Ana Sayfa Blog Sayfa 651

Ömer Faruk Gergerlioğlu – Cesur siyeasetçilere ihtiyacımız var

0

Türkiye ilginç bir ülke. Eski Genelkurmay başkanı çıkıyor şu ana kadar yazarı bilinmeyen muhtıra için “27 Nisan muhtırasını ben yazdım” diyor. Darbeciler ortalıkta gayet rahat dolaşıyor. Eski darbeci için devletin bakanı “başka ülkede darbecilere katil muamelesi yapılır bizde ise ressam muamelesi yapılıyor” diyerek serzenişte bulunuyor. Adalet Bakanlığı, savcıların evlerinin yakınlarına bomba attırdığını itiraf eden emekli Korgeneral Altay Tokat’ı eleştiren hakim Kemal Şahin hakkında soruşturma başlatıyor. Bilindiği üzere daha önce askerlere yönelik suçlamalarda bulunan eski savcı Ferhat Sarıkaya ve Sacit Kayasu meslekten ihraç edilmişti.

Böyle bir ülkede sorunları çözmek için uğraşılıyor güya. Kürt sorununun çözümü gayet kolay iken bu kadar cana mal olunan bir ülkede yaşıyoruz. Sorunu baskıcı yöntemlerle ortaya çıkaran devlet erki çözümü bulmakta isteksiz davranıyor. Binlerce insan ölsün önemli değil. Ara sıra darbeler yapılsın ülke on yıllarca geriye gitsin önemli değil. Yeterki rejimimiz baki kalsın. Eski genelkurmay başkanı ve yenisi çıkmış televizyonlara darbe ve darbecileri savunuyor. Ergenekonun silahları ise artık yerden fışkırmıyor. Oltayı attığın yerden artık balık değil silah ve mühimmat fışkırıyor. Genelkurmay başkanı eli ile darbeciler savunuluyor. Genelkurmay başkanı eline aldığı lav silahının işlevsiz olduğunu belirterek davayı boşa çıkarmaya çalışıyor ve Ergenekon kelimesini ağzına almamaya çalışıyor. Bizzat askeri güç tarafından adeta bir ihsas-ı rey ilan ediliyor. Biz ise yine darbelere karşı ne yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu ülkenin ileriye gitmesi ancak cesur aydınlar tarafından olacak, bu anlaşıldı. “Kral çıplak” diyen kimseler olmasa biz yine darbeleri faziletli işler olarak görülecek. Kuvvetler ayrılığı ilkesi diye bir şey bilmeyeceğiz. TESEV yeni bir araştırma yaptırdı. Hakim ve savcıların “devletimin ideolojisine göre karar veririm” dediğini tekrar hatırlamış olduk. Bireyin menfaatlerini değil devletin menfaatini üstün tutan bir anlayış ile hukuk devleti değil ancak ideoloji devleti olursunuz.

MAZLUMDER Adalet Bakanlığına darbecilerin ve darbe girişimcilerinin yargılanabilmesi için yasa değişikliği teklifi verdi. Buna göre anayasanın 309 ve 316. maddeleri arasındaki anayasal düzeni değiştirme suçlarının asker kişiler tarafından yapılması halinde bunların askeri mahkemelerde değil sivil ağır ceza mahkemelerinde yargılanmalarının önü açılacak. CMK 250. maddesinde belirtilen özel durumlar için düşünülen bu Mahkeme’de bu suçu işleyen tüm kişilerin yargılanabilmesi gereklidir. Zira, bu suçlar millete ve devlete karşı suçlar babında ele alınan nitelikli suçlardır. Asker kişiler bu suçtan dolayı yargılanamaz diye bir istisna mümkün olamaz. Yapılması gereken yasal değişikliklerin bir an önce yürürlüğe girmesi gerekir. Adalet Bakanlığının tavrını yakından gözlemleyip sonucu halka ileteceğiz.

TSK iç hizmet kanununda TSK’ın Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kolama görevi olduğu anlatılır. Bu askerlerimiz tarafından “gerekirse darbe yapabiliriz” diye tercüme edilir. Bu yanlış bir tercümedir. Zira anayasayı askıya alarak meclisi kapatarak anayasal düzeni korumuş olmaz ancak katletmiş olursunuz. İç hizmet 35 deki ifadeyi “gücümü kaybetmeyeyim o halde bu ifadeyi böyle anlamalıyım” anlayışı ile yaklaşıyorsanız diyecek bir şeyimiz yok. Bu ülke daha 12 Eylül sonrası eklenmiş olan anayasanın geçici 15. maddesini iptal edemedi biz Ergenekon davasından bir hayır bekliyoruz. Anayasanın geçici 15. maddesi darbeciler darbe yaptıktan sonra çıkarıldı. Önce darbe yap sonra darbecileri koruyan kanun çıkar. Ve bu ülkeye de hukuk devleti densin… 12 Eylül darbecileri hakkında iddianame hazırlaması gereken savcılar çekinsin sonunda bir savcı bir iddianame hazırlasın, daha sonra onun başına pişmiş tavuğun başına gelmeyen işler gelsin. İşte böyle bir ülkeyiz. Bu mümkün mü?. Darbeciler hakkında hazırlanan iddianameyi “yok” hükmünde sayan bir başsavcılık olsun ve itirazlara rağmen halen bu iddianame hakkında işlem yapması gereken mahkeme bu iddianameyi değerlendirme şansına kavuşamasın. Başsavcı marifetiyle işleme konmayan iddianame hazırlayan savcıyı avukatlık dahi yapamayacak şekilde savcılıktan at. Daha sonra bu hukuksuzluğu mahkum eden AİHM’e tüm milletin cebinden çıkan para ile tazminat öde. Devlet hukuksuzluk yapsın, halkın cebinden faturası ödensin. Ve halen bunu sorgulayacak düzeltecek bir merci çıkmasın. Darbecilerin yargılanmasını engelleyen bu madde durduğu müddetçe bizim hukuk devletinden bahsetmemiz mümkün değildir. Darbecilerin yargılanmasını sağlayan yasal değişiklikler yapılmalı ki bu ülkenin hukuk devleti olduğunu söyleyebilelim. Bunlar zor değildir. Ama yürekli siyasetçiler ister bu iş için. Darbecilere başka ülkelerde katil denildiğini söylemek yeterli değildir önemli olan darbecileri ve darbeye tevessül edenleri yargılayacak yasa maddelerini hayata geçirmektir.

12 Eylül ve onun paşaları bu ülke için bir utanç abidesi olduğu kadar 27 Nisan muhtırası bir utanç abidesidir. Ya yeni sivil bir anayasa yeni baştan hazırlanacak ya da başka bir ülkede görülemeyecek çözümü aslında kolay fakat çıkmaz sokağa sürükletilmiş sorunlarla boğuşacağız. Ya bu ülkeyi hep birlikte hukuk devleti yapacağız ya da sistemden kaynaklanan sorunlarla boğuşacağız. 40 bin kişi daha ölecek o zaman belki bir adım daha atacağız. Bu ülkede dini inancından dolayı dışlanan insanları daha da gereceğiz. Bu ülkede Kürt olduğu için dışlanan insanların kardeşimiz olduğu ve ancak eşit yurttaşlar olarak mutlu olacağımızı devletimizin dokunulamaz büyükleri anladığı zaman belki bir adım atacağız. Ama “bu konuda gerçek adımlar atacak yürekli siyasetçiler nerede?” diye sormadan edemiyoruz.

Sayın Başbakan’a Açık Mektup

0

Sayın Başbakan’a Açık Mektup Yahut Seçim Sonrası Özeleştiri Daveti

Sayın Başbakanım,

Seçim sonrası hengamesinde, kapınızı çalanların ve akıl verenlerin bol olduğu bu günlerde bu mektup size kadar ulaşacak bir yol bulabilir mi bilmiyorum; ama Nasreddin Hoca’nın göle yoğurt mayası çalması misali, “belki bir umut” diyerek, ülkenin kritik bir dönemeçten geçtiği bu dönemde düşüncelerimi sizinle ve kamuoyuyla paylaşmayı aydın sorumluluğunun bir gereği sayıyorum.

Sayın Erdoğan,

Allah size her kuluna nasip etmediği bir başarı öyküsü nasip etti.  Çok az insanda bulunan karizmatik özellikleriniz, biraz çalışkanlık ve üretkenlikle birleşince gerçekten takdire değer işlerin altına imza attınız. Bu millet İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı günlerinizden beri hep arkanızda durdu; zor zamanlarınızda arka çıktı; derin odaklar sizi bir kaşık suda boğmaya çalışırken bu millet “inadına Erdoğan” diye haykırdı. Kemalist ideolojinin akıl hocalarından Ziya Gökalp’in bir şiirini okudunuz diye hapse attılar, millet mazlumun yanında yer aldı. Milli Görüş çizgisinin aşırılıklarını gördünüz, bu yolun Türkiye’nin önünü açacak yol olmadığını fark ettiniz, arkadaşlarınızla birlikte cesur bir karar alarak yeni bir parti kurdunuz; kucaklayıcı olmaya, özgürlük alanlarını genişletmeye, AB sürecini ciddiye almaya söz verdiniz. Türk milleti size inandı, güvendi, var gücüyle destek verdi. O kadar ki, kurduğunuz yeni parti daha 1 yaşını doldurmadan sizi ezici bir zaferle tek başına iktidara getirdi.

Atasözleri ve deyimler dağarcığının zenginliğine her zaman hayran olduğum atalarımız “Yiğidi öldür, hakkını yeme!” demişler: siz de iktidarınızın ilk döneminde, 2002-2006 arası icraatlarınızda Türk milletini hayal kırıklığına uğratmadınız. AB ödevini ciddiye aldınız; önemli siyasi ve ekonomik reformlara imza attınız; demokratikleşme ve sivilleşme yürüyüşüne katkınız büyük oldu. Reformcu, çalışkan, dinamik ve cesur bir profil çizdiniz. Dış politikada –Ahmet Davutoğlu gibi zeki, ufku geniş ve birikimli danışmanlarınızın da katkısıyla- son derece önemli açılımlar yaptınız, ezberler bozdunuz, gelen doğrudan ve dolaylı tehditlere aldırmadınız; medya üzerinden yapılan muhtıra ve e-muhtıralara karşı dik durdunuz. Bu cesur ve reformcu politikalarınızın karşılığını da her bakımdan fazlasıyla aldınız: mali disiplin sağlandı, makroekonomik göstergeler hızla iyileşti, büyüme oranı yükseldi, reel faizler düştü, Türk parası itibar kazandı, ihracat sıçradı, yabancı sermaye girişleri katlanarak arttı, GSYH’nın yüzdesi olarak bütçe açığı ve kamu borç stoku ciddi biçimde geriledi, enflasyon düştü. Ekonomi cenahında, işsizlik ve cari açık hariç, hemen her alanda iyileşme oldu. Siyaset ve dış politika alanında da önemli başarılar geldi: AB ile ilişkiler hızla iyileşti, Kopenhag siyasi kriterleri sağlandı, AB’den müzakere tarihi alındı, müzakereler başlatıldı; Kıbrıs’ta ezberler bozuldu, 1 Mart Tezkeresi reddedilerek Türkiye’nin ABD için artık “çantada keklik” bir ülke olmadığı gösterildi; bütün komşularla ilişkiler hızla iyileştirilerek “etrafımız ateş çemberiyle çevrili” ezberinin aslında bir realite olmaktan çok maksatlı bir ideolojik kurgu olduğu kanıtlandı; sadece batıya endeksli geleneksel dış politikadan vazgeçilerek, dünyanın bir de doğu yakası olduğu hatırlandı, Asya ve Müslüman dünya ile ilişkiler iyileştirildi. Sonuçta bölgesindeki sorunlara müdahil olan, ihtilafların çözümünde arabuluculuk yapan, hem doğuda hem de batıda saygınlığını artırmış, 150’den fazla ülkenin desteğiyle BM Güvenlik Konseyi üyeliğine kabul edilmiş, geleceği parlak görünen bir Türkiye çıktı. Türkiye’nin son yarım yüzyılını karartmış bir istikrar bozucu cinayet şebekesi olduğu anlaşılan Ergenekon’un üzerine gidilmesi ve Davos’ta İsrail zulmüne “one minute” diyen çıkışınız da, bir anlamda bu parlak tabloyu taçlandırdı.

Ancak, “hakikatin hatırı her şeyden önce gelmeli” düsturundan hareketle, yaprağın bir de arka yüzüne bakmak gerekiyor. Yaprağın arka yüzü, sayın Başbakanım, ne yazık ki o kadar parlak görünmüyor. Bu yüzde görünen manzara, reformist kimliğinden giderek uzaklaşan, AB ödevlerini ihmal eden, “ya sev ya terk et” olarak özetlenebilecek militan ve tehditkar bir söyleme sarılan, “falanca ve filanca kaleleri istiyorum..” diyen kutuplaşmacı bir yola sapan, Alevi açılımı ve Kürt sorununun şiddete müracaat etmeden çözümüne yönelik cesur açılımlar konusunda mütereddit, sivil ve özgürlükçü anayasa girişimini rafa kaldıran, Ergenekon’da ipin ucunun gittiği yere kadar gitmekten sakınan, giderek güven erozyonuna kapı aralayan bir manzaradır. Benim “yurdum insanına” –eleştirdiğim pekçok zaafı olsa da- hayran olduğum alanlardan biri de, genel seçimlerde gösterdiği sağduyu ve verdiği engin mesajlardır. Türk halkı çok partili demokrasiye geçildiği günden bu yana daima sivil olanı, halka kulak vereni, kucaklayıcı olanı tercih etmiş, bu çizgiden sapma eğilimi gösterene de gerekli uyarıyı yapmıştır. Bu çerçevede 29 Mart seçimlerinin sonucunun bence AKP’ye yönelik en yalın mesajı şudur: “Hâlâ favorim sensin, ama gidişatını beğenmiyorum, ayağını denk al!” Bunun anlamı, eğer AKP derhal kendine çeki-düzen vermez, bazı yanlış uygulamalarını düzeltmezse, gelecek seçimlerde işinin çok daha zor olacağıdır.

Sayın Erdoğan,

Bugün yerinizde olsam, derhal bir kabine değişikliğine gider, bürokrasiye yeni bir dinamizm aşılardım. Cemil Çiçek başta olmak üzere, dışlayıcı bir söylem kullanan, adeta reformları engelleyici ve yavaşlatıcı bir misyon üstlenmiş siyasetçi ve bürokratları yakın çevremden, etkili ve yetkili organlardan uzaklaştırırdım. Sivil ve özgürlükçü anayasa girişimini yeniden başlatır, önümüzdeki genel seçimlerden önce Türkiye’ye yeni ve kaliteli bir anayasa armağan ederdim. Bu ülkenin bütün tali sorunlarının gelip düğümlendiği ana sorunun özgürlük sorunu olduğunu bilerek, bireysel özgürlüklerin ve sivil toplumun alanını genişleten düzenlemeler yapar, uygulamayı da sıkı sıkı takip ettirirdim. Aleviliğin din mi, mezhep mi, kültür mü olduğu tartışmasına hiç girmez, bu tartışmayı Alevi toplumuna ve entellektüellere bırakır, devleti Alevi ve Sünni topluma, daha genelde bütün dinlere ve mezheplere eşit mesafeye çeker, böylelikle Kemalistlerin yapamadığını ya da yapmak istemediğini yapar, gerçek anlamda laikliği getirirdim. Ergenekon davasına bütün gücümle destek verir, cümle aleme uzlaşmanın ancak demokraside, şeffaflıkta, hesap verebilirlikte, insan haklarında, bireysel özgürlüklerde ve hukukun üstünlüğünde olabileceğini ilan eder, asker-sivil tüm uzantılarıyla bu terör örgütünün çökertilmesine yardımcı olurdum. AB ödevini yeniden ciddiye almaya başlar, 2005 yılından bu yana ciddi biçimde savsaklanan reformlara girişir, asker-sivil ilişkilerini –AB’nin de önerdiği gibi- çoğulcu liberal demokrasilerdeki “normal” hale getirirdim. Hemen yarından tezi yok AB ile önemli bir sürtüşme konusu olan –müzakere tarihi alırken taahhüt etiğimiz, ama hâlâ yerine getirmediğimiz- Rum mallarına limanların açılması meselesini hallederek işe başlar, “vatan-millet-sakarya” diyerek itiraz edeceklere serbest ticaretin savaşın panzehiri olduğunu, -Bastiat’ın altın öğüdüyle- malların geçmesine izin verilmeyen sınırlardan askerlerin geçtiğini hatırlatırdım. Kürt sorununa kalıcı bir insani çözüm bulunmaması, istikrarın bozulması ve askeri vesayet rejiminin bu sayede sürmesi için önüme çıkarılan bütün engellerle mücadele ederdim. Bu sorunla başa çıkmanın bir ayağının Ergenekon’un bitirilmesi, bir ayağının DTP’nin muhatap alınması, bir ayağının PKK’nın dağdan indirilmesi ve silah bırakmasını sağlayacak bir genel af çıkarılması, bir ayağının da Kuzey Irak Yönetimiyle ilişkileri süratle geliştirerek orta vadede Türkiye-Irak-Suriye arasında bir ekonomik bütünleşme olduğunu düşünürdüm. Bütün bu konularda olumlu adımlar atacak, cesur ve reformcu bir Erdoğan ve AKP önümüzdeki seçimlerde halktan yeniden destek alabilir; aksi durumda AKP’nin hızla ANAP’laşması kaçınılmazdır. Önümüzdeki aylar AK Parti’nin nereye doğru gitmek istediği konusunda önemli bir sınav olacaktır. Saygılarımla.

03.04.2009

Bir Dostluğa Ağıt

Dün yolda giderken 37 yıllık bir arkadaşıma rastladım.Arkadaş dediysem, öyle merhabanız olan, arada bir telefonlaştığınız, karşılaştığınızda laf ola beri gele konuştuğunuz arkadaşlığı kastetmiyorum. O benim hayatta kendimi en yakın hissettiğim, her şeyimi anlatabileceğim ve anlattığım her şeyi şıp diye anlayabileceğine güvendiğim birkaç dostumdan biriydi. Biz onunla iki buçuk yıl boyunca bir dakika bile ayrılmadan birlikte yaşadık. 1972’nin baharında aynı gün gözaltına alındık, 1. Şube’de aynı odada kaldık. O odada bir ay boyunca birlikte korktuk, geceleri koridorun sonundan gelen işkence seslerini birlikte dinleyip birlikte ağladık. Birbirimize omuz vererek birlikte ayakta kalmaya çalıştık. Sonra aynı gün aynı hapishaneye girip aynı koğuşta iki buçuk yıl yaşadık ve aynı gün birlikte çıktık.

Koğuştaki herkes yoldaşımdı; ama o yoldaştan fazla olarak arkadaşımdı.

Koğuşta aklımızı fikrimizi başımızdan alan ve bizi kendimizi tanıyamaz hale getiren en sekter fırtınalar eserken, onun sıcacık yüreği, hiç eksilmeyen hümanizmi en güvenilir limandı benim için. Onun yumuşaklığı sık sık kapıldığımız hoyratlıkların panzehiriydi. İdeolojik körleşmemizin en had safhaya ulaştığı zamanlarda o hiç kaybetmediği sağduyusuyla bizim gözümüzü açmaya çalışırdı.

Ben onun o insancıllığında, yumuşaklığında ve sağduyusunda kendi içimde bastırdığım insanı bulurdum belki, o yüzden onu o kadar severdim.

Hapisten çıktıktan sonra da hep yakın arkadaş kaldık. Çok sık görüşemesek de, her buluşmamızda aramızda oluşan o köklü dostluğun sağlam temellerini bir kez daha hissettik.

İşte dün yolda giderken onun karşıdan gelişini gördüm. Birbirimize doğru yürüdük, yüz yüze geldik ve suratlarımızda tek bir kas bile oynamadan geçip gittik.

Çünkü o artık beni bir hain olarak görüyor.

Başörtüsü serbestliğini savunmakla onun hayatını tehdit eden bir tehlikeye geçit verdiğimi; AK Parti gibi bir partinin varolma hakkını savunmakla bu ülkeye, bu halka ihanet ettiğimi düşünüyor.

Ve ben onu aksine ikna edemeyeceğimi artık biliyorum.

Önceleri, yani uzun yıllar önce bu tartışmalar yeni başladığında, bu ayrılığın geçici olduğunu, ayrı düştüğümüz eski dostlarımın bir gün “gerçeği” görüp yanıma geleceklerini, “Yahu amma da saçmalamışız” diyeceklerini; benim de “Boşver, geldi geçti. Aslında değer miydi?” diyeceğimi ve büyük bir hasretle kucaklaşacağımızı hayal ederdim.

Artık öyle bir umudum yok. Çünkü hayatın gerçeklerinin önyargıları yıkmaya yetmediğini; zihinlere yer etmiş şablonların olgulardan daha güçlü olduğunu, herkesin olguları kendi gözlüğüyle okumaya ve farklı şeyler görmeye devam ettiğini biliyorum.

Baksanıza, aradan 60 yıl geçti, ama Demokrat Parti hareketine “karşı devrim” diyenler hâlâ fikirlerini değiştirmediler. Özal’ın Türkiye’yi mahvettiğine, bugün yaşanan bütün kötülüklerin onunla başladığına inanmaya devam ediyorlar. Elli yıl sonra neden daha farklı bir laiklik tanımı, çağdaşlık tarifi ya da AK Parti tahlili yapsınlar ki?

X x x Bu olayda benim hiçbir zaman anlayamayacağım şey, siyasi ayrılıkların on yılların dostluklarını tarumar edip can dostları düşmana dönüştürebilmesi.

Oysa siyaset nedir ki?

Alt tarafı kimin tarafından ve nasıl yönetileceğimizi belirlemek için giriştiğimiz bir tartışma değil mi? Hayatımızın aslı yönetilmek üzerine kurulu mu ki, bu konuda ayrı düştüğümüzde ortak hiçbir şeyimizin kalmadığını sanıyoruz? Bizi biz yapan şeyler; ilişkilerimiz, duyarlılıklarımız, zevklerimiz, stilimiz, politik toplumun benzeştirici ve kamplaştırıcı gücü tarafından yok edilmiş ve görünmez hale getirilmişse; nasıl yönetileceğimizi düşünmekten kendi hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı düşünmeye yer kalmamışsa, bu nasıl bir hayattır böyle?

Ben hep, kimin tarafından ve nasıl yönetildiğimizin pek de umurumuzda olmadığı, çünkü çok az yönetildiğimiz, hayatlarımızın iplerini kendi ellerimize aldığımız, her birimizin bütün enerjimizi kendi hayatımızı nasıl yaşayacağımız üzerine yoğunlaştırdığımız bir dünya hayal ediyorum.

Böyle bir dünya için çalıştığıma, böyle bir dünya için yazdığıma inanıyorum.

Ve bunu hâlâ anlayamayan eski dostlarımı artık affedebileceğimi zannetmiyorum.

Bugün, 16.05.2009

Kürdoloji bölümü açmaya gerek var mı?

0

Yirmi dört saat Kürtçe yayın yapan TRT 6 kanalının yayına geçmesinden sonra, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı ya da Kürdoloji bölümünün açılmasına ilişkin YÖK ve üniversitelerde tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmalar daha çok yasal olarak bu bölümün açılıp açılamayacağı ile ilgilidir.

Nihayet YÖK, İstanbul Üniversitesi’nin bir ‘Kürtçe Araştırmalar Merkezi’ açma talebini onayladı. Konuyla ilgili yapılan tartışmalar, Kürdoloji bölümleri açılsa bile bu alanda yetişmiş akademisyenlere sahip olmadığımız acı gerçeğini de önümüze çıkarmış bulunmaktadır. Üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılmasına ülkemizin ihtiyacı olduğu gibi, Kürdoloji alanının bizzat kendisi de yeni bir açılıma ihtiyaç duymaktadır. Şimdiye kadar Kürtlerin sosyal, kültürel, ekonomik, tarihsel ve politik hayatlarıyla ilgili bilgileri, genellikle istihbarat servisleri, emniyetin terör birimleri ya da askerî kurumların ilgili kuruluşları topladı. Kürtler, bilimsel bir araştırma konusu olarak şimdiye kadar üniversitelerde çalışma konusu yapılmadı. Yapılan çoğu çalışma resmî ideolojinin perspektifinin propagandasını yapan önyargılı ve ideolojik nitelikteki çalışmalar olmaktan öteye geçemediler. Önyargısız ve resmî ideolojinin dışında, bilimsel akademik bir disiplin olarak Kürdoloji alanında ciddi, derinlikli ve sistemli bilgi birikimine ülkemizin ihtiyacı bulunmaktadır. Ülkemizin en önemli meselesi olan Kürt sorunu konusunda yapılacakların ve yapılmayacakların belirlenmesi açısından bakacak olursak, bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu veri ve bilgi birikiminin oluşturulmasının pratik ve acil bir ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Kürdolojinin bilimsel bir disiplin olarak üniversitelerin ilgili fakültelerinin bir parçası haline gelmesi, Kürtlerle ilgili bilgilerin üretilmesinde devletin, istihbarat servislerinin, nasyonalistlerin ve büyük emperyal güçlerin aktör olmaktan çıkmasını sağlayacaktır. Şimdiye kadar üniversitelerde Kürdoloji tabu konu olarak görüldüğü için, bu alandaki boşluğu sözünü ettiğim kesimler doldurmuştur. Üniversitenin, Kürdoloji alanında bilimsel ve derinlikli bilgi üreten bir aktör olması lazımdır. Aksi takdirde ‘Kürtler’ üniversite dışındaki aktörlerin ürettiği önyargılı ve ideolojik bilgi ve hükümlerin gölgesinde kalmaya devam edecektir.

‘Kürt çalışmaları’ ya da ‘Kürdoloji’ denilen çalışmalar şimdiye kadar, daha çok ‘Doğu Çalışmaları (Oriental Studies)’ adı altında ele alınmış bulunmaktadır. Başka bir ifade ile Kürdoloji çalışmaları, oryantalizmin bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Önemli Kürdologlar, aynı zamanda önemli oryantalistlerdir. Oryantalizmin bir parçası olarak değerlendirilen Kürdoloji, aynı zamanda nasyonalizmin pençesinden de kendisini kurtaramamıştır. Değişik nasyonalist perspektifler ışığında Kürtlerin farklı özelliklerini ortaya koyan birçok çalışma bulunmaktadır. Kürdoloji, nasyonalizm ve oryantalizm arasında sıkışıp kalmış bir alandır. Nasyonalizm ve oryantalizmden bağımsız olarak Kürdoloji’nin otonom bir disiplin olarak kurulması gerekmektedir. Kürdoloji’nin otonom bir akademik disiplin haline gelmesiyle bu alandaki oryantalist ve nasyonalist çerçevelerin zamanla aşılması mümkün hale gelecektir.

Oryantalizm ve nasyonalizmin gölgesinin hissedildiği Kürdoloji çalışmalarında tehlikeli bir bakış açısı bulunmaktadır. Birçok çalışma, antagonizm ve polarizasyon yaratma ve beslemeye yaramaktadır. Türk-Kürt antagonizmini icat eden ve besleyen Kürdoloji çalışmalarının sayısı az değildir. Türk-Kürt polarizasyonu gibi antagonizmalar yerine Kürtlerin sosyal, kültürel, tarihsel, edebî ve diğer özelliklerini otantik olarak ortaya koyan çalışmalara ihtiyaç vardır. Antagonizmden uzak otantik bir Kürdoloji’nin ortaya konulması, Kürtleri mutlaka birilerinin karşıtı olarak ele alan polarizasyoncu anlayışın, entelektüel ve düşünsel açıdan gerilemesini sağlayacaktır.

Sosyal ve kültürel etkileşimler İhmal edilmemeli

Şu ana kadar yapılan Kürdoloji çalışmalarının önemli bir özelliği, onların parçacı olmasıdır. Kürdoloji çalışmalarının önemli bir bölümü, çoğu zaman sadece tek bir ülkede yaşayan Kürtlerin o devletle yaşadıkları sorunları ideolojik ve nasyonalist açılardan ortaya koymaktadır. Kürtlerin bütüncül ve birincil bir şekilde ele alınmamış olması, Kürdoloji olarak nitelenen bu çalışmaların en zayıf özelliğidir. Kürtlerin, devletler ve diğer halklarla ilişkileri önemlidir, ancak bu ilişkilerin Kürdoloji disiplininin kendisi haline getirilmesi doğru değildir. Direkt Kürtleri konu eden bir Kürdoloji’ye ihtiyaç vardır.

Kürtler konusunda yapılan birçok çalışmada Kürt kimliği ve kültürü konusunda homojen ve standart bir kurgunun yapıldığı görülmektedir. Kürt kimliği ve kültürünün tarihsel dönemler içinde geçirdiği değişiklikler ve diğer toplumlarla Kürtlerin sosyal ve kültürel etkileşimleri çoğu zaman ihmal edilmektedir. Ayrıca Kürdoloji çalışmalarında kültürler arası karşılaştırma yapan çalışmaların sayısı çok azdır. Kürdoloji çalışmalarında mukayeseye yer veren, tarihsel ve sosyal değişimleri dikkate alan yeni teorik ve pratik metotların geliştirilmesi günümüz Kürdolojisi için bir gerekliliktir.

Kürdoloji çalışmaları genellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Türkiye, Irak, İran ve Suriye gibi ülkelerin dışında yapılmaktadır. Kürdoloji’nin doğum yeri olarak eski Sovyetler Birliği kabul edilmektedir. Kürdoloji çalışmaları, Ermenistan’da bir bilimsel disiplin olarak kurumsallaştırılmıştır. Paris, Göttingen ve Exeter üniversitelerinde Kürt çalışmaları bölümü açılmıştır. Avrupa’nın birçok yerinde Kürt enstitüleri bulunmaktadır. Kürdoloji çalışmalarıyla ilgili bilimsel dergiler (Studia Kurdica, Etudes Kurds, Kurdologie ve Journal of Kurdish Studies gibi) Amerika ve Avrupa’da basılmaktadır. Her yıl değişik Batı ülkelerinde uluslararası Kürdoloji kongreleri yapılmaktadır. Kürdoloji’nin Kürtlerin yaşadığı ülkelerin dışındaki yerlerde doğması anormal bir durumdur. Yabancı ülkelerdeki çalışmaların yanında kendi doğal coğrafyasında Kürdoloji’nin çalışılması gerekmektedir. Üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması suretiyle Kürdoloji’nin bilimsel ve akademik bir disiplin olarak kurumsallaştırılması, Kürt çalışmaları alanında anormal olan bu durumun normalleşmesine katkı sağlayacaktır.

Zaman, 16.05.2009

 

Demirel Kim? Merkez Sağ Neresi?

Cindoruk kılığında. Merkez sağ üzerinde bir ara sahip oldukları ‘vesayetlerini’ geri almaya çalışıyorlar. Söz DP delegelerinde; ya merkez sağın köklü partisi DP’de dizginler ‘derin devlet’in kontrolüne geçecek ya da DP çizgisi 1960 darbesiyle üzerine konulan ipotekten kurtularak yoluna devam edecek, AK Parti iktidarına gerçek bir merkez sağ alternatif yaratacak. Dolayısıyla DP kongresinde tarihî bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya tanık olacağız. Türk siyaseti üzerinde kurulan askerî vesayetin ‘gizli elleri’ ile Menderes’in mirasına sahip çıkan ‘genç Demokratlar’ yarışacak. Aslında bu yarış, bir parti içi ‘iktidar’ yarışı değil; ‘Darbesever’ bir marjinal sağ kliğin dışarıdan gelip Menderes’in partisini ele geçirmesine razı olmayanların verdiği ‘sembolik’ bir mücadele.

DP’yi kuşatanların akıl hocası Demirel. Kongre için bütün ağırlığını koymuş Cindoruk’tan yana. Siyasî kariyerine 28 Şubat’ta ‘muhteşem’ bir nokta koyan Demirel, ‘Geçmişimde Cumhurbaşkanlığı hüviyetim olmasa oralara -delegelerin arasına- da inerim.’ demiş. Cumhurbaşkanlığı mani değil sahaya inmeye de; sorun, Demirel’in o makamda kendini tüketmiş olması. Sonuçta, ‘eski’ demokratlar 1960 darbesinin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i ne kadar kendi cumhurbaşkanları olarak gördülerse, ‘yeni demokratlar’ da 28 Şubat’ın cumhurbaşkanı Demirel’i o kadar kendilerinden görüyorlar şimdi.

Yani Demirel’in siyasete dönmesi için asıl mani, 28 Şubat’ta yaptıklarıyla merkez sağı temsil kabiliyetini tamamen kaybetmesidir. Bazı saf veya çok akıllı gazeteciler Demirel’den hâlâ ‘merkez sağın doğal lideri’ olarak söz ediyorlar. Gerçekten böyle bir ‘doğal liderlik’ olsa Çankaya’dan indikten sonra Demirel’i kim tutabilirdi evinde? Şimdi bile delege peşine düşen Demirel gerçekten merkez sağın doğal lideri olsaydı çoktan aktif siyasete girmez miydi? Biliyor tabii, 28 Şubat sürecinde ve sonrasında kendisinin merkez sağı temsil etmediğini. Darbeseverlikle merkez sağ siyasetin uyuşmayacağını Demirel de biliyordur herhalde. Darbeyi yapan askerler bile çıkıp 28 Şubat’ı savunamazken hâlâ darbeyi ve darbecileri savunan biri ‘merkez sağın doğal lideri’, öteki DP genel başkanı olabilir mi? Bu komik.

28 Şubat sürecinde aktif rol oynayan, hatta askeri kışkırtan, derin devleti savunan, başörtülü kızlara Arabistan’a gitmelerini söyleyen Demirel’i bağrına basacak merkez sağ taban yok. O ancak ADD konferanslarında Onuncu Yıl Marşı söylerken arkasında birkaç kişi bulabilir. Bunu bile bile DP’yi ele geçirmeye çalışıyorlar. Gidip yeni bir siyasî parti kurabilirler, alt tarafı 30 kişi bulacaklar. Neden ısrarla DP’yi almak istiyorlar? ‘Senelerce başını çektiğim siyasî hareketin ölmesine gönlüm razı olmaz.’ demiş Demirel, o hareketi öldürenin bizzat kendisi olduğunu bile bile. Darbelere arka çıkan, milli iradeyi küçümseyen, Onuncu Yıl Marşı’yla millete karşı psikolojik terör estirenler aslında merkez sağı değil, kendilerini öldürmüşlerdi.

Gönlünün razı olmayacağı ise DP’nin misyonuna geri dönmesi; demokrat, özgürlükçü ve darbelere karşı bir siyaset izlemesi. DP’nin bu çizgisi galiba psikolojik olarak da rahatsız ediyor Demirel-Cindoruk ikilisini, suçluluk duygusuna kapılıyorlar. Belki de o yüzden susturmak istiyorlar Süleyman Soylu ve ekibini. Ama derinlerdeki nedenin merkez sağı yeniden kendi ipotekleri altına alarak iğdiş etmek, derin devletin hizmetine sunmak olduğundan kuşku yok. Bütün ‘ağırlığına’ rağmen kongreden yenik ayrılabileceği endişesi taşıyor Demirel. DP’yi alamazlarsa yollarına devam edeceklerini söylüyor. Nereye? DP delegelerinin kapıyı gösterdiği Demirel-Cindoruk ikilisi CHP’ye sığınabilir belki. Ama bir ara CHP genel başkanlığı yakıştırılan Demirel ile Cindoruk’u CHP’de artık ‘delege’ bile yapmazlar. Onlar artık sıradan birer CHP seçmeni.

Büyükanıt ve Sivilin Paltosu

Emekli orgeneral Yaşar Büyükanıt, ‘politikaya meraklılara’, ‘politikacı ve ordu’ konulu bir ders vermiş (Hürriyet).

Kendi kendime ‘keşke orada olsaydım da şunları söyleseydim’ dedim, ama hayır… Böylesi daha iyi… Neme lazım, belki ben de bazı meslektaşlarım gibi asker karşısında muma döner, ‘haklısınız efendim, saygılar’ derdim.

Neyse, önce Büyükanıt’ın sözleri ve sonra da ‘şunları söyleseydim’ dediklerim:

‘Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor.’

Duyan da bu ülkede hiç darbe muhtıra olmamış da birileri durduk yere istihbarat toplayıp günahlarına giriyor sanır. Büyükanıt’ın güvensizliğinin beni pek de üzdüğünü söyleyemeyeceğim. Aksine, 2003’ten beri atlattığımız darbe tehlikelerini düşündükçe Emniyet istihbaratına güven duymam gerektiğini düşünüyorum.

* * *

‘Askerliğin içine politikayı sokmak istiyorsanız, orduyu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayın.’

Yine duyan da bütün demokratik rejimlerde askerliğe politika girmiş sanır. Büyükanıt, kendisi dahil pek çok asker bürokratın yaptığı siyaseti siyasetten saymıyor. Oysa bizde askerler postmodernizmden üniter ve federal devlet tartışmalarına, türbandan anayasa değişikliklerine, etnisite ve kimlik meselelerine kadar her konuda konuşurlar. Bunlardan daha politik konular var mı? Anlaşılan Büyükanıt, ordunun siyasete girmesine değil, siyasetin orduya girmesine karşı. Ama bunun çözümü yok: biri girince diğerine de bulaşıyor.

* * *

‘Bu, Demokrat Parti döneminde yaşanmıştır. Biz, Savunma Bakanı’nın paltosunu tutan komutanlar da gördük.’

Bunda garipsenecek ne var? Garip olan Savunma Bakanı’nın emrindeki askerin paltosunu tutması olmaz mıydı? İlle de biri diğerinin paltosunu tutacaksa memur amirinkini tutar, amir memurununkini değil. Siz de Başbuğ gibi Weber okusaydınız bilirdiniz (gerçi O da okuyor da ne oluyor? Ben siyaset bilimciyim, ama benden çok siyaset konuşuyor). Neyse, Weber diyordum, ‘hukuki-rasyonel otorite’, hiyerarşi, ast-üst ilişkisi bunu gerektirir. Ama sanıyorum Büyükanıt’ın zihnindeki ast-üst ilişkisi bizimkinden farklı. Yoksa bir ‘ast’ın (askerin, atanmışın) ‘üst’üne (sivile, seçilmişe) palto tutmasını garipsemezdi.

* * *

‘Genelkurmay Başkanlığı, anayasa gereği başbakanlığa bağlı. Savunma Bakanı’na bağlı olmasıyla Başbakan arasında şekil açısından fark yok. Başbakan da sivil.’

E ne yapalım o zaman? Cumhurbaşkanlığına bağlasak, sizin ifadenizle ‘o da sivil’. Her zaman darbe olacak ve cumhurbaşkanı askerden olacak diye bir şey de yok. Acaba ‘ayrı bir anayasal kurum’ mu yapsak? Ya da ayrı bir anayasa? En iyisi, sorunu kökten çözelim: başbakanlığı genelkurmay başkanlığına bağlayalım, olsun bitsin.

* * *

‘Siyasetçiler değişir ama askerin iki mülahazası değişmez. …laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti… ulusal ve üniter yapının korunması. Bu iki payda da asker ve politikacı birleştiğinde sorun olmaz. Ama sözde değil özde’.

Bu söz açıkça Büyükanıt gibi düşünenlerin kendilerini nihai anlamda TBMM’ye bağlı görmediklerini göstermiyor mu? Haydi Meclis’in bu ‘mülahazaları’ değişti diyelim (olur ya, sonuçta doğa yasası değil bunlar), asker darbe yapınca meşru mu olacak? Hem ‘sözde vatandaşlar’ olur da ‘özde’ birleştiklerinde siz onlara inanır mısınız?

‘Hizmetteyken yaptığım konuşmaların yüzde 99’u bu iki temel prensibe dayanıyor’.

Demek ki, hizmetteyken hep siyaset konuşup suç işlemişsiniz. Çelişkiyi görmek için bir de şöyle bakın: Bir öğretmen işini yaparken % 99 askerlik konuşsa, haklı olarak onu kapının önüne koyarlar.

‘Bunların korunması bize yasayla verilmiştir. Bu siyaset değil. Günlük siyaset, askerin işi değil’.

Hiçbir anlamda siyaset sizin işiniz değil. Aynı anda iki iş yapmaya kalkarsanız ikisini de yapamazsınız. İpucu: ‘Aktütün!’… Bir çağrışım yaptı mı?

‘En ağırıma giden, askeri dinsiz gibi göstermeleri’.

Askeri dinsiz gösterenlere, her kim iseler, sizden daha fazla katkı yapan var mı? Kendi işini bırakıp türbanla kurbanla uğraşırsanız, uyku saatinde ilahi okuyan küçük çocuklardan muhtıra gerekçesi çıkarırsanız, tabii sizi öyle görürler.

‘Asker, bu tip politikanın içine kesinlikle girmemeli. Girdiğiniz zaman o ülkeden hayır gelmez’.

Bu sözden ‘bu tip’ kısmını çıkararak okursak sizinle hemfikirim.

Gerçekten de asker politikaya kesinlikle girmemeli; çünkü girdiğinde o ülkeden hayır gelmiyor.

Star, 05.05.2009

‘Yargı, Devletin Kendisi’

Prof. Dr. Mithat Sancar başkanlığındaki bir ekip tarafından TESEV için yapılan ‘Algılar ve Zihniyet Yapıları’ başlıklı araştırmada bir vatandaşın yargıyla ilgili şöyle ilginç bir teşhisi var: ‘Yargı devletin kendisi zaten.’
Malum, halktan insanlar ‘alim’ değilseler de pekalá ‘arif’ olabilirler. Başka bir ifadeyle, halkta belki ‘ilim’ yok ama ‘irfan’ var. Ve ben ‘yargı devletin kendisi zaten’ şeklindeki ‘irfan’ eseri bu yargının ‘ilmen’ de doğru olduğunu ileri süreceğim.
Hatırlarsanız, birkaç hafta önce Anayasa Mahkemesi’nin yeni binasındaki duruşma salonunda savcılık makamı ile müdafiler (avukatlar) için ayrılan yerlerin mekánsal olarak aynı düzeyde olmasından, galiba bir tek Yargıtay Başkanı hoşnut olmamıştı. Savcının eskiden olduğu gibi mahkeme heyetiyle aynı kürsüde oturması gerektiğini söyleyen Başkan Hasan Gerçeker’in en kuvvetli gerekçesi şuydu: ‘Savcı Cumhuriyeti ve Devleti temsil ediyor.’
Türkiye’de yüksek yargıçların bile merkezinde hukuk ve adaletin -bu arada savunma hakkının- değil de ‘devletin yüceliği’ fikrinin yer aldığı bir siyasi-hukuki felsefeye bağlı olduğunun tek göstergesi elbette bu değildir. Bunun başka çok örneği var ama ben sadece bir tanesini hatırlatayım: Yıllar önce Anayasa Mahkemesi’nin 34. kuruluş yıldönümünde (1996) Mahkeme’nin o zamanki Başkanının yaptığı konuşmada yer alan şu cümleye bakınız: ‘Vatanı olmayanın dini, aklı olmayanın Allah’ı olmayacağı gibi, devleti olmayanın da varlığı tartışılır.’
Kategorik olarak bireye ve topluma devletin dışında ve ondan bağımsız bir varlık tanımayan bu anlayış, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında yer alan -ve muhtemelen aynı kalemden çıkmış olan- şu cümlede ise devleti aynı zamanda bütün siyasi değerlerin de kaynağı olarak görmekte ve daha kötüsü devlet kaynaklı bu değerlerin tartışılmaz olduğunu vaz etmektedir. ‘Tartışılamaz kavramlar ve değerlerle, ödün verilmesi olanaksız ilke ve niteliklerin kaynağı Türkiye Cumhuriyeti’dir.’ (E. 1991/2, K. 1992/1, 10.7.1992).
Bu, Mahkeme’yi kötü anlamda Hegel’le buluşturan noktadır. Malum, Hegel de devleti ‘Mutlak İde’nin tecessümü olarak görüyordu. Ona göre, modern devlet insan özgürlüğünün ve ahlákiliğin nihai gerçekleşme mekánı veya beşeri varoluşun ahláki zirvesiydi.
Yeri gelmişken, aynı Başkan’ın Türkiye’nin siyasi ve hukuki (?) literatürüne yaptığı şu anlamlı katkıyı da anmadan geçemeyeceğim: ‘Devlet ‘TEK’dir, ülke ‘TÜM’dür, ulus ‘BİR’dir.’ (aynı karar). Ne var ki, bu derece saplantılı bir ‘tek’lik, ‘tüm’lük ve ‘bir’lik ısrarıyla ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ne ulaşmak felsefi olarak da pratik olarak da mümkün değildir.
Evet, Türkiye’de yargı hem bu anlamda -yani, siyasi felsefe olarak- devletçidir; hem de fiilen devletleşmesi, kendini devlet yerine koyması anlamında devletçidir. Yani, vatandaşımızın isabetli formülüyle, ‘yargı devletin kendisidir zaten’. Vatandaş yargıyı devlet adına yapılan haksızlık, hukuksuzluk ve zulümlere karşı sığınılacak bir kapı olarak görmüyor, aksine yargının kendisinin devletleşerek hukuksuzluk ve adaletsizliğin bir aracı haline geldiğini düşünüyorsa, bu sebepsiz olmasa gerektir.
Oysa, şu 1982 Anayasası bile yargıçlara sıradan bir Devlet memuru olmak yerine ‘Türk milleti adına’ karar verme onurunu teklif ediyor. Ama ne yazık ki onlar halá kendilerini statükonun muhafızları veya Devletin hizmetk rları olarak görmeye devam ediyor da, ‘millet adına’ karar verme onuruna bir türlü talip olmuyorlar.
Anayasa’nın bu medeni jestine rağmen halá nasıl ‘millete karşı’ ‘devletin yanında’ saf tutabiliyorlar, doğrusu anlamak mümkün değil!
Star

14.05.2009

Erikli Baba Tekkesi’nde Gündem Alevi Sorunuydu

Geçen cumartesi, İstanbul Zeytinburnu’ndaki Erikli Baba Tekkesi’nde önemli bir etkinlik vardı. Liberal Düşünce Topluluğu ve Erikli Baba Kültür Derneği, bu ülkenin çok temel bir sorununa ışık tutmaya yönelik bir sempozyumu birlikte gerçekleştirdiler.
‘İnsan Hakları Açısından Türkiye’de Alevi Sorunu’ başlığını taşıyan sempozyum, konunun anlamına da uygun bir tercihle, Erikli Baba Tekkesi’nin Cemevi bölümünde gerçekleştirildi.
Entelektüel organizasyonu Liberal Düşünce Topluluğu bünyesindeki Alevi Bektaşi Araştırmaları Merkezi Direktörü Şenol Kaluç tarafından gerçekleştirilen bu etkinlik, çeşitli Alevi kanaat önderlerini ve konu ile ilgili akademisyen ve fikir insanlarını geniş bir yelpazede bir araya getirmesi bakımından bir ‘ilk’i ifade ediyordu.

Etkinliğin yine bir ‘ilk’i ifade eden diğer önemli bir özelliği ise Hükümetin ‘Alevi Açılımı’nın, konunun muhatapları tarafından ilk kez masaya yatırılmasıydı. AK Parti Milletvekili Reha Çamuroğlu ne yapmak istediklerini anlatırken, Alevi Vakıfları Federasyonu’ndan Doğan Bermek, Pir Sultan Abdal Derneği’nden Fevzi Gümüş ve Alevi Bektaşi Federasyonu’ndan Ali Kenanoğlu ile diğer katılımcılar, açılıma ilişkin görüş ve eleştirilerini açıklıkla dile getirdiler.
Alevi Sorunu’nun, Cemevlerinin hukuki statüsünden Tekke, Türbe ve Zaviye yasağına, zorunlu din dersinden Diyanet meselesine kadar hemen hemen bütün boyutlarıyla ele alındığı bu etkinliğin diğer önemli özelliği ise, bu tür toplantılarda sıkça düşülen bir hataya bu kez düşülmemesi, Alevilik içi inanç tartışmalarına girilmemesi ve din ve vicdan özgürlüğünü gerçekleştirmeye yönelik hukuki ve siyasi çerçeve üzerinde odaklanılmasıydı. Hatta belki de toplantının en önemli özelliği de buydu.
Aleviliğin Kemalizm’le ilişkisi konusunda Yüzleşme Derneği’nden Cafer Solgun’un eleştirileri ise gerçekten çarpıcı ve önemliydi. Kelime Ata’nın tebliği, sadece Birlik Partisi Deneyimini değil, Aleviliğin bir dönemini anlamak bakımından önemli tespitler içeriyordu.
Erikli Baba Tekkesi çevresindeki insanların, özellikle de gençlerin, sabahtan akşama kadar sıkılmadan, bazen sedirlerde, bezen de yerde, minderlerin üstünde pür dikkat konuşulanlara kulak vermeleri önemliydi. Toplantının her anı, Alevi olan ve olmayan herkes için yoğun bir bilgilendirme anlamını taşıdı. Binali Dede sabahtan akşama kadar bütün konuşulanları dikkatle dinleyip notlar alırken, Yılmaz Soyyer, bahçedeki kabirlerin üzerindeki mezar taşlarını göstererek, Tekke tarihindeki Bektaşi büyükleri hakkında son derece ilgi çekici bilgiler veriyordu. Alevi olmayan katılımcılardan birçoğu, belki de hayatlarında ilk kez geldikleri dergahın sıcak atmosferinde çaylarını yudumlarken, Dergah görevlilerinden Paşa Bey hiçbir aksaklık olmaması için koşturuyor, diğer bazıları ise ilk kez bir cenaze törenine tanıklık ediyorlardı. Orada dile getirilen bazı düşünceler birçok katılımcı için sarsıcı olmasına karşın tartışmanın seviyesi hiç düşmedi. Bunda Erikli Baba Kültür Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Metin Tarhan’ın olağanüstü makul ve yapıcı tutumunun da ciddi bir payı vardı.
Bu etkinlik sürecinde yaşanan iki olumsuzluktan da söz etmek gerek. Herkesin ‘tribünlere oynamadan’, rahatça ve ‘kitabın ortasından’ konuşabilmesi için toplantının basına kapalı yapılması nedeniyle basının bir bölümü küstü; öte yandan, Alevi STK’larından gelen bazı katılımcıların programda yer alan Cem ayinini beklemeden ayrılmaları yüzünden Dede onlara tepki olarak Cem’i iptal etti ve biz de mahrum kaldık.
Ama sonuçta bir bütün olarak bakıldığında, gerçekten başarılı ve ufuk açıcı bir etkinlik oldu.
Daha önce hiç bir araya gelemeyenler, özel bir mekanda, beraberce ve birbirlerine saygılı biçimde bu ülkenin acılar üreten bir sorununu gün boyunca tartışmayı başardılar. Alevi sorununun çözümü için birlikte atılabilecek adımların somutlaştırılması bakımından bu önemliydi. Liberal Düşünce Topluluğu da bu birlikteliğe harç oldu.
Güzel oldu.
Emeği geçen herkesi kutlamamız gerekecek kadar güzel…
Star, 14.05.2009

Atilla Yayla – Liberaller, Kemalistler ve Faşizm

Lisans öğrencisi olarak Ankara SBF’de okurken siyasal ideolojilerle ilgili görüşlerimizi etkileyen hocaların çoğu, derslerinde sosyalist perspektifi kullanır ve sosyalist tezleri kesinleşmiş bilimsel gerçeklermiş gibi bize aktarırdı. Faşizmle ilgili anlatım da bu çerçevede yapılırdı.

Buna göre faşizm ile liberalizm bir paranın iki yüzü gibiydi. Büyük iş çevreleri gelişen sosyalist hareketler karşısında sıkışınca çareyi faşizme başvurmakta bulurdu. Sosyalist hocaların faşizm anlatımının ikinci parçası, faşizmin irrasyonel, kan bağını öne çıkartan, reaksiyoner bir hareket olduğu ve sağlam bir teorisinin bulunmadığıydı. 
Bir süre faşizmle ilgili bu fikirleri kafamda taşıdım. Daha sonraları karşıma çıkan iki önemli yazar görüşlerimin sarsılmasına yol açtı. O kadar ki, çok geçmeden onları tamamen terk ettim. Bu yazarlardan ilki ünlü özgürlükçü filozof Hayek’ti. Hayek, faşizm ile liberalizmin değil aslında faşizm ile Marksist sosyalizmin bir paranın iki yüzü gibi olduğunu, bu iki akımın felsefi öncüllerinde nispi bir farklılık olsa dahi yarattıkları siyasi ve iktisadi yapıların aynı olduğunu ileri sürmekteydi. Bu tezleri en etkili tarzda Kölelik Yolu (Liberte Yayınları) adlı ölümsüz eserinde dile getirdi.

Diğer yazar A James Gregor’du. Gregor neredeyse akademik hayatının tamamını faşizmi incelemeye tahsis etmişti. En önemli katkısı piyasada tedavülde olan –yukarıda birkaç cümleyle özetlediğim- ana faşizm yorumunun sosyalist bir yorum olduğunu göstermesiydi. Zamanla anonim “bilgi” haline gelen bu yorum sosyalist yazar Franz Neumann’a (Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism (1942)) aitti. Gregor, eserlerinde sosyalist teorinin tarihi boyunca yaklaşık on tür faşizm yorumu yaptığını ve bu yorumların genellikle Sovyet Rusya’nın siyasi durumuna ve diğer ülkelerle ilişkilerine bağlı olarak değiştiğini gösterdi. Faşizmin sadece bir reaksiyoner yaklaşım olduğu, ciddi bir teorisinin bulunmadığı yolundaki tezleri de çürüttü.

Gregor’a göre İtalya’da en akıllı Marksist düşünürler dünya ölçeğinde sosyalizmin imkânsız olduğunu gördükleri için daha realist, bir başka deyişle lokal ve ulusal totaliterizme yönelmiş ve kuvvetli bir teori geliştirmiştir. Yani, bazılarının sandığının aksine, faşizmin güçlü bir entelektüel geleneği vardır. Faşizm aynen Marksist sosyalizm gibi bir ideal birey ve toplum tiplemesi yapan ve onları yaratmak için siyasi otoriteyi kullanmayı öngören devrimci, devletçi, baskıcı, totaliter bir yaklaşımdır.

Faşizmle ilgili olarak ele alınması gereken bir diğer nokta genel bir etiket olarak faşizmin nasyonal sosyalizmi de kapsayacak biçimde kullanılmasının doğru olup olmayacağıdır. Popüler siyasi dilde faşizm, hem İtalyan faşizmini hem de Alman Nazizmi’ni kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Bunda bir yanlışlık ve bir yanıltıcılık vardır. Nazizm nasyonal sosyalizmin kısa adıdır ve Nazizm’in sosyalist karakteri ve kökleri çok belirgindir. Hayek bu yüzden Kölelik Yolu’nda “Nazizm’in sosyalist kökleri” üzerine bir bölüm yazmıştır. Faşizm terimi nasyonal sosyalizmi de kapsayacak şekilde kullanılınca nasyonal sosyalizmin özünde sosyalist bir model olduğu gözden kaçırılmaktadır. Bu yüzden, İtalyan faşizmi ile Alman nasyonal sosyalizmini bir torbaya tıkıp aynı adla adlandırmaktansa faşizm ve nasyonal sosyalizm etiketlerini ayrı ayrı kullanmak daha doğru olacaktır.

Faşizm, nasyonal sosyalizm ve Marksist sosyalizm, aralarında kimi farklılıklar olsa bile, insan ve toplum, birey devlet ilişkisi, devletin fonksiyonları, ekonomik hayatın düzenlenme biçimi hakkında pek çok ortak görüşe sahiptir. Buna rağmen 20. yüzyılın en vahşi despotizmini yaratmış olan Marksist sosyalizm aklanıp yüceltilmekte ve sadece faşizm (nasyonal sosyalizm öne çıkartılmadan) ayıplanıp kınanmakta, mahkum edilmektedir. Başka bir deyişle totaliterizmin bir türü yüceltilmekte, diğer bir türü kınanmakta ve yargılanmaktadır. Habermas gibi demokrasi teorisyenliğine soyunan kimi tanınmış yazarlar dahi komünizmin sorgulanmasından ve Nazi suçlarıyla komünist suçlara aynı muamelenin yapılmasından rahatsızlık duymaktadır.

Bunun sebepleri elbette araştırılmalıdır. Ancak, beni bu yazıyı kaleme almaya iten asıl etken son zamanlarda kimi Kemalist köşe yazarlarının liberal aydınlara yönelik saldırılarında yeni bir taktik geliştirmesi ve “liberal faşist” kavramını sahneye sürmeye çalışmasıdır. Hiç şüphe yok ki bu kavram bir oksimorondur (yan yana getirilmesi imkânsız iki kavramın birlikte kullanılmasıdır). Şüphesiz, “kendine liberal diyen” bazılarının kimi illiberal fikirleri savunabildiklerini gösteren örnekler az da olsa vardır. Lakin, birer felsefi akım olarak liberalizm ile faşizmi-nasyonal sosyalizmi bir arada düşünmek mümkün değildir. Nitekim, bu uyduruk kavramı kullanan Kemalist köşe yazarlarının kavramın içini doldurmaya yönelik ciddi bir çabalarını görmedik. Görebileceğimizi de sanmıyorum. Zira, ne kadar farkındalar bilmem ama, Kemalistler bu ülkenin en zayıf entelektüel kanadını teşkil ediyor. Hatta bir kanat teşkil edip etmedikleri bile tartışmalı. Keşke etselerdi ve liberal aydınları zorlayacak argümanlar geliştirebilselerdi. Bundan gerçekten çok ama çok yararlanırdık!

Bu kimselerin liberal aydınlara faşistlik atfetmesi, liberal aydınların Kemalizm-faşizm ilişkisini sorgulamasını gerekli ve meşru kılmaktadır. Bütün ciddi araştırmalar faşizmin bazı unsurları ve faşistlerin belirgin özellikleri üzerinde birleşmektedir. Faşizm bir “tek adam” kültüne dayanır. Duçe, führer, cadillo vs. gibi isimlerle anılan bu lider asla yanılmaz, bütün toplum için –yaşayanlar yanında yaşayacaklar için de- neyin en iyi olduğunu kesin olarak bilir. Faşistlere göre toplum liderin cismi ve öğretileri etrafında sıkılmış yumruk misali birleşmeli, bütünleşmeli ve parlak geleceğini yaratmalıdır. Faşizm plüralizmi reddeder, bütünleştirilmiş bir iyi insan-iyi toplum tanımı yapar. Her bireyin bu tanıma isteyerek uymasını talep eder. Uymayanları devlet aygıtları aracılığıyla uydurur. Buna rağmen uymamakta direnenler fiziksel olarak tasfiye edilir. Faşistler devlet iktidarına tapar. Devleti yüceltir. Devleti ulaşılabilecek en yüksek beşerî iyi olarak görür. Her şey devlet içindir ve her şey devlet içindedir. “Otoriteye hürmet” faşizmin bireylerden en baş talebidir. Otoriteyi en iyi simgeleyen üniformadır. Bütün faşistler üniformaya tapar. Üniforma sahiplerini yüceltir ve sorgulanamaz sayar. Faşistler militaristtir, yani askerî yol ve yöntemleri toplum hayatının her alanına yaymak ister. Faşizme göre bireyin hak ve özgürlükleri yoktur, görevleri vardır. Hatta birey bile yoktur, aynı değerler ve amaçlar etrafında kenetlenmiş bir kolektivite olarak ulus vardır. Faşistler demokrasiye inanmaz, onu bir oyun, bir hayal, bir aldatmaca olarak görür. Faşist kafaya göre bireyler, birey birlikleri ve toplum kendini idare edemez, onların yanılmaz bir rehber olarak lidere ve onun etrafında toplanan çelik iradeli kadrolara ihtiyacı vardır.

Şimdi her akıl ve insaf sahibi insandan hem liberalleri hem Kemalistleri faşizmin bu öğeleri ve faşistlerin bu özellikleri açısından karşılaştırmasını talep edebiliriz. Böyle bir karşılaştırmanın sonucu ne olacaktır dersiniz? Liberalizm mi yoksa Kemalizm mi faşizme daha yakındır? Liberaller mi yoksa Kemalistler mi faşist olarak adlandırılmayı hak etmektedir?

Zaman, 08.05.2009

Sahi, Yer Altından Çıkan Silahlar Kimin?

0

Ergenekon Davası, rahatsız edici bir yüzleşme. Buna katlanmak çok zor! Ama bu sarsıcı yüzleşme olmadan, huzurlu bir gelecek inşa etmek de mümkün olmayacak. Dalan’ın arazisi kazılınca topraktan fışkıran bombalar bakalım “inkâr korosunu” susturabilecek mi? Aslında, kalbiyle kavramak, gözüyle görmek isteyenler için her şey ortada değil mi?

Bedrettin Dalan’a ait Poyrazköy’deki arazide bulunanlarla birlikte, daha önce Ankara Gölbaşı, Zir Vadisi’nde, Sakarya’da ele geçen silah ve muhimmatlar kime ait, bulundukları yerlere kimler tarafından gömüldüler? Kamuoyu bu soruların cevabını arıyor.

Son olarak Poyrazköy’de bulunan cephanelik (Sahi kimin bütün bu silahlar? Kim, nereden buldu ve yer altına gömdü bu silahları? Kimse bir açıklama yapmayacak mı bize?) bana uzun yıllar önce okuduğum seri katilin öyküsünü hatırlattı. 

Sibiryalı bir adam, çok uzun yıllara yayılmış bir süreçte yüzlerce kişiyi öldürmüştü. Adamın yakalanmasından sonra gözler eşine dönmüştü. Gazeteciler adamın eşiyle konuşmuşlar, ona bu kadar yıl eşinden hiç şüphelenip şüphelenmediğini sormuşlardı. Kadının cevabı oldukça ilginçti. “Hayır, hiç şüphelenmedim, ama şimdi bu durumu öğrenince bütün taşlar yerine oturdu”.

Kadının cevabının beni insan doğası, insanın etrafında olup bitenleri anlama ve anlamlandırma biçimleri üzerine derin düşüncelere gark ettiğini hatırlıyorum. Gerçekten eşinden hiç şüphelenmemiş miydi? Eğer şüphelenmemişse neden taşların yerine oturduğundan söz ediyordu? Demek ki taşlar yerinde değildi! Oysa kim bilir ne kadar çok işaret vardı ortada?

Adam yirmi yıl içinde yüzlerce insanı öldürmüştü. Çamaşır yıkarken kan lekesi görmüş olmalıydı kadın! Başka bir seferinde, belki kurcalamaması gereken alet çantasına bakarken orada olmayacak bir şey görmüştü! Eşinin her eve geç gelişinin ardından bir ceset bulunduğu haberini yerel gazetede okuması, adamın hiddetlenip söylendiği bazı komşularının bir süre sonra kayıplara karışması ve daha kim bilir ne işaretler vardı! Belki de çok daha açık izler vardı!

Ama ben kadına inanıyorum, muhtemelen “hiç şüphelenmedi!”. Tabii eğer kadınla karşılaşma imkânım olsaydı gözlerinin içine bakarak “gerçekten hiç şüphelenmediniz mi” diye sormadan edemezdim! Kadın da yüzünde tekinsiz bir ifadeyle “hiç şüphelenmediğini” söylerdi muhtemelen…

ERGENEKON KÖRLERİ

İnsan hazır olmadığı bir şeyi göremiyor. Hele hele gördüğü şey konforunu bozacak, hayatını alt üst edecek bir gerçeklik ise, onu görmemeyi rahatlıkla ‘becerebiliyor’! Yukarıda anlattığım hikâye bu görmeme halinin “kristalize olmuş” bir örneği. Nasıl oluyor da insan gözünün önünde olup biten bir şeyleri görmemeyi becerebiliyor? Ahmet Altan günlerdir köşesinden basının nasıl “Ergenekon”u görmezlikten geldiğini anlatıyor. Sadece basın mı Ergenekon’u görmezlikten gelen? Türkiye’de “modern”, “seküler” cenahın büyük çoğunluğu, “Ergenekon körleri” arasında yer alıyor.

Geçenlerde bu gözlerin bazıları açıldı, bir tür “aydınlanma” haline tanık olduk. Alevi önderlerine, kendilerine yönelik suikast planları gösterildikten sonra, bazı Alevilerde ciddi bir söylem değişikliğine tanık olduk. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız bir konuşmasında şöyle demiş: “Belgelerde evimin fotoğraflarını, krokisini, geliş-gidiş yollarımı, görevlendirilmiş dokuz kişiyi, kimin patlayıcı temin edeceği, kimin düzenek yerleştireceği, kimin patlatacağı gibi bir düzenek gördüm. O anda aklıma Uğur Mumcu, Hablemitoğlu ve Bahriye Üçok’un karanlık güçler tarafından katledilişi geldi.”

Ben burada en çok sayın Balkız’ın Türkiye’nin geçmişine yönelik referanslarını önemsedim. Sayın Balkız adeta, Ergenekon’un suikast planını gördükten sonra bütün taşlar yerine oturdu diyor. Bir cinayet planını görmek bir anda bütün gardı yerle bir ediyor ve adeta bir tür iç aydınlanma hali yaşanıyor! Demek ki aslında tüm taşlar yerli yerinde değildi! Demek ki aslında, belki itiraf edilmek istenmese de, belli belirsiz bir şüphe kafasının bir yerinde dolaşmaktaydı!

NASIL İKNA OLUNUR

İyi de neden laik olduğunu iddia eden bu Cumhuriyet biz Alevilere haklarını tam olarak vermiyor? Eğer bu Cumhuriyet laik vatandaş arıyorsa bizden daha mükemmel bir örnek mi var? Peki neden bir türlü muteber vatandaş olamıyoruz? Neden bizlere karşı yapılan provokasyonlarda hep bir derin devlet izi var? Kim bilir buna benzer ne sorular Alevilerin kafalarının bir yerlerinde dolaşmaktaydı? Daha doğrusu, bilinç altlarında diyelim… Muhtemelen bu soruların bilinç düzeyine çıkmalarına izin vermiyorlardı. Ama Sayın Balkız’ın kendisine yönelik cinayet planını görmesinin ardından Mumcu, Hablemitoğlu cinayetlerini hatırlaması, aslında bu soruların ve onlara yönelik cevapların kafasının bir yerlerinde her zaman dolaştığını gösteriyor.

Tıpkı seri katilin eşi gibi, Sayın Balkız’da karşılaştığı yeni bilgiyle bir anda geçmişi farklı bir okumaya tâbi tutuyor, anlam dünyası bir farklılık kazanıyor. Taşlar yerli yerine oturuyor! Bu defa içimiz yanmadan bir provokasyonun önüne geçilmiş olması ve Sayın Balkız’ın duygu ve düşüncelerini samimiyetle kamuoyuyla paylaşması toplumsal barış ve demokrasi için umutlarımızı arttırıyor.

Hayatta öyle anlar vardır ki, aniden gardınız düşer… Bir anda, karşılaşılan acı, görmemenin verdiği sahte rahatlık duygusunu, konforu, kimliği kaybetmenin vereceği acıyı aşar ve işte böyle anlarda tüm yaşamınızı, tüm geçmişinizi bambaşka bir okumaya tâbi tutarsınız. Sizi temin ederim, bugün Ergenekon’un avukatlığına soyunmuş olan bazı medya ve siyaset erbabı da, kendilerine veya çocuklarına yönelik bir suikast planıyla karşılaşsalar, onların da birden söylemlerini değiştirdiklerine tanık olurduk. İşin tuhaf tarafı Ergenekon gibi bir örgüt var oldukça hiç kimsenin hayat güvencesi yok bu ülkede…

YAŞAM TARZI VE ERGENEKON

Bugün Ergenekon’u savunan herkes yarın bir provokasyon için savundukları örgütün kurbanı olabilirler… Ama işte Alevilerinki gibi yakıcı bir karşılaşma olmadığı sürece, pekçok insan Ergenekon diye bir örgütün var olduğuna inanmadığını söylemeye devam edecek. Çünkü Ergenekon örgütünün varlığını kabul etmek, onların kimlik duygularını tehdit ediyor.

Ergenekon, “modern”, “çağdaş”, “yurtsever”, “laik” vd. gibi kavramların feci şekilde içlerinin boş olabileceğini, bir sürü karanlık ve pis işi saklamak için bu kavramların birer dekor olarak kullanılabildiklerini ima ediyor. Ergenekon bizi Türkiye tarihini sorgulamaya teşvik ediyor.

Bazıları için Ergenekon davası, sorgulanamaz bir üstünlük duygusunun, adeta bir sınıf ve statünün kaybını ima etmekte… En fazla evin bahçıvanı payesi verilecek olan “gerici Müslüman”la evi eşit bir şekilde paylaşmak, sürekli çıbanbaşı olarak görünen “gayrimüslimin” bu ülkenin en baş mağdurlarından biri olduğunu kabul etmek, Osmanlı’nın çok kimlikli yapısından çıkarken, nasıl ırkçı ve şövenist bir yapıya sürüklendiğimizi görmek ve daha pekçok şey demek Ergenekon’la yüzleşmek…

Bütün bu nedenlerle de, bu “karşılaşma”, konfor ve ezber bozucu, tedirgin ve rahatsız edici. Bütün bu nedenlerle, kuyulardan çıkan kemikleri, topraktan ve etraftan toplanan bombaları görmemeyi, “konuşmaları” duymamayı tercih ediyorlar. Aksi takdirde tüm taşlar yerli yerine oturacak, takke düşüp kel görünecek! Bir anda tüm Türkiye tarihi gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp gidecek! Kurdukları sahte kimlikleri yerle bir olacak!

Ortaya çıkan bütün ilişkiler ağı, bilgi ve belgeler sadece Ergenekon’u değil, karanlık bir geçmişi yüzümüze çarpıyor. Rahatsız edici bir yüzleşme anı bu. Buna katlanmak çok zor! Ama bu sarsıcı yüzleşme olmadan, huzurlu bir gelecek inşa etmek de mümkün olmayacak! Dalan’ın arazisi kazılınca topraktan fışkıran bombalar “inkâr korosunu” susturabilecek mi? Kalbiyle kavramak, gözüyle görmek isteyenler için her şey ortada değil mi?

Yenişafak, 26.04.2009