla mümkün. Ancak biliyoruz ki sandık, otoriter bir rejimin meşrulaştırıcı bir aygıtına da dönüştürülebilir. Tek parti döneminde hiç sektirmeden ‘seçimler’ yapıldı Türkiye’de. Bütün otoriter rejimler seçim sandığını meşrulaştırıcı bir biçimde kullanırlar.
Mesele seçimlerin adil, özgür ve yarışmacı karakterini muhafaza etmek. Türkiye’nin bu konudaki tecrübesi büyük. 1950’den beri bütün sıkıntılara ve kısıtlara rağmen toplumsal tercihlerin kendine siyasal kanallar bulması engellenemedi. Dahası seçim sonuçlarını etkileyecek düzeyde sandık yolsuzluğu yapılamadı.
Gelecek üç seçimde Türkiye bu geleneğini de bozmazsa sandıkla değişimin yolu açık demektir.
Ancak AKP çevrelerinde hakim olan sorunlu bir psikoloji var; AKP’ye muhalefeti gayri meşru, hoş görülemez, Türkiye’ye ve geleceğine ihanet gibi gören bir psikoloji bu. Bunun bir adım sonrası muhalefetin kriminalize edilmesidir ki, bunu sosyal muhalefet alanında Gezi’den beri görmeye başladık.
Bu hiç sağlıklı değil. Bir zamanlar Kemalistlerde gördüğümüz ‘bu devlet bizim, yönetme hakkı da sadece bize ait’ psikolojisini hatırlatıyor.
Konuşmalardan, tavırlardan etrafa savrulan hava; ‘bu devlet bizimdi, ama bizi yıllarca dışladılar, devletin nimetlerinden mahrum ettiler. Şimdi devleti ‘onlardan’ aldık. Artık bizim. Kaynaklarını da gücünü de istediğimiz gibi kullanacağız ve hep iktidar kalacağız. Bunun için de ne yapmamız gerekiyorsa yapacağız.’
Bu, Türkiye’nin kaldırabileceği bir tavır değil ama iktidar İslamcıları anlamıyor. Kemalistlerin yaptığını bugün kendileri de denemek istiyor; yeni bir devlet ve toplum inşa etmek; bunun için de gerekirse güç kullanmak.
2010’dan sonra denenen bu. Üstelik artık bunun sadece ‘yüce bir fikir ve dava’ olmadığını da biliyoruz. Yolsuzluk bilgileri ve belgeleri hükümeti devlete tutunmaya mahkûm ediyor. Ama sandık oldukça ve seçimler adil ve özgür bir ortamda yapıldıkça bunun bir garantisi yok. Garantiye almaya çalıştığınız anda zaten demokratik meşruiyetiniz de sandığın anlamı da biter.
AKP dahil herkesin anlaması gereken bir gerçek var; Türkiye sosyolojisi ve ekonomisi otoriter bir rejime sığmaz. Demokrasi, özgürlük, farklılık ve refah talepleri engellenemez. Aksi yönde gidiş çok tehlikeli.
Laik, Alevi, Kürt kimlikleri üzerinde hâlâ derin fay hatlarının olduğu, bu kimlikten insanların nüfusun yaklaşık yarısını oluşturduğu bir ülkede ‘muhafazakâr otoriter’ bir rejim kurarsanız her türlü çatışmaya ve bölünmeye davetiye çıkarmış olursunuz.
Demokrasi ve özgürlükler rejimi, farklı kimlikten insanların bir arada yaşayabileceği yegane model. 30 Mart’ta sonuç ne olursa olsun herkesin üzerinde anlaşması gereken ilke bu. Eğer bir arada yaşamaya niyetliysek…
Bu yazı Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır.