Ana Sayfa Blog Sayfa 58

Helin’i ne Halk ne Devlet; Arkadaşları Öldürdü!

Ne devlet ne halkın sessizliği; Helin Bölek’i el birliği ile kendi arkadaşları, kendi dinleyicileri ve kendi sevenleri öldürdü. Helin’in katilini kendi mahallesinin “sivil protesto” diye destekledikleri ölüm orucunu alkışlayanlar arasında aramak gerekir.

Ölüm yatağına uzanan Grup Yorum üyeleri hepimizin gözü önünde kendi çevresi tarafından alkışlandı ve desteklendi. Ölüm yatağına uzanan bu iki insana dönüp “sizin yaşam hakkınız sizin müziğinizden daha değerlidir” denilmesine “iyi” bakılmadı. Bunu yapmadılar. Tam aksine methiyeler dizdiler.

Haberlere yansıyan bilgilere göre “Haklarında çıkarılan yakalama kararlarının kaldırılması, konser yasaklarının ve İdil Kültür Merkezi üzerindeki baskıların son bulması” gibi taleplere dayanan bu insanların cezaevinde başlattıkları açlık grevi sonrasında devam eden süresiz açlık grevi ile 288. günde Helin isimli üyeleri hayatını kaybetti.

Gerçekten üzücü ve vicdansızca bir tablo ile karşı karşıyayız. Herhangi bir gerekçe insanın sağlıklı bir yaşam hakkından daha önemli değilken yukarıdaki sayılan gerekçeler ile insanların ölüm yatağına uzanması ve bunun desteklenmesi üzücü ve vicdansızca bir tutumdur. Helin’in ve arkadaşlarının üzerlerinde konser verme yasağı veya yasaklamaya dair bir tutum olabilir. Bu durumda yapılması gereken şey grup üyelerinin hayat hakkını ve vücut bütünlüğünü riske atacak bir yöntemin seçilmesi veya desteklenmesi midir? Helin’in müziğini icra etme hakkı onun yaşam hakkından daha mı önemlidir? Varsa yasakçı bir tutumun kaldırılması için başka yol yok mudur?

Açlık grevinin süresiz-dönüşümsüz olması telafisi imkânsız zararların doğmasına,  yaşam ve sağlık hakkı ihlalleri ile sonuçlanabileceğini ifade eden HDP’lilerin verdiği soru önergesinde bakanlık suçlanmıştır. Ancak dönüp grup üyelerine “kendi hayatınızı tehlikeye atacak bu yoldan vazgeçin” de demediler. Nitekim dönemin HDP eş başkanları düzeyinde hayatını kaybeden Helin’i ziyaret etmişler. Ziyarette geçen diyalog ve değerlendirme şöyle[1]:

Pervin Buldan: Bizden bir isteğin var mı?

Helin: Biz sadece şarkı söylemek istiyoruz, konser vermek istiyoruz.

Ziyaret sonrası Buldan yaptığı değerlendirmede Türkiye kamuoyunun sessizliğini bozması gerektiğini ifade ederken, Sezai Temelli ise insanların şarkı söylemek için açlık grevine girmesinin Türkiye’nin ayıbı olduğunu ifade etmiş.

Her ikisi de dönüp Helin’e “şarkı söylemek için hayatını tehlikeye atmana gerek yok” demediler. Halk adına siyaset yapma iddiasında olan kimlikleri ile topu halka attılar. Halkın sessizliğini bozmasını istediler. “Sadece şarkı söylemek istiyorlar” diyen Pervin Hanım bunun için Helin’in yaşaması gerektiğini ifade etmek yerine Helin şahsında diğer insanları da ölüm yatağında bırakmayı tercih ettiler.

Sadece HDP değil, CHP’li vekillerden Turan Aydoğan ve Mahir Polat da grevdeki diğer bir üye İbrahim Gökçek’i cezaevinde ziyaret etmişler.[2] Ziyaret sonrası Aydoğan “İbrahim Gökçek, sanatını özgürce yapabilmek için ölümü göze alıyor” diye açıklama yapıyor.

Mecliste grupları olan bu partiler dışında birçok Marksist- Sosyalist parti, platform ve şahıslar grup üyelerinin şarkı söyleme hakkını onların yaşam haklarını tehlikeye atarak desteklediler. Birisinin hayatını kaybetmesi üzerine de gruba yakın insanların ve arkadaşlarının yaptıkları değerlendirme ve çağrılar insan hak ve onuru açısından içler acısıdır. Helin’i yaşatamadılar. Onun hayatı üzerinden bir hikâye yazmaya çalışıyorlar.

Herhangi bir sebep ile hele ki özgürce müzik gibi bir gerekçe ile ölüm orucunu destekleyen zihniyet esas itibari ile hayatını kaybeden kadının sorumlusudur. Yani bunun bir sorumlusu varsa o da Grup Yorum üyelerinin, kendi Marksist Sosyalist çevrelerinin insanın yaşam hakkına olmayan saygılarıdır.

Ölüm orucu sivil bir protesto değildir; bir cinayete teşebbüstür. Bu vesile ile bu zihniyetin insanın yaşam ve sağlık hakkını hiçe sayan tutumlarını bir kere daha kınıyorum. Dilerim ölüm orucundaki diğer arkadaşlarının bu yoldan vaz geçmesi için kendi arkadaşları ikna eder.

 

[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/02/15/hdpden-grup-yorum-cagrisi-sessizlik-bozulmali/

[2] https://m.bianet.org/bianet/sanat/218786-grup-yorum-uyesi-gokcek-yasamak-ve-gitar-calmak-istiyorum

Korona Günlerinde Eğitim

Korona vesilesi ile milyonlarca çocuk ve genç örgün eğitimden uzaklaşarak ailelerine teslim edildi. Yaşanan bu gelişme bence çok önemli iki soruya uygulamalı olarak cevap verdi. Birincisi, okulların gerekli olup olmadığı; ikincisi de okul dışı eğitimin mümkün olup olmadığı.

Okullar gerçekten gerekli mi dersek, bu sorunun cevabı hem “Evet” hem de “Hayır.”
Evet’ten başlarsak, okullara ve özellikle de öğretmenlere en azından uzun bir süre daha gerçekten ihtiyaç var. Bu açıkça ortaya çıktı. Bugün yüzbinlerce evde çocuklar ile ebeveynleri arasında büyük bir mücadele yaşanıyor. Bir tarafta bir şeyler öğrenmesi istenen çocuklar diğer tarafta bu zorlamaya direnen ya da istendiği kadar uyum sağlayamayan öğrenciler var. İstisnalar genel kaideyi bozmuyor. Bir de yaşa ve seviyeye göre annenin babanın yetersiz kaldığı durumlar var. Pek çok veli ilk kez birçok şey bilmeleri ve çocuklarının da öğrenmesi gerektiğinin farkına vardı ve tek başlarına bunlara yetişemediklerini gördü.

Bence daha önemlisi çocuklarının gerçek anlamda birer zeka küpü olmadıkları, onlarında yaşlarına orantılı olarak bir şeyleri hızlı ya da yavaş kavradıkları, sanıldığı kadar çalışkan ve azimli olmadıkları ve dahası öyle pırlanta gibi hanımefendi-beyefendi olmadıkları bizzat uygulamalı olarak ev içinde görüldü.

Şu anda milyonlarca veli evlerdeki çocuk teröründen kurtulabilmek ve çocuklarını tekrar öğretmenlerinin başına atabilmek için Korona illetinin durdurulması için dua ediyor. Bu bir ders olur mu bil(e)miyorum. Ülkemizde her alanda olduğu gibi öğretmenlere karşı da öğrenci-veli, sosyal medya vb. şiddet almış başını gitmişti. Son dönemde Sayın Ziya Selçuk’u hariç tutarsak en tepeden en aşağı tüm amirler, yetkili-yetkisiz herkes öğretmenlere ayar verme peşindeydi.

Sorunun ikinci kısmına gelirsek, okul dışında da eğitimin pekala verilebileceği ortaya çıktı. Okul olmazsa olmaz bir kurum değil. Bu ne yaman çelişki diyenler olabilir ama aslında ortada bir çelişki yok. Zaten tarih boyunca olan bir fark günümüz zorunlu eğitiminde de devam etmekteydi. Üst sınıfların çocukları her zaman için ayrıcalıklı eğitim olanaklarına sahiptiler ve bu hep böyle olacak. Bunun aksini iddia etmenin saçmalık olduğunu aslında herkes biliyor ama bilmezden gelmek nedense moda.

Tevhid-i tedrisat’ın kaldırılması gerektiği gün gibi ortada. Devlet nesilleri dizayn etmekten vazgeçmeli ama maalesef bu ülkenin ne sağcısı ne de solcusu bu tekelin devletten çıkmasını istemiyor. Biri dindar nesil isterken diğeri Kemalist ya da bir başka nesil yetiştirmek arzusundan milim sapmıyor.

Bu kriz bir gerçeği daha ortaya koydu ki o da şu; okullardaki bazı derslere aslında hiç ama hiç gerek yok. Bunun yerine öğrenciyi hem bedenen hem de zihnen geliştirecek faaliyetlerin daha elzem olduğu görülüyor.

Mesela geçmişte okullarda “adab-ı muaşeret” dersleri vardı. Bunun ne denli gerekli olduğunu bugünlerde uygulamalı olarak görüyoruz. Küçük çocuklar belki baskıyla bir şekilde evde tutulabiliyor ama gençlerin ve de orta yaş grubunun durumun nazikliğini anlamadıkları, daha doğrusu anlamak istemedikleri ise çok açık.

“Ev’de kal” çağrısının arkasında bu virüsü kolayca atlatamayacak insanlara bulaşmasını geciktirmek ve engellemek amacının yattığını, “bize bir şey olmaz” vurdumduymazlığı ile ortalıkta gezinerek bu pandeminin çok daha hızlı bir şekilde yayılmasına hizmet edildiğini insanlara anlatmakta güçlük çekiyoruz.
Bu vurdumduymazlığın bedelini insanlar herhalde ancak bir yakınlarını kaybettiklerinde anlayacaklar. Aslında buna gerek yok…
Peki, eksik olan ne?

Mesela insanımız zamanında ahlak ve mantık dersleri almış olsalardı belki de bunları yapmak isteseler de yapmayacaklardı. Ahlak derken bunu illa dini bir olgu olarak görmemek gerekiyor. Bizdeki en büyük yanılgılardan birisi de ahlak ile dini hatta siyasi tutumu özdeşleştirmek; hâlbuki ahlaklı insan olmak ile din ya da siyasi tercih arasında göreceli bir bağdan fazlası yok. Ahlaklı bir kişi inançsız olabileceği gibi dindar-ideolojik bir insan da ahlaksız olabilir.

Topluma dinden-ideolojiden önce ahlaki normların yerleşmesi gerektiği çok açık ama tabii bizim gibi mantık ilminden habersiz bir topluma bunu anlatmak çok zor.
Biz bunu başarmış olsaydık mesela bugün trafikte yaşanan pek çok rezillik yaşanmıyor olacak, yolsuzluklar bu denli kolay yapılıyor olmayacaktı. Trafikteki başıbozukluğu düzeltmesi bile başlı başına bir nimet olurdu değil mi?

Karar, 1 nisan 2020

Orta Doğu: Serbest Ticaretin Medeniyet Kadar Eski Olduğunun İspatı – Nima Sanandaji

Günümüzde birçok insan serbest piyasalar ile sanayileşmenin yeni icatlar olduğuna inanır. Fakat gerçekte, piyasa modeli erken Ortaçağ boyunca İslam Dünyası’nda gelişmiştir. Avrupalılar Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da gerçekleşen ekonomi, bilim ve entelektüel alandaki ilerlemelere hep gıpta etmiştir. Bu dönemde yani erken Ortaçağda İslam Dünyası’nın başarısının nedeni ise gayet net bir şekilde serbest mübadelenin varlığıdır. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da o çağlarda sözleşme özgürlüğüne ve özel mülkiyete dayalı bir sistem vardı. Bağdat, Musul ve Halep gibi şehirlerde muhasebe, kâr amaçlı yatırımlar ve uluslararası ihracat piyasasına yönelik mal imâlatı gibi piyasa uygulamaları oldukça yaygındı.

Kadim Orta Doğu’da Ticaret

İslam Dünyası’nın Altın Çağı milattan sonra 8. yüzyıl’dan 13. yüzyıl’a kadar sürmüştür. Bu dönem (ileri) piyasa uygulamaları ve proto-sanayileşme ile karakterize edilen bir dönemdir. İşletme çeşitlerinin birçoğu; tarım işletmeciliği, astronomik aletler, seramik işçiliği, eczacılık, erken dönem petrol endüstrisi, damıtma teknolojileri, saatler, mekanik rüzgâr gücü makineleri, hasır (kilim döşemeciliği), mozaikler, çömlek ve kâğıt, parfümeri, ham petrol, ilaçlar, halat yapımı, ipek, şeker, tekstil ve silah üretimi gibi birçok iş alanı bu dönem boyunca gelişmiştir. Bu endüstriler için ilk fabrika yapıları (tiraz) burada inşa edilmiştir. Daha sonra Avrupa’ya aktarılan bu endüstrilerin tecrübe ve bilgisi Avrupa’daki erken dönem sanayileşmeyi teşvik etmiştir. Örneğin Yunanistan’daki Mısırlı esnaflar 11. Yüzyıl’da Avrupa’da basit cam fabrikalarını kurmuşlardır.

Orta Doğu’nun halk masallarının en ünlüsü olan “Binbir Gece Masalları” külliyatında görüleceği gibi, Bağdat uzun bir dönem boyunca dünyanın en zengin şehri olmuştur. Bu masallarda kahramanlar genellikle, kendilerine faydasının yanı sıra toplumun geri kalanına da faydası olan kapitalist tüccarlardır. Girişimcileri kahraman olarak resmeden Doğu geleneği iktisadî girişim sahibinin sıklıkla hain olarak yer aldığı ve maddî zenginlikten yoksun olanın kahraman gösterildiği Batı geleneğinden keskin olarak ayrılır. Bugün Batı kurumları piyasa ekonomisinin prensiplerine göre şekillenmişse de modern Batı kültüründe girişime, ticarete ve servet birikimine karşı düşmanca bakış hâlâ hüküm sürmektedir. Buna karşılık, bu kavramlar Doğu kültürlerinde iyi bir şekilde anılmaya ve övülmeye devam etmektedir.

Orta Doğu büyük bir teşebbüs tarihine sahiptir. İlk girişimciler, girişimler, ilk bankalar ve finansal borsacılar dört bin yıl önce bugünkü Irak ve Suriye olarak bilinen antik Babil ve Asur’da ortaya çıkmıştır. Zamanla, bu medeniyetlerde bulunan ve deşifre edilen kil tabletlerin birçoğunun ekonomik alım satım işlemlerini içeren bir çeşit makbuz olduğu görülmüştür. Bu makbuz niteliğindeki tabletler net bir resmi bize gösterir; bu da Orta Doğu medeniyetleri zenginleşmiş ve insanî bakımından büyük ilerleme göstermiştir zira büyük oranda piyasa temelli işleyen bir sisteme sahiplerdir. Günümüze ulaşan bu hesap makbuzları bize antik Babil’deki piyasa fiyatlarının aydan aya hatta haftadan haftaya nasıl dalgalandığını anlatmaktadır.

Robartus Johannes van der Spek ve Kees Mandemakers isimli Hollandalı tarihçiler “Babil Fiyatlarındaki İstatistikî Yaklaşımda Doğru ve Safsata” (“Sense and Nonsense in the Statistical Approach of Babylonian Prices”, Bibliotheca orientalis 2003, 60;5-6:521-537) başlıklı makalede bu durumu “Babil ekonomisinde piyasa mekanizmalarının oynadığı rol artık tartışılmaz görünüyor” şeklinde ifade etmektedir.

Bu piyasa geleneği, Makedonya Kralı Büyük İskender’in işgalinden sonra yıkılmıştır. Helen kontrolü altında, Orta Doğu, piyasa ekonomisinden uzaklaşmıştır. Yerel liderler Orta Doğu’nun yönetimine yeniden hâkim oldukça piyasalara kademeli olarak geri dönüş mümkün olmuştur. İslam fetihlerinden bir süre önce Pers topraklarında gerçekleşen mülkiyet hakkı reformları, İslam’a geçişten sonra da devam eden bir piyasa rönesansı getirmiştir.

Hz. Muhammed’in kendisi de uzun yıllar tüccarlık yapmıştır. Onun ilk eşi Hz. Hatice de bilfiil işlerini yöneten meşhur kapitalist bir tüccardır. Hz. Hatice İslam geleneğinde en önemli kadın isimlerden biri olarak görülür ve Müslümanlar tarafından çoğunlukla “Müminlerin Annesi” sıfatıyla itibar edilen bir kişidir. O, Ortaçağ’da tarihi etkilemiş bir kadın girişimci olarak nadir bir örnektir. Mekke’deki Kureyş kabilesi, Suriye’ye yaz yolculuğuna veya Yemen’e kış yolculuğuna çıkmak için kervanlarını biraraya getirdiğinde, Hz. Hatice’nin kervanı, kabilenin diğer tüm tüccarlarının kervanlarının toplamına eşit olurdu.

Bugün ise Halep ve Musul gibi şehirleri, bizler köktencilik, savaş ve çatışma ile ilişkilendiriyoruz. Oysa bu şehirler, kurumsal olarak Avrupa’ya ulaşmadan önce, serbest ticaretin, yüzyıllardır geliştiği yerler olmuştur. Musul; Çin, Hindistan, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Avrupa’yı küresel ticaret ağıyla buluşturan antik İpek Yolu’nun üzerindeki mega şehirlerden biriydi. İpek Yolu üzerinde bulunan tüm bu şehirler, sadece birçok ürünün ticaretinin yapıldığı pazarlar değil, aynı zamanda uluslararası ihracat yapan büyük imalat sanayilerine ev sahipliği yapan şehirlerdi.

Musul, Ortaçağ’ın en önemli endüstriyel merkezlerinden biri olmuştur. Şehrin çevresinden çıkarılan ham petrol; damıtılır, amonyum klorür ve beyaz kil ile karıştırılarak hamura dönüştürülür daha sonra tekrar damıtma işlemi uygulanırdı. Böylece, çeşitli petrokimyasal ürünler elde edilerek aydınlanma için yakıt üretiminde, tıbbî malzemelerde çeşitli bileşenlerin yapılmasında, bazı değerli cevher ve minerallerin çıkarılmasında ve çeşitli savaş mermisi yapımında kullanılmaktaydı.

Petrokimyasal sanayiine ilaveten Musul ayrıca perdelerin, çizgili kumaşların ve diğer tekstil malzemelerin üretildiği bir dokuma merkeziydi. Pamuk dokuma olan “muslin”in etimolojik kökeni şehrin adından gelir. İlk muslin elle eğrilen ipliklerle hassas bir şekilde elle dokunur ve 18. Yüzyıla kadar Avrupa’ya gönderilirdi. Fransızcada “mousseline” kelimesi musline benzer şekilde çok ince ve yarı şeffaf dokuma için kullanılır. Ünlü Venedikli kâşif Marco Polo 14. Yüzyılın başında Musul’u ziyaret ettiğinde Musul’un Araplar’dan, Nesturi ve Yakubî Hristiyanlardan oluşan karma bir nüfusa sahip olduğunu gözlemlemişti. Yakın bölgelerde bir kısmı Müslüman bir kısmı Hristiyan olan Kürtler yaşıyordu. Bugün biliyoruz ki, Marco Polo tarafından kaydedilmese de burada Yahudiler gibi diğer azınlıklar da yaşıyordu.

M.Ö. 1775’te iktidar olan antik Suriyeli kral Zimri-Lim’in yönetimini anlatan ilk tabletlerde Halep’ten bahsedilir. Tabletlere göre Halep (Aleppo) veya o zamanki bilinen adıyla Halabu’nun kumaş ve kıyafet yapımında önemli bir yeri vardır. Günümüze ulaşan metinlere göre bu Suriye şehrindeki piyasa geleneğinin neredeyse dörtbin yıllık tarihi var. Yüzyıllar boyunca ticaret ve iş hayatı Halep’te hayat bulmuş. Halep, Avrupa ile Çin, Hindistan ve İran arasında mal taşıyan kervanların uğrak noktası olmuş.

Suriye iç savaşında harap edilmeden önce Halep en büyük şehriydi. Halep, binden fazla dükkânın olduğu 13 km’den uzun pazarıyla meşhurdu. Savaştan önce turistleri çeken, dünyadaki en büyük pazarlardan biriydi. Bugün bu pazarlarıyla hâlâ günümüz ziyaretçilerini etkileyebiliyorsa, bir de bunun yüz yıllar önce, buraları ziyaret etmiş kişilerde bıraktığı izlenimi bir düşünün… Halep Pazarı tarihî bir piyasa kurumuydu ve bakır pazarı, yün pazarı gibi satılan ürünlerin adını taşıyan ayrı ayrı bölümleri vardı.

Modern Orta Doğu’da Ticaretin Rolü

Modern çağda, yeni bir mutfak kültürü yaratmak için farklı yiyeceklerin kombinlenerek hazırlandığı “füzyon” yemeklerin yer aldığı New York gibi uluslararası şehirler var. Antik zamanlarda da, pazar sayesinde, Halep, farklı kültürlerin biraraya getirildiği şehirlerden biri oldu. O zaman yapılan “füzyon” yiyecekler bugün hâlâ satılmaya devam etmekte. Örneğin tatlı ve ekşi tatları olan ayvalı içli köfte Çin kültüründen esinlenerek yapılmış.

Erken modern çağ boyunca, modern kapitalizmin tohumları Halep ve Musul gibi şehirlerle derin etkileşim içinde olan İtalya’da ekilmiştir. Venedikli tacirler, Halep’ten İran’a hatta Hindistan’a kadar tüm ticaret yollarında yolculuklar yapmış, ipek, baharat ve ilaç gibi çeşitli yerlerden getirdikleri ürünleri bu bölgede kumaşlarla mübadele etmiştir. İngiliz-Rus şirketinden temsilcilerin bir İran ziyaretinde, İran’da çok fazla Venedik kıyafetleri giyildiğine dikkat çekmiştir. Benzer şekilde İngiliz Levant Şirketi 1591 yılında Hindistan’a toprakta yerleşik bir ticaret yolu kurmak istediklerinde Venedikliler’in, Halep’ten Bağdat, Hürmüz ve Goa’ya giden tüm ticaret yolu boyunca kumaş ve giysi imalathaneleri /manifaturalar inşa ettiklerini görmüştür. Keza, Avrupalıların, Orta Doğuluların ve Hintlilerin birlikte çalıştığı kapsamlı bir ticaret ağı, 16. yüzyılda zaten mevcuttu.

Musul ve Halep, modern çağda antik çağda olduğu gibi yeniden gelişebilirdi ancak petrol etrafında dönen uluslararası çatışmalar ile dinî ve siyasî aşırılıklar ve etnik gerginlikler nedeniyle ne yazık ki bu gerçekleşemedi. Ancak bugün bile metropol merkezlerinin girişimci geleneği hâlâ bölgede etkili bir şekilde kendisini hissettiriyor. Geçen yıl Halep üzerine kurşunların yağmaya başlamasından kısa bir süre sonra, vatandaşlar Batı Halep’teki Chahba Palace Hotel’in etrafında toplandı. Halep Ticaret Odası’nın kadın komitesi tarafından kadınları şehrin iş yaşamına katılmasını desteklemek amacıyla düzenlenen, Uluslararası Kadınlar Günü’nde başlayan ve üç gün süren 15. Yıllık festival her gün yaklaşık altı bin ziyaretçinin katılımıyla gerçekleşti. Bu etkinlikte, iç savaş sırasında mağazaları yok edilen girişimcilerin yeni müşteriler kazanabilmesi için geçici bir çarşı oluşturularak çoğunlukla kadın olan işletme sahipleri tarafından 300 tezgâh kuruldu.

Musul’da yerel girişimciler toplumsal yaşamın yeniden inşa edilmesinde çok önemli bir role sahiptir. Şehrin çoğu bölgesi savaş alanı olsa da, mahallelerde nispeten güvenli olan işletmeler açılmıştır. O dönemde IŞİD’den temizlenen Doğu Musul’da kentin diğer bölgelerinde savaş şiddetiyle devam etmesine rağmen piyasa tekrar işlemeye başlamış, yerel girişimciler de bu bölgedeki su ve elektrik ihtiyacını, yerel otoritelerden önce karşılamayı başarmıştır.

Antik İran da aynı şekilde oldukça derin bir girişimcilik geçmişine sahiptir. Adam Smith; sıklıkla ekonomi biliminin babası ve serbest piyasa düşüncesini destekleyen ilk entelektüel olarak bilinir. Bu düşünce, Smith’in piyasanın işbölümü ve uzmanlaşma yoluyla nasıl geliştiğini ilk açıklayan kişi olmasından gelmektedir. Ancak bu doğru değildir, aslında, bu konudaki ilk açıklama Adam Smith’ten 2000 yıl önce eski Pers piyasasının işleyişini tanımlayan Yunan tarihçi Ksenofon tarafından yapılmıştır.

İlaveten, Ksenofon’un İran tarihi anlatımında dünyada ilk bilinen gönüllülük temelinde yapılan piyasa mübadelesi ifadesi burada tanımlanır. Ksenofon’un hikâyesi  döneminin iddia edilen en önemli politik figürü olan II. Kiros ile ilgilidir. Ksenofon’un hikâyesinin verdiği ders, hükümdarın ya da yöneticinin, verimli bir mübadele olduğuna inandığı şeye dayanarak pazar yerini yeniden düzenlemeye kalkmaması gerektiğidir. Ona göre hükümdar ya da yönetici ticarî faaliyetlerin sadece mülkiyet haklarına ve gönüllü mübadeleye uygun şekilde yapılıp yapılmadığıyla ilgilenmelidir. Bu görüş de serbest girişimin temelini oluşturur.

Heredot, II. Kiros’un, “Şehirlerinin merkezinde birbirlerini kandırıp yalancı şahitlik ettikleri yerler yapan yabancılardan hiçbir zaman korkmadım” diyerek Spartalı diplomatları kovduğunu kaydeder. Bu alıntı, yaygın bir şekilde Perslerin pazardaki mübadeleyi, ticareti takdir etmediklerinin kanıtı olarak yorumlanmıştır. Fakat gerçekte, Babil ve Asur gibi Pers İmparatorluğu’na dahil olan antik medeniyetler, Kiros’un saltanatı zamanında halihazırda binbeşyüz yıllık bir pazar geleneğine sahiptir.

Carl J. Richards’ın Greeks & Romans Bearing Gifts: How the ancients inspired the founding fathers (Yunanlı ve Romalıların Taşıdığı Miras: Kâdim Medeniyetler Kurucu Babalara Nasıl İlham Oldu) isimli 2008’de yayınlanan kitabında açıkladığı gibi; Kiros, Perslilerin Yunanlılara göre ahlâkî üstünlüğünü ifade etmiştir.

Richards kitabında, Perslerin Zerdüştlük inancında dürüstlüğün çok önemli olduğundan, “Kiros, gibi zerdüştlerin birbirlerini kandırmak üzere buluşulan ünlü Yunan pazarı Agora’nın ahlâksızlığı karşısında şok olduklarını” belirtir.

Antik medeniyetler arasında düşmana karşı küçümseyici yaklaşımlar oldukça yaygındır.

İran’daki serbest mübadele geleneği özelikle Pers Körfezi’ndeki Hürmüz Adası’nda erken modern çağa kadar devam etmiştir. 16. Yüzyıl’da, Portekizli kâşif Pedro Teixeira, büyük kervanların, genellikle Müslümanlar, Hıristiyanlar ve diğer farklı inançlara sahip dış dünya ile ticaret yapmak için İran’ın çeşitli bölgelerinden Hürmüz’e kadar hazır bulunduklarını yazmıştır.

Hürmüz Adası’nda ticareti yapılan mallar arasında atlar, “madder” (eski çağlardan beri deri, yün, ipek ve pamuk için kırmızı boya olarak kullanılan bir bitki türü), ravent ve işlenmiş tarım ürünü olan gül suyu gibi tarım ve hayvancılık ürünlerini ve bunun yanında da ince kumaşlar, ham ve işlenmiş ipek, dekoratif dokuma kumaşlar ve halı gibi endüstriyel ürünler de yer almaktadır.

Pers endüstrisinin bazı teknolojik başarıları Portekizli kâşifi etkilemiş, diğer başka şeylerle birlikte Pers şehri Lara’da üretilen “müstesna saf gümüş para”dan bahsetmiştir. Müslüman bir ülkede bu şehrin bu kadar gelişmesinin sebebi neydi? Hürmüz’ün Gerun limanının “serbest bir Çarşı ve Fuar alanı” olması ya da  günümüz dilinde serbest bir pazar olmasıydı.

Bu girişimci kültür Musul, Halep ve Hürmüz’de hâlâ yaşamaktadır. Esasında, serbest piyasa mübadelesi Arap, İran, Türk, Kürt, Yahudi veya Ermeni olsun tüm Orta Doğuluların kültürel DNA’sının bir parçasıdır. Petrol bağımlılığı, küresel çatışmaların ve aşırılıkların merkezinde yer almak İslamî bölgenin son zamanlarda gelişmesini engelledi. Suriye ve Irak büyük ölçüde Marksist ideolojiden etkilenen Baasçı partiler tarafından yönetildiler.

Ancak bugün devam eden çatışmaların ötesinde Orta Doğu’da piyasa ekonomisine dönüş arzusu hâlâ mevcuttur. Bunun gerçekleşmesi için dünyanın geri kalanının bölgeye yönelik tutumunun önemi büyük. Sınırlardan malları mı yoksa askerleri mi geçireceğiz? Serbest ticaret, her zaman uluslararası müdahaleci politikaların alternatifi olmalıdır.

Dr. Nima Sanandaji, ECEPR, Avrupa Girişim ve Kamu Politikası Reformu Merkezi Başkanı, Ortadoğu: Kapitalizmin Doğduğu Yer (Çeviren: Ahmet Uzun, Liberte Yayınları, 2020) başlıklı kitabın yazarıdır.

“The Middle East Shows Free Exchange Is as Old as Civilization”, HumanProgress.org, 22 Haziran 2018, https://humanprogress.org/article.php?p=1360

Çeviren: Ayyüce Dalkılıç

Kriz Durumunda Fiyat Yükseltmek

Bu yazı 4 Temmuz 2016 tarihinde Hür Fikirler’de yayınlanan aynı başlıklı yazımın Covid-19 salgını bağlamında güncellenmiş halidir.

Çin’de başlayan ve merkez üssü Avrupa’ya kayan koronavirüs salgını bariz bir halk sağlılğı problemi olmasının yanı sıra ekonomik bir problem olarak da insanlığı tehdit ediyor. Hastalıkla mücadele etmek için uygulamamız gereken sosyal mesafe ve karantina pek çok ekomomik aktiviteyi durdurmuş halde. Özellikle kuru bakliyat ve hijyen ürünlerindeki aşırı talep marketlerdeki reyonların boşalması ve dezenfektan, kolonya, maske gibi ihtiyaçların bulunamaması ile sonuçlandı.

Talep artışının doğal bir ekonomik sonucu olan fiyat artışı neredeyse bütün dünyada tepkiyle karşılandı. Gıda, hijyen ürünleri ve bazı tıbbi ekipmanlarının fiyatlarını artıranlar hukuki yaptırımlara maruz kaldı. Örneğin Türkiye’de Mali Suçları Araştırma Kurulu “haksız fiyat artışı ve stokçuluk yapmak suretiyle haksız kazanç elde eden firmalar” hakkında inceleme başlattığını bildirdi. ABD’de ve Avrupa ülkelerinde fiyat yükseltmeleri yüzünden hapis cezası alan insanlar oldu. Siyasetçiler bu firmaları krizi fırsata çevirmekle, insanî duygulardan uzak olmakla ve çıkarcılıkla suçladı.

Peki bir kriz durumunda satıcıların fiyatları yükseltmesi gerçekten ahlâksızca mıdır? Eğer ahlâksızca ise devlet, kriz durumlarında fahiş fiyatları yasaklayarak, örneğin marketleri, eczaneleri ve hijyen ürünleri tedarik eden firmaları bir tavan fiyat uygulamaya zorlamalı mıdır? Bu sorulara cevap aramadan önce fahiş fiyatların ortaya çıkmasının nedenlerini anlamamız gerekir.

Fiyat artışının talebe etkisi

Kriz durumunda fiyatların yükselmesi, talepteki ani artışın bir göstergesidir. Fiyatı yükselen mal ya da hizmetleri daha çok insanın satın almak istediğini fakat yeterince satıcının olmadığını gösterir. Bu durumda herkesin istediği bu malları kimin satın alacağına bir şekilde karar verilmelidir. Fiyatların tüketiciler üzerindeki etkisi, kimin gerçekten ihtiyacı olduğunu ve kimin o mal olmadan da idare edebileceğini belirlemesidir. Nasıl ki hastanelerin acil servisleri triyaj uygulamasıyla hastaları sınıflandırıp durumlarının aciliyetine göre sıraya koyuyorsa, fiyatlar da aynı şeyi mallara ihtiyaç duyan insanlar için yapar.

Yüksek fiyatlar tüketicileri o hizmete gerçekten ihtiyaç duyup duymadıkları konusunda ikinci bir kez düşünmeye teşvik eder. Alacakları hizmetin istenen fiyata değmeyeceğini düşünenler, yüksek fiyatı ödemeye razı olmayarak alternatifler aramaya yönelecektir. Bu sayede ilk gelenin değil gerçekten ihtiyacı olanın istediği hizmete erişebilmesinin önü açılacaktır. Aynı durum hammaddeler için de geçerlidir. Kolonya ve dezenfektan üretiminde kullanılan etil alkolün fiyatının yükselmesi, bu maddeyi alkollü içecek üretmek için kullanan firmalara, fiyatlar tekrar düşene kadar üretimi yavaşlatması bilgisini vermektedir.

Yüksek fiyatların devlet müdahalesi ile engellenmesi, başka alternatifi olmayan tüketiciler daha oraya gidemeden bütün hizmetlerin düşük fiyattan satılmasına neden olacaktır. Evde yeterince dezenfektanı olan tüketiciler ihtiyacından fazlasını satın alarak ihtiyacı olan insanların bu malları bulamamasına neden olacak, alkollü içecek üreten firmalar etil alkolü satın almaya devam ederek dezenfektan ve kolonya üreten firmaları üretimden alıkoyacaktır. Üstelik bir devlet müdahalesi ile fiyatlar bastırıldığında bir karaborsanın ortaya çıkması neredeyse kaçınılmazdır.

Fiyat artışının arza etkisi

Fiyat artışının ikinci etkisi ise satıcılara üretimi arttırma sinyali vermesidir. Yüksek fiyatlar satıcılara, hangi mallara en çok nerede ihtiyaç duyulduğunu söyler. Aynı zamanda, ortaya çıkan kâr fırsatı onlara herkesin kaçmaya çalıştığı kriz bölgelerine gitmek için bir müşevvik (incentive) verir. Hem mal ve hizmetlerin onlara daha az ihtiyaç duyulan (fiyatların daha düşük olduğu) yerlerden getirilip satılmasını sağlar hem de üretimin artmasını. Bugün olduğu gibi, tekstil firmaları kıyafet yerine maske üretir, alkollü içecek firmaları dezenfektan üretir, otomobil fabrikaları solunum cihazı üretir. Üretim imkânları eğrisi üzerinde acil ihtiyaçlara doğru bir kayma olur.

Daha çok satıcının krizde ihtiyaç duyulan malları üretmeye başlamasıyla, rekabet artar ve nihaî olarak fiyatlar geri düşmeye başlar. Yeni denge noktasındaki fiyat kriz öncesiyle aynı olmayabilir fakat en azından fahiş fiyatlar devam etmeyecektir. Bu sayede tüketiciler daha çok sayıda mala daha düşük fiyatlarda erişim sağlar. Yani yüksek fiyatlar, nihayetinde arzın talebi karşılamasını sağlar ve büyük oranda geçicidir.

Kriz durumunda yüksek fiyatlar yasaklanmazsa mal ve hizmetlere sadece zenginlerin erişebileceği, yoksulların o fiyatları ödeyemeyeceği iddia edilebilir. Fakat daha zengin olanların daha yüksek fiyatları ödemeye razı olması, kâr fırsatı gören daha çok satıcıyı bölgeye çekecek ve aynı şekilde fiyatların bütün tüketiciler için düşmesine katkı sağlayacaktır. Fiyat yükseltmenin yasaklandığı bir yerde yoksul birisinin bulabileceği tek şey boş market raflarıdır.

Bütün bunlara baktığımızda fiyat yükseltmeyi yasaklamak ilk bakışta daha ahlâklı bir seçim gibi görünse de bu tüketicilerin acil ihtiyaçlarını karşılamasını sağlamaz. Devletin, krizde ortaya çıkan kıtlığa bir çare bulmadan fahiş fiyatları yasaklaması bir çözüm değildir. Hatta, tüketicilerin daha dikkatli karar vermesine ve arzın yükselmesine yarayan müşevvikleri yok ederek kriz bölgesindeki insanlara daha büyük zarar verir. İktisadi kıtlık gibi değiştirilemez bir gerçeklikle savaşmanın tek yolu serbest girişim ve ticarettir, daha çok devlet müdahalesi değil.

Kafamda Deli Sorular

Yaşadığımız dünyada en kapalı otoriter devletler sıralaması yapılsa, ilk sırada Kuzey Kore, sonra Küba, peşinden de Çin gelebilir. Tabiî Çin’in ne kadar kapalı olduğu çok tartışılır ama henüz tek partili Komünist yönetimden vazgeçmediği için, her ne kadar sosyalist öğretiye göre ekonomide kapitalist olsa da, halkına yönelik uygulamalarında tam otoriter hatta totaliter olduğu aşikar.

Günümüzün en önemli sorunu “koronavirüs”, bilindiği gibi Çin’de ortaya çıktı. Çin, devlet yapısı gereği, belki başta kimse duymasın diye çok uğraştı ama, sorun artık gizlenemez noktaya erişince kabullendi ve radikal önlemler almaya başladı. Büyükçe bir eyaleti (Wuhan) karantinaya aldı. Daha sonra bunu genişletti ve toplamda 70 milyon insanın yaşadığı bölgeyi (nüfüs olarak neredeyse Türkiye kadar insanı) karantinada tuttu. Bunu da işte bizim pek bir eleştirdiğimiz “otoriter devlet” yapısıyla başarabildi. Uygulamasını da çok sert biçimde yaptı. Bu kadar büyük bir nüfustan, yok sayılacak miktarda aykırı davranışları da şiddetle bastırdı. Sonuçta da 83 bin vakadan 3 bin ölümle bu sorunun üstesinden geldiği görülüyor. Hatta İtalya’ya 8 uçak dolusu yardım malzemesi bile gönderdi.

Yaşadığımız dünyada en özgürlükçü ülkeleri sıralayacak olursak, en başa İngiltere, Avustralya, Amerika gibi ülkeler ve peşpeşe Avrupa ülkeleri yazılır. Çünkü bu ülkelerde kamu Çin’deki gibi her şeye her an hâkim değildir. Daha çok özel teşebbüs, daha çok özgür birey, daha fazla ekonomik özgürlük vardır.

Nitekim koronavirüs sorunu kısa sürede bu ülkeleri de esaretine aldı. Ama bu ülkeler Çin’den farklı olarak, ister hazırlıksız yakalanma (ki kabul edilemez, önlerinde hastalıkla yoğun bir şekilde boğuşan Çin örneği varken) ister ciddiye almama, isterse de ne yapılacağı konusunda bir müktesebata sahip olmamalarından dolayı gevşek davrandılar. Kendi nüfuslarının toplamı, Çin’in karantinaya aldığı nüfusun neredeyse yarısı olan bu ülkeler kısmen başarısız oldular. Tedbir olarak da, geç de olsa Çin’in yaptığı “otoriter devlet” uygulamalarını hayata geçirdiler. İngiltere yönetimi önce, “hastalık bulaşsın, bağışıklık kazanarak bu işin üstesinden geliriz” gibi garip bir söylemle halkını bilgilendirdi. Fransa yönetimi, “nüfusumuzun %60’ını kaybedebiliriz” gibi şeyler söyledi. İtalya yönetimi “insanımızın ömrü normalden önce sona erebilir” gibi fazla tevekkel tavırlar sergiledi. Ama kazın ayağının boşverilecek gibi olmadığı görülünce toptan sokağa çıkma yasakları noktasına kadar geldiler. Amerika ise halihazırda işi ciddiye pek almışa benzemiyor. Trump hâlâ “Temmuz-Ağustos’ta hastalık kendiliğinden yok olur” havasında.

Ama paniğe kapılıp marketleri boşaltma görüntüleri de işte hep bu özgürlükçü/kapitalist ülkelerden geldi. Çin’den bu şekilde görüntüleri pek görmedik. Belki de göstermediler.

Bizim gibi liberaller, en azından devletin birey üzerindeki otoritesinin mümkün olduğunca az olmasını savunur. En ufak bir güvenlik tedbirini “özgürlüğe müdahale” olarak alır ve eleştirir, karşı çıkar. Devletin iç ve dış emniyet ve adalet dışında hiçbir şeye karışmamasını ister. Eğitim ve sağlığın da tamamen özelleşmesini ister. Hatta, şahsen ben, mümkünse devletin hiç olmamasını isteyenlerden(d)im.

Eğer bizim dediğimiz gibi olsaydı, yani “devlet küçük” olsaydı, bu şekilde “ulusal (ve küresel) boyutta bir sağlık problemiyle nasıl başederdi” konusunu hiç düşünmemiştik. Sağlığın ve eğitimin, yani bütün hastanelerin ve okulların özel sektörün elinde olduğu bir devlette, devlet bu tesisleri nasıl kullanacaktı? Hemen dilimizden “olağanüstü haller” savunması dökülebilir. Peki bu olağanüstü haller nereden/ne zaman başlayacak? Hastalık ilk duyulduğu anda mı (Çin gibi) yoksa yayıldığı anlaşıldığında mı (İtalya-Fransa gibi)? Çin böyle otoriter bir devlet olmasaydı, bu sorunun üzerinden gelebilir miydi? Hastaneler tamamen devletin olmasaydı bu kadar çabuk kamu hizmetine adapte edilebilir miydi? O kadar büyük bir nüfusu karantinaya alabilir miydi?

Yine özgürlük düşkünü olan biz liberaller için, temel özgürlüklerden saydığımız “seyahat özgürlüğü”nün, bu şekilde olağanüstü hallerde devletçe engellenmesine razı olabilmemiz de büyük bir taviz gibi görünüyor. Özel okullarda da eğitime ara verilmesini, hem “teşebbüs hürriyeti” hem de “eğitim hakkı” açısından sorun etmiyoruz. İşyerlerinin ikinci bir emre kadar kapalı olmasını “teşebbüs/ticaret hürriyetine” aykırı görmüyoruz. Hatta belki, devletin bu tedbirler çerçevesinde özel mülklere el koymasına da ses çıkar(a)mayacağız. Rıza göstereceğiz.

Peki olağanüstü şartlardaki tedbirleri kabul ettik. Olağan durumlarda devletin ne kadar otoriter olmasına rıza göstereceğiz? Örneğin, bireysel hakkı olduğunu düşünerek çocuğuna kızamık, su çiçeği gibi aşıları yaptırmak istemeyen bir ebeveyne devlet bir yaptırım uygulayabilmeli mi? Yoksa olağan şartlarda birey kendi bildiğini mi yapabilmeli? Örneğin Çin, hiç kimsenin kızamık aşısından kaçınmasını mümkün kılmazken ve ülkesinde kızamık hastalığı sıfırlanırken, bireysel özgürlüklerin geniş olduğu Batılı ülkelerde ebeveynler bu aşıyı yaptırmamakla, devletin de yaptırım uygulayamamasıyla, doğrusu mu yapılmaktadır?

Bugün artık görüyoruz ki devleti ve onun yaptırım gücünü, eğitim ve sağlık tesislerinin devletin elinde olmasını (hem de büyük çoğunluğunun) kabul etmekten memnunuz. Çünkü aksi olsaydı, yani bu imkânlar sadece özel teşebbüsün elinde olsaydı, onları kamu hizmetine tahsis etmek oldukça geç olabilirdi. Yani bugün büyük ve güçlü, otoriter kararları çabuk alabilen, saydığımız bütün özgürlükleri kısıtlayabilen bir devletimiz olmasının avantajını konforunu yaşıyoruz, ama bunun farkında değiliz.

Bunlar şimdilik sadece kafama takılan sorular. Belki yeniden bir muhasebe yapılmasına, bir tartışma açılmasına vesile olur. Sosyalizm pratikte çökünce, müzmin sosyalistler, “çöken reel sosyalizm, bilimsel sosyalizm yaşıyor” avuntusuna sığınmışlardı. İnsanlara lazım olan reel hayat, yani pratik. Kitaplarda ne yazarsa yazsın. Biz liberaller de o duruma düşmemek için pratik hayatın sonuçlarını veri olarak kabullenip fikri müktesebatımızı ona göre yeniden oluşturmalıyız diye düşünüyorum.

Yanlış Bilinen Kapitalizm

– Bu kitaplardan hangisini çevirmek istersin? diye sorduğu günü hatırlıyorum.

Elinde iki kitap vardı. Biri düz lacivert kapaklıydı ve gayet oturaklı görünüyordu. Diğerinin kapağı yeşil-beyaz ve resimliydi. İç sayfalarda tablolar ve bol sayıda kutucuk vardı. Diğerine nispetle tercümesi daha kolay göründüğü için ikincisini seçsem de, çevirebilir miyim ki demekten kendimi alamadım. Niye çeviremeyecekmişim ki? Hem ne zaman sıkışırsam, ona başvurabilirmişim. Nitekim öyle de oldu.

Kitap ebadındaki bu ilk tercümemi baskıdan önce gözden geçirdi. Bazı yerlerde düzeltme istedi, bazılarını bizzat düzeltti. Bu tercümenin ortaya çıkmasında büyük payı var Atilla Yayla Hoca’nın.

Aklımın ucundan dahi geçmeyen bir alana, çeviri işine onun tavassutu ve müzaheretiyle girdim. Kitabın takdimini o yazsa, eminim bunlardan bahsetmeyecek, uzun uzadıya bahsedilmesinden de hoşlanmayacaktı. Bir orta yol bulmak adına, takdimi ben yazdım ve her fırsatta tekrarladığı gibi, ‘insan sadece öfkesinde ve yergisinde değil, sevgisinde ve övgüsünde de mutedil olmalı’ diyerek teşekkür faslını kısa tutmaya çalıştım. Burada da aynı yolu izliyorum.

Liberte Yayınevi’nden Özlem Çağlar Yılmaz, Yavuz Selim Erfidan, Mesut Koçak, Ayyüce Dalkılıç ve telif giderlerini karşıladığını sonradan öğrendiğim Değerli Eğitim Derneği, Robert P. Murphy’nin Yanlış Bilinen Kapitalizm adıyla yayınlanan kitabının okuyucuyla buluşmasında emeği geçen diğer isimler. Hepsine bir kez de buradan teşekkür ediyorum.

Piyasa Ekonomisi veya Kapitalizm

Temelinde özel mülkiyet, gönüllü işbölümü ve serbest mübadelenin yattığı, insanlık tarihi kadar kadim bir müessese olan piyasanın önemi ve işleyişi Adam Smith’e (1723-1790) kadar kavranamadı. 1776 yılında yayınladığı Milletlerin Zenginliği isimli kitabı, piyasanın işleyişini sistematik biçimde izah eden ilk metindir.

Aslen bir ahlâk felsefecisi olan Smith’e göre piyasalara müdahale edilmezse, kendi durumunu iyileştirme peşinde koşan her aktörün aynı motivasyonla hareket eden diğer aktörlerle kuracağı ilişkiler, sadece kendileri için değil toplumun ve ekonominin bütünü için de en iyi neticenin hâsıl olmasının yolunu açacaktı.

Smith’in savunduğu, takipçilerinin geliştirdiği ekonomik sisteme kapitalizm adını verenin, piyasanın veya kapitalizmin en büyük düşmanı Karl Marks (1818-1883) olması, kaderin bir cilvesi olarak nitelenebilecek ilginç bir detay.

Liberaller kapitalizm (sermayecilik) kelimesinden rahatsızlık duymaz, fakat piyasa ekonomisi, serbest piyasa veya kısaca ‘piyasa’ demeyi tercih ederler. Robert P. Murphy de bu görüştedir, lâkin en uygun tanımlamanın “mülkiyetçilik” (propertyism) olduğunu savunur. Zira kollektivist sistemlerden farklı olarak piyasa ekonomisinde işbölümü ve mübadele tamamen gönüllü (rızaya dayalı) olarak gerçekleşir. Bunu sağlayan, özel mülkiyettir. Mülkiyet hakkı, yine kollektivist ekonomilerden farklı olarak, tüketim malları yanında üretim araçlarını da kapsar.

Yanlış Bilinen Kapitalizm

Geriye dönüp baktığımızda kapitalizm hakkında bilinenlerin ve bugüne kadar söylenenlerin çoğunun, sol/sosyalist mecradan beslendiğini görüyoruz. Sosyalistler düşmanı oldukları bir sistemin isim babası olmakla kalmamış, hakkında ne bilmemiz ve düşünmemiz gerektiğini de belirlemişlerdir, bir bakıma. Akademiden edebiyata ve basın-yayına kadar pek çok alanda bu sol/sosyalist söylem üstünlüğü hâkimdir.

Öyle ki enflasyon, işsizlik, gelir dağılımında adaletsizlik, pahalılık, fakirlik, ırk, renk ve cinsiyet başta olmak üzere her türden ayrımcılık, çevre kirliliği, iklim değişikliği ve daha nicesi dünyanın başına kapitalizmin musallat ettiği sorunlar olarak görülür, gösterilir.

Bu düşünce birkaç bakımdan hatalı, bir o kadar da hakkaniyetsiz.

Evvelâ kapitalizmin sıradan insanın refahında meydana getirdiği olağanüstü artış görmezden geliniyor. Günümüzde ekonomik olarak en alt sınıftaki insanların bile hayat seviyesi, birkaç yüzyıl öncesinin sultanlarından, krallarından ve prenslerinden çok daha yüksekte ise bunu büyük ölçüde kapitalizme borçluyuz.

Kapitalizme yapılan bir diğer haksızlık, son yüz yıllık süreçte iktisadî hayatın parametrelerini belirleme gücü büyük ölçüde devletlerin eline geçtiği halde, ekonominin ürettiği bütün negatif sonuçlardan hâlâ kapitalizmin sorumlu tutulması. Bu, kapitalizm asla negatif sonuçlar üretmez anlamına gelmiyor. Daha ziyade devletin ve regülasyonların sebep olduğu olumsuzlukların da kapitalizmin hanesine yazıldığını vurgulamaya çalışıyorum.

Robert P. Murphy kapitalizmle ilgili yanlış bilinenleri teknik ve teorik açıklamalar yerine gündelik hayattan örnekler vererek çürütmeyi denediği bu kitabı resmiyetten uzak ve bir sohbet havası içinde kaleme almış. Murphy’nin sade ve samimi üslubunu çeviriye de yansıtmaya gayret ettim.

Kira kontrolünden asgari ücrete, kapitalizmin köleliğe bakışından ırk ve cinsiyet ayrımcılığına, papağanların veya ineklerin nesli tükenmezken gergedanların neslinin niye tehdit altında olduğuna, bütçe açıklarının ve Merkez Bankalarının ekonomiyi nasıl tahrip ettiğine, dış ticaret açıklarında korkulacak bir yan olmadığına, uzay yarışının gerekli mi, fason üretimin zararlı mı olduğuna, emniyet kemeri takma zorunluluğundan trafik sorununun çözümüne, spekülatörlerin ve aracıların önemine dair pek çok konuya kapitalizmin yaklaşımını merak edenler Murphy’nin bu kitabına müracaat edebilir.

Kapitalizmi, doğru kaynaklardan ve kapitalistlerden dinlemek gerek.

Seyyid Ali el-Emin’in Düşüncesinde Din ve Siyaset – Müştak El-Hılo

Lübnanlı Şii taklit merciilerinden Seyyid Ali el-Emin 1952 yılında Lübnan’ın doğusunda dünyaya gelmiştir. Dinî eğitimini içtihat derecesine kadar Necef’te tamamlamıştır. Lübnan’ın önde gelen alimlerinden biri olan el-Emin aynı zamanda İslam Hakimler Şûrası/ Şura-i Hükema-i İslam üyesi ve mezhepleri yakınlaştırma alanında önemli aktivistlerden biridir. El-Emin’in siyasi alanda da şahsına münhasır görüşleri bulunmaktadır. İran Araştırmaları Merkezi’nin (İRAM) Şiilik Koordinatörlüğü görüşlerini yakından tanıyabilmek adına el-Emin’le bir röportaj gerçekleştirmiştir. Aşağıda röportajın önemli noktaları özet şeklinde yer almaktadır.

İnsan, Mezhep ve Fırka İlişkileri

El-Emin insanların dini, etnik ve milli aidiyetlerine bakmaksızın herkesi sadece insani değerler etrafında birleşmeye, diyaloğa, karşılıklı anlayışa ve barış içinde yaşamaya yönelip ayrımcılık, aşırıcılık ve mezhepçiliği terk etmeye davet etmektedir. Bu yaklaşım ten rengi, ırk, din vb. ayrımcılıkları ortadan kaldırma konusunda İslam şeriatıyla örtüşmektedir. Zira İslam’da ırk, din, mezhep vb. farklılıklara rağmen eşitliğe dayalı bir şekilde biraraya gelmek için bir engel yoktur.

El-Emin farklı mezhepler arasında tarih boyunca meydana gelen çatışmaları, yayılmacılık ve liderlerin kendi nüfuzlarını arttırma çabalarına bağlayarak bu çatışmaların kanlı şekillere bürünmesinin temel nedeninin kendini beğenmişlik, ortak noktaları görmezlikten gelme ve belli grupların istenmeyen özelliklerinin ön plana çıkartılması olarak değerlendirmektedir. Kendisinin görüşüne göre, Müslüman toplumlarda fırkacılığın yayılmasının temel nedeni ülke içerisinde siyasi ve dini partiler arasındaki güç rekabeti ve bu partilerin dışarıdaki hami güçleri arasındaki farklılıklar oluşturmaktadır.  Arap ve Müslüman ülkelerin uyumsuz politikaları bu durumun şiddetini arttırmıştır. Bazı alimlerin ve fıkıh bilimcilerinin bilimsel, itikadî ve tarihî meseleler üzerinde ihtilafları olduğu bir gerçektir. Fakat bu ihtilaflar onların milli ve dini ilişkileri üzerinde etkili olmamıştır.

El-Emin başka İslam mezheplerinin takipçileri arasında bir diğer İslam mezhebinin propagandasını yapmayı yanlış bir eylem olarak değerlendirip, böyle bir eylemin kâfirlikten imana doğru bir hareket olmadığı gibi Müslümanlar arasında ihtilaflara neden olan ve hiçbir kazanımı olmayan bir eylem olduğunun altını çizmektedir. Bunun yerine Müslümanlar arasında yakınlaşma ve aralarındaki nifakı ortadan kaldırma yönünde çaba gösterilmelidir. Bu nedenle el-Emin farklı mezhepler arası evliliği teşvik etmektedir.

Aşırıcılıkla Mücadele

El-Emin’e göre insanlar arasında nefret söylemlerini yaygınlaştırmak efsad fil-arz (yer yüzünde fesadı yaymak) ve nifakçılıktır. Zira bu söylemler terörizm ve aşırıcılığa zemin hazırlamaktadır. Bu nedenle devletlerden nefret söylemini yaymayı uluslararası kanun kapsamında bir suç olarak tanımalarını istemektedir. Alimlerin aşırıcılığa karşı mücadele etmeye başlamaları gerektiğinin altını çizen el-Emin bu noktada asıl sorumlunun Müslüman ülkelerdeki resmi yetkililerin olduğunu vurgulayıp onlara belli tavsiyelerde bulunmaktadır:

  • Ilımlı alimleri, kişileri ve aynı şekilde ılımlı çizgide ilerleyen TV kanallarını teşvik etmek.
  • Dini ortaklıkları kapsayan tek tip dini ders kitaplarının bastırılması. Bunun dışında her dine ve mezhebe ait özel meselelerin açıklamasının cami ve kiliselerin sorumluluğuna bırakılması.
  • Farklı fırkalar arasındaki ortak dini meselelerin araştırılmasını sağlayan kuruluşlar oluşturulması.

El-Emin, Ehli Beyt ve sahabe arasındaki iyi ilişkilere değinerek Hz. Muhammed’in sahabelerine hakaret etmenin Şii mezhep usullerinden olmadığı gibi büyük günah (günah-i kebire) olarak nitelendiğinin altını çizmektedir. Öte yandan el-Emin, Şii mezhebine mensup olanlar arasında bazı kişi ve grupların böyle bir yaklaşıma inanmasının, bütün Şii mezhebinin yaklaşımını temsil etmediğini de vurgulamaktadır.

İranlı Olmayan Şiilerin İran İslam Cumhuriyeti ile İlişkileri

El-Emin, Medine’de farklı dinlere mensup kişilerin bir arada yaşamasını, adalet ve eşitlik temelinde toplumsal düzenin oluşturulmasını ön gören “Medine Antlaşması”nı hatırlatarak, bu antlaşmadan günümüzü ilgilendiren dersler çıkarılması gerektiğini belirtti. Şiilerin kendi milletlerinin ayrılmaz parçaları olduğunu vurgulayarak, yeni iktidara gelen bazı partilerin Şiileri yurtdışındaki siyasi projeleriyle ilişkilendirmeye çalıştığını ve bunun büyük bir hata olduğunu söylemektedir. El-Emin aynı şekilde ülkesindeki Şiilerin ülke dışındaki siyasi projelerle ilişki kurmasının yanlış olduğunu ifade ederek, bir ülkedeki Şiilerin diğer bir ülkede bulunan Şiilerle kurdukları ilişkilerin milli değerlere zarar vermemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bir siyasi grup veya partinin ne kadar büyük olursa olsun dinî ve mezhebî alanlarda tek temsilci olamayacağının altını çizen el-Emin, Şiileri diğer ülkelere bağlı siyasî partilere ve gruplara karşı uyanık olmaya çağırmaktadır.

Siyasî Amaçları Gerçekleştirmek için Dinin Kullanılması

El-Emin’e göre siyasi projeler için dini sloganların kullanılması dine zarar vermekle beraber dinin kutsal ilkelerini, dünyevi meselelerin tartışıldığı, kişisel çıkarların konuşulduğu ve giderek ihtilaf, gruplaşma ve siyasî oyunların çöplüğüne dönüşen bir alan haline getirir. Geçmiş deneyimler dinî partilerin uygulamada davet ve risalet yolundan çıkıp dinî meseleleri güç ve siyaset alanlarına dahil ettiklerini göstermektedir. Bu nedenle bu tür yaklaşımların dine zarar verip toplumun din ve mezhebe göre bölünmesine sebep olmaktadır. Bunun sonucunda dinî siyasi partilerde partinin siyasetleri din doğrultusunda olmasından ötürü partinin muhalifleri din karşıtı olarak değerlendirilip dışlanmaktadır. Bu nedenle el-Emin dinî partilerin kurulmasına karşıdır. Bu noktadan hareketle el-Emin diğer ülkelerin de din, mezhep ve etnik temelli partilerin kurulmasına karşı çıkmalarını önermektedir. Aynı şekilde ulemanın siyasi meselelere karışmasının, günümüzde Müslüman toplumlar ve milletlerine hiçbir faydası olmadığını ileri süren el-Emin, ulema ve dinî kuruluşların doğrudan siyasete müdahale etmesine karşıdır. Ulema ve dinî mercilerin ümmetin birliği, davet, ıslahat ve adalet gibi daha kapsamlı meselelere önem vermeleri gerektiğini savunmaktadır.

Velayet-i Fakihin Meşruluğu

El-Emin “Velayet’ul Devlet ve Devlet’ul Fakih” adlı kitabında kendi görüşünü, velayet hakkının yönetimin sorumlusu olarak hükümete ait olduğunu ve hükümetin bu yetkiyi halktan aldığı yönünde detaylı bir biçimde ifade etmektedir. İslam ümmetinin velayetini hükümetin milleti temsil etmesi olarak ortaya koyan el-Emin, Velayet-i Fakihe karşılık ulus devletin velayetini savunmaktadır. Ona göre fıkıh açısından yönetim ve rehberlik sıradan insanlarla aynıdır. Fakih sadece halk tarafından seçildiği takdirde hakimiyeti meşrudur. Aksi takdirde sadece fakih olması onun için yönetme hakkı doğurmaz. Böylece yönetim hakkı ülke sınırlarını aşmamış olur. Bu nedenle el-Emin dinî ve mezhebî ilişkilerin vatandaşlık ilişkilerinden daha önemli olmadığını savunup, Şiilere kendi vatanlarına sadık olma ve savunma çağrısında bulunmaktadır. Bunların yanı sıra bir ülke, herhangi bir mezhep veya dinin mensuplarıyla ilişki kurmak istediğinde, bunu tâbi olduğu devlet aracılığıyla yapmalıdır.

 

Şiilerin Siyasi Yaklaşımları

El-Emin’e göre farklı ülkelerde bulunan Şiiler tıpkı diğer toplum bireyleri gibi farklı siyasî yaklaşımlara sahiptir. İran’ın siyasî bakış açısına yakın dinî ve siyasî partilerin ortaya çıkmasıyla bu farklı yaklaşımın etkisi artarak büyümüş, Şiiler arasında kendi ülkelerinde mevcut olan kültürel çeşitliliği ve millî siyasî değerleri gölgelemiştir. Buna rağmen hem Arap hem de Arap olmayan Şii toplumlarda İran’a yakın partilerin yaklaşımlarından farklı olarak daha ılımlı millî-siyasî söylemleri benimseyen örneklere de rastlamak mümkündür. Fakat bu görüşlere sahip olanlar iktidarı elinde bulunduran İran yanlısı partiler tarafından zaman zaman saldırıya uğramaktadır.

Şiilikte Merciilik ve Dinî Kuruluşların Mevcut Durumu

Önceki dönemlerde dünyada Şiilikte merciilik konusunda Kum ve Necef havzaları arasındaki rekabet her ne kadar bazı durumlarda etnik kimliğe bürünse de ilmî bir karakterdeydi. Taklit merciilerinin öne çıkmasının en önemli nedeni ilmî ölçülerdi. Ancak İran’da Velayet-i Fakih sistemine dayalı İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla merciilik de Velayet-i Fakih sisteminden etkilenmiştir. İran İslam Cumhuriyeti de hem yurtdışında hem yurtiçinde farklı görüşleri benimseyen dinî merciiliğin ortaya çıkmasına izin vermemiştir. Günümüzde dinî merciilik bir nevi güç ve siyasî parti ögelerine karışmış durumdadır. Ayrıca merciilik tamamen İran’ın mevcut yönetimine destek vermese de en azından muhalefet etmemektedir.  Bu nedenle Necef ve Kum havzalarında muhalif bir görüşe rastlanmamaktadır.

El-Emin Şiiliğin dinî kuruluşlarının yeniden yapılandırılması gerektiğine, bu yapılanmanın şeriatten ve diğer milletlerin tecrübelerinden faydalanarak bireysellikten çıkıp yasal ve kurumsal bir yapılanma yolunda Merciilikten başlanması gerektiğine inanmaktadır. Merciilik derecesine ulaşmanın kriterleri de bu kurumsal yapı tarafından belirlenmeli, büyük taklit merciini seçmek için saygın alimlerin yer aldığı bir meclis oluşturulmalıdır. Ona göre dinî ilim havzalarında ders programları gözden geçirilmeli, merciiliğin malî işleri şeffaf bir biçimde düzenlenmeli ve bir taklit merciinin kontrolündeki varlıklar merciinin vefatından sonra başka bir merciiğe aktarılmalıdır.

* Müştak El-Hılo, İran Araştırmaları Merkezi Şiilik Araştırmaları Koordinatörü.

Oda TV’lere Karşı Sade Vatandaşları Kim Koruyacak?

Oda TV olayında, hemen hemen her vakada olduğu, tek taraflı bakış ve yorumlar ağırlık kazandı. Bazıları oda tv’nin şehit MİT mensubunun cenaze törenine ilişkin “haber”inin devletin güvenliğine zarar verdiğini ve hiç bir ülkede buna müsaade edilemeyeceğini, bu olaya basın özgürlüğü açısından bakılamayacağını söyledi. Diğer bazıları asıl olanın basın özgürlüğü olduğunu ve yayın üzerine söz konusu sitenin erişimine engel konmasının ve tartışılan “haber”i yapan kişi ile bir site sorumlusunun gözaltına alınmasının bu yüzden yanlış olduğuna dair görüşler beyan etti. Olay bu kadar basit ve tek yönlü mü? Gelin insaflı ve çok yönlü bir değerlendirme yapmaya çalışalım.

  1. Hiç şüphe yok ki olay bir yönüyle devlet güvenliğiyle ve hemen hemen her ülkede gizli kalması gerektiği kural olarak kabul edilen devlet görevlerinin ve görevlilerinin ifşa edilmesiyle ilgili. Sadece demokratik olmayanlarda değil demokratik olanlarda da devlet güveliği ve gizli kalması gereken devlet faaliyetleri kategorisi var. İyi veya kötü diye değerlendirmeden, bunun altını çizmek lazım. Bu yüzden, böyle bir olay nerede vuku bulursa bulsun tartışılırdı. Anti demokratik ülkelerde böyle bir sözüm ona haberi yapan sorgusuz sualsiz hapse atılır veya öldürülürdü. Demokratik ülkelerde ise yargı üzerinden hesaba çekilirdi. Buna dair birçok örnek var. J. Assange (https://tr.wikipedia.org/wiki/Julian_Assange), E. Snowden (https://tr.wikipedia.org/wiki/Edward_Snowden)  ve Bradley Manning (https://en.wikipedia.org/wiki/United_States_v._Manning) olayları hâlâ hafızalarda. Dolaysısıyla, demokrasilerde bu tür adlî soruşturma ve yayın engelleri olmaz iddiası mesnetsiz ve boş.
  2. Devlet güvenliği meselesi elbette tartışmaya açık. Sanırım bu alan kritik zamanlarda genişliyor olağan zamanlarda daralıyor. Yani hep aynı genişlikte değil. Meselâ savaş, iç çatışma zamanlarında genişliyor, uzun barış ve iç istikrar dönemlerinde daralıyor. Her ülkede böyle. Bu yüzden, elimizde önceden tüm müstakbel durumlara uygulanabilecek bir şablon yok. Ben şahsen hem genel olarak hem de bu olayda devlet güvenliği alanının olabildiğince dar tutulmasının uygun olacağı kanaatindeyim. Ama devlet güvenliği diye bir kavram ve konu hiç olmasın talebini sadece uçuk bir fantezi olarak görüyorum.
  3. Oda tv’nin yayınladığı bilginin daha önce bir milletvekili (ve bir başka “gazeteci”) tarafından da ifşa edildiği söyleniyor. Keza bilginin –video kaydının- bazı kamu görevlileri tarafından sızdırıldığı da öne sürülüyor. Benzer bazı durumlarda hukukî işlem yapılmadığı ekleniyor. Bunlar elbette gözaltı kararını ve yayın durdurmayı daha tartışılır hâle getiriyor, ama tamamen hukuka aykırı kılmıyor. Cari hukuka bakarak önce adlî takibe uğratılmamış durumların son durumu kanunen suç olmaktan çıkarttığı herhâlde söylenemez. Uygulamalarda tutarsızlık olması başka kanunun ne dediği başka. Ayrıca, bu durumda olsa olsa bir müteselsil sorumluktan bahsedilebilir, yani daha önce ifşa ve yardım almış olma suç isnadını suç olmaktan çıkarmaz, bunu yapan herkesin ayrım yapılmaksızın kanunî müeyyide ile muhatap kılınmasını gerektirir. Keza, zaten sanıklarla ve boy gösterdikleri platformla aynı dünya görüşüne sahip olduğu bilinen bazı baroların yöneticilerinin “gazetecilik suç değildir” şeklindeki açıklaması da hukuk tekniği açısından bir şey ifade etmez, olsa olsa bu kimselerin yandaşlarını hukukun elinden almak için zemin hazırlama çabası olarak yorumlanabilir.
  4. Tartışılan oda tv’nin her yayını değil bu spesifik olay olduğuna göre tüm siteye erişimin engellenmesi yerine sadece o habere erişimin engellenmesinin daha doğru olacağını söylemek ortada hiç bir sorun yok demekten daha makul olurdu. İlgili şahısların gözaltına alınması da daha uygun biçimde yapılabilirdi. Ancak, göz altılara ve hukukî işlem yapılmasına şaşırmak garip, çünkü benzer olayların kahramanlarına, yukarda verdiğim örneklerde olduğu gibi, adeta kan kusturulduğu demokratik ülke örnekleri bol miktarda var.
  5. Fakat, beni daha çok ilgilendiren genel ve soyut bir devlet güvenliği değil doğrudan doğruya olayın parçası hâline getirilen şehit yakınları sivil ve iş arkadaşı resmî vatandaşlarımız. Meseleyi sadece devlet güvenliği ve gizli devlet faaliyetleri açısından değerlendirenler olaya kasıtlı veya kasıtsız eksik yaklaşıyor. Bu tür bir yayını suç sayan bir kanun hükmü zaten var. Yani yapılan kanuna aykırı. Hukukî işlemin anayasaya aykırı olduğu iddiası da kendi başına bir şey ifade etmez. Herkes benzer şeyler öne sürebilir. Ama kimse bu konuda mahkemeleri es geçip kesin hüküm mercii olduğunu iddia edemez. Bazı hukukçuların öne sürdüğü gibi kanun ile anayasa arasında bir çelişki olduğuna inanılıyorsa önce yapılması gereken onu AYM’ye taşımak. Kanun orada dururken ilgili mercilerin kanun yokmuş gibi davranması beklenemez. Zira bu tür bir tavır benzer tavırlara cesaret verir, zemin hazırlar. Ama şehit olan MİT personelinin ve yakınlarının bir anlamda teşhir edilmesi ahlâka ilaveten kanunlara da açıkça aykırı. Bu yayın onları hedef durumuna getirebilir, hayatlarını tehlikeye sokabilir. Bu yüzden, asıl korunması gereken devlet güvenliğinden ziyade bu vatandaşlardır. Başka bir deyişle olayın hakları ihlâl edilen vatandaşlar açsından da değerlendirilmesi daha önemlidir ve şarttır.
  6. Oda tv normal bir yayın platformu değil. İnsanlara iftira atmayı, itibar suikastleri yapmayı tarz edinen, başka da bir şey bilmeyen bir grup, hatta çete. Sade vatandaşlar kendi başına olduğu ve çeteye karşı başka bir çete ile mücadele veremeyeceği için böyleleri karşısında dezavantajlı. Bunu en iyi bilenlerden biri benim. Zira neredeyse her iki ayda bir oda tv’nin sistematik saldırı ve karalamalara maruz kalıyorum. O kadar ki bu saldırılar bir yerde benim hayat hakkıma yönelik tehlikeler yaratma potansiyeli taşıyor. Benim ve yine oda tv tarafından benzer durumda bırakılan kimselerin haklarını kim koruyacak?
  7. Bazıları böyle bir şey olduğunda mahkemelere gidin, tekzip gönderin filan diyor. “Bekâra karı boşamak kolay!” derler. Sık sık böyle saldırılarla karşılaşıyorsanız, devamlı olarak fanatik kimseleri kışkırtacak şekilde etiketleniyorsanız, iftira ve karalamalar haber gibi yayınlanıyor ve isimsiz veriliyorsa işiniz daha da zor. Mahkemeye gitmek için avukat tutmanız, masraf yapmanız ve sonuç alabilmek için aylarınızı harcamanız gerekiyor. Bunlar hiç kolay değil. Üstelik muhataplarınız bu iş için özel olarak eğitilmiş veya zaman içinde bu tür karanlık işlerde çok tecrübe kazanmış karanlık kimseler. Dahası, bir tekzip gönderip yayınlatabilseniz ve hatta bir tazminat kararı çıkartabilseniz bile bunun size verilen zararı telafi etmeye ve söz konusu kasıtlı ve iğrenç davranışlara son verilmesini sağlamaya yeteceği garanti değil. Bu yüzden, bu olayda her şey sözde bir yayın platformu ile devlet arasındaki bir ilişkiden ibaret değil, profesyonel tetikçilik yapan sözde yayın platformu ile sade vatandaşlar arasında bir orantısız güç dengesi var ve sade insanlar devamlı mağdur oluyor.
  8. Dikkatimi çeken başka bir şey, “Pelikan” adını verdikleri grubun şahısları hedef alan yayın faaliyetlerine şiddetle karşı çıkan, bunları yayın değil karalama ve operasyon olarak gören bazılarının oda tv’ye hararetle sahip çıkması ve destek vermesi. Burada yaman bir çelişki var. Oda tv’yi eleştiremiyorsanız söz konusu grubu eleştirme hakkına da sahip olamazsınız. Pelikan dediğiniz grubun yaptığı şahısları hedef alan haber ve yorumlar haksız ise oda tv’nin yaptıkları da haksız. Oda tv’nin şahısları ve şahsiyetleri hedefe koyan, yalana dolana dayalı, bazen hayat hakkına açık saldırıya dönüşen yayınlar yapma hakkı var ise o grubun da buna hakkı olmalı. Size veya sevdiklerinize-önemsediklerinize yapılınca yanlış olan şey başkalarına veya sevmediklerinize-önemsemediklerinize yapılınca yanlış olmaktan çıkmaz. Ya tutarlı olun ya da susun!
  9. Özellikle bazı hukukçuları gözeterek şunu söyleyeyim: Hayatı her zaman soyut genel ilkeler ve kanunlar idare etmiyor. Güç ilişkileri ve dengeleri ile insanî vasıflar veya vasıfsızlıklar da bir o kadar önemli. Ahlâksız ve çeteleşmiş kimseleri hukuk yoluyla durdurma çabası sonuçsuz kalabiliyor veya çok yetersiz derecede etkili olabiliyor.  Bu çetenin bana yaptığı saldırılar sadece iftira atmakla ve itibarıma zarar vermekle sınırlı kalmıyor, dediğim gibi, hayat hakkımı da tehlikeye düşürüyor. Her oda tv saldırısından sonra can güvenliğimden daha çok endişe eder hâle geliyorum. Bunda bir tuhaflık yok mu?
  1. Son olarak, haklarımı oda tv’ye karşı nasıl koruyacağımı sorduğumda hukuk devletini işaret eden hukukçulara cevap vereyim. İnsan haklarına saygılı, onları gerçekten koruyan bir demokratik hukuk devletimiz var olsaydı oda tv gibi kasıtlı ve bilinçli olarak mütemadiyen insan haklarını ihlâl eden linç ve operasyon çetelerinin mevcut ve faaliyet gösteriyor olmasına asla müsaade edilmezdi.

 

Mega Çağlar, Mega Kahramanlar ve İnsanlığın Tarihi

Türkiye’de (ve muhtemelen dünyada) tarih çalışmaları, tarih yazımı ve tarih eğitimi, yakın zamanlara kadar mega çağlar ve mega kahramanlar üzerinde odaklanmıştı. Antik Yunan’a verilen önem, Rönesans, reform, lokal bağımsızlık savaşları, kurucu önderler vb. tarihin başlıca konularını teşkil etmekteydi. Türkiye’de durum birçok köklü tarihe sahip ülkedekinden daha vahim ve komikti. Mesela benim (neslime) tarih adına fetihlere, kaybedilen savaşlara, çağ aşan ve kapatan tarihsel figürlere ilişkin doğru yanlış anlatılardan mürekkep kitaplar okutuldu.

Son yıllarda bu tarih anlayışı ve tarih araştırmacılığı çok irtifa kaybetti. Tarihçiler siyaset ve savaş üzerinde odaklanan araştırmacılar olmaktan çıktı. Hem tarih kendi içinde alt ihtisaslaşma dallarına ayrıldı hem de antropoloji, arkeoloji ve etnografya tarihe gittikçe daha fazla nüfuz etmeye başladı. Bu çerçevede, artık tarihi büyük adamların yazdığı veya tek büyük vakaların–adımların belirlediği (klasik) görüşü büyük yaralar aldı. Niall Ferguson’un belirttiği gibi tarihi yapan sıradan insanların ihtiyaçları, korkuları, arayışları. Tarihe yön veren hiç bir aktörün tüm sonuçları hesaplanarak atmadığı adımlar ve bazen beşerî sonuçlara yol açan tabiat olayları.

Peter Watson ‘un Yapı Kredi Yayımları tarafından basılan abidevî eseri Fikirler Tarihi’nde bunun örnekleri çeşitli sayfalarda sürpriz olacak şekilde insanın karşısına çıkıyor.  Bunların bir ikisinden bahsetmek istiyorum.

Avrupa’da toplumsal hayatı değiştiren olaylardan biri; kütüphanelerde sessizliğin kural hâline getirilmesiydi. Oxford 1412’de, Angers 1413’de kütüphanelerin sessiz olmasını gerektiren kuralları yürürlüğe koydu. O zamana kadar kütüphaneler gürültüden geçilmezdi. Bu gelişme daha önce kolektif bir faaliyet olan okumayı bireyselleştirdi ve özelleştirdi. Basım imkânlarının gelişmesinin bununla birleşmesi hocaların önemini azalttı ve kitapları öğrenmenin merkezi haline getirdi. İçten okuma, bir taraftan otoritenin (kilise ve krallığın) diğer taraftan kolektifin (halkın) okuyan birey üzerindeki kontrolünü ortadan kaldırdı. Bu, okuyan bireylerin müstehcen, sapkın, heretik, aykırı fikirlerle karşılaşmasını ve geleneksel düşünce biçimlerinden kopup içe dönük olarak tefekküre dalmasını kolaylaştırdı.

Basım araçlarının ve tekniklerinin (hareketli metal hurufat, kâğıdın bollaşması, yazıda kelimelerin, paragrafların ve sayfaların birbirinden ayrılması gibi) gelişmesi, yayıncıların yazılmış kitaplarla ilk karşılaşanlar olmasını sağladı. Bu, onların yeni fikirleri benimsemesine zemin hazırladı. Nitekim, Avrupa’nın ilk Protestanları arasında oran bakımından yayıncılar tepelerde yer aldı.

Büyük Veba Salgını Rönesans’ın doğmasına katkıda bulunan faktörlerdendi. Salgın kırsal kesimlerde büyük insan kaybına ve dolayısıyla emek arzı azalmasına yol açtı. Bu, feodal sistemin çökmesine katkıda bulundu. Diğer taraftan veba salgınının dinî düşünce üzerinde de geniş tesiri oldu. Yaygın ölümler bazı insanların daha içe dönük bir dindarlık geliştirmesine, içe kapanmaya, ibadetin bireyselleşmesine yol açtı. Başka bazı insanların ise inayetli bir Tanrı’nın varlığından kuşkulanmasına katkı yaptı. Rahiplerin yüzde kırkının ölmesi ve yerlerini daha az bilgili rahiplerin alması kıtada ağırlığı olan Katolik eğitimini çökertti…

Gerek bahsettiğim bu kitap gerekse başka tarih kitapları, tarihin mega olayların ve mega şahısların eseri, yapımı olmadığını gösteriyor. Sınırlı bir ömre sahip biz faniler şahsımızın veya parçası olduğumuz vakaların her şey olduğunu zannedebiliriz. Oysa, insanlığın uzun tarihi içinde o kadar da önemli değiliz. Buradan çıkacak sonuç belli: Alimler, hâkimler, bürokratik ve siyasî kamu otoritesi bileşenleri dâhil herkes tevazu sahibi olmalı, yeryüzü Tanrısı havasına girmekten kaçınmalı…

Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararının Hohfeld Usulü Analizi

Newcomb Hohfeld, 20.yy’da yaşayan ABD’li bir hukukçudur. Genç yaşta yaşama veda eden Hohfeld’in bu sebeple az sayıda çalışması vardır. Ancak geliştirdiği ve kendi adıyla anılan analiz yöntemi ile oldukça önemli bir çalışmaya imza atmıştır. Hohfeld Usulü Analiz, özellikle özel hukukta 20.yy’ın en önemli çalışmalarından birisidir ve üzerine çokça tartışmalar yapılmıştır. Hohfeld, bu analiz yöntemi ile hukuk uygulayıcılarının keyfî karar vermesinin önüne geçmek istemiş ve “hakların” yarışması noktasında bilinçli tercih yapılabilmesini hedeflemiştir. Özellikle özel hukukta, bu analiz pek çok karmaşık meseleyi oldukça iyi çözümleyebilmiştir.

Öte yandan bu analiz metodu, kamu hukukunda uygulanmamış ve bu noktada çalışmalar yoğunlaşmamıştır. Bunun sebebi Hohfeld’in analizinde kullandığı kavramların bireyler arasındaki ilişkilere yönelik olduğu savıdır. A. Thomas O’Rourke ise “Hukuk Biliminde Kuşkudan Kurtulmak: Anayasa Hukukunun Hohfeld Usulü Analizi” başlıklı makalesinde Hohfeld’in analizini anayasa hukukuna tatbik etmiştir. Makalede O’Rourke, bu uygulamanın anayasa mahkemelerinde verilen kararlar için de önemli olacağını ve bu analiz ile haklar arasında yapılacak tercihlerin bilinçli olacağını vurgulamıştır. Bu gerçekten önemlidir. Çünkü anayasa yargısında hakların yorumlanması ve ilkeler arasındaki tercihler daha belirgindir.  Bu analiz yönteminin uygulanması ile dava konuları ve temellendirmeler daha da rahat çözümlenebilir. Bu yazıda da Hohfeld Usulü Analiz, özetle anlatılacak ve ardından yazarı O’Rourke olan adı geçen makaleden faydalanılarak Anayasa Mahkemesinin “Wikipedia Kararı” analiz edilmeye çalışılacaktır.

İlk olarak Hohfeld Usulü Analizi anlayalım:

Hohfeld, kendi analiz yöntemini ortaya koymadan evvel hak kavramı üzerinde durmuş ve tanımı oldukça zor olan bu kavramın tanımından ziyade bu kavramın kararlardaki kullanımını kolaylaştırmayı hedeflemiştir. Hohfeld, 10 kavramı kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. İlk olarak “borç-serbestlik, alacak-alacaksızlık” kavramlarını kullanmıştır. İkinci olarak ise “yetki-yetkisizlik, tabiiyet-bağışıklık” kavramlarını kullanmıştır. Bu kavramlar arasındaki ilişkiyi ise “bağlılaşıklık” ve “karşıtlık” ile açıklamıştır. Hohfeld’in ortaya koyduğu bu 8 kavram arasındaki ilişki ise şöyledir: Borç ve serbestlik kavramları birbirlerinin karşıtlarıdır. Borç ve alacak kavramları ise birbiriyle bağlılaşıktır. (Yani borç hukuki olarak bir başka sonuç daha doğurur; bu da alacaktır.) Yine serbestlik-alacaksızlık ile bağlaşıkken borç ile karşıt bir ilişki doğurur. Öte yandan yetki ile tabiiyet kavramları bağlılaşıktır. Yetki ile yetkisizlik arasında karşıt bir ilişki vardır. Tabiiyet ile bağışık olma arasında da karşıt bir ilişki vardır.

Bu kavramları daha da netleştirebilmek açısından, ×=karşıtlık; 《》= bağlılaşık sembollerini kullanalım ve bu 8 kavramı örnekleyelim:

Borç《》AlacakBorç × SerbestlikSerbestlik 《》 AlacaksızlıkAlacak × Alacaksızlık

Yetki《》 TabiiyetYetki × YetkisizlikYetkisizlik 《》 BağışıklıkTabiiyet × Bağışıklık

Hohfeld, bu 8 kavramın  “hukukun en küçük ortak paydası” olduğunu ifade etmiştir. Bütün bu kavramları netleştirebilmek ve uygulama noktasında daha net anlaşılabilmesini sağlayabilmek için şimdi de uygulamadaki halini örneklendirelim:

Örneğin A ile B arasında bir borç ilişkisi olsun. A B’ye bir ürün satmış olsun. Burada B ile A arasındaki hukuki ilişkiye baktığımızda, B borçlu, A alacaklıdır. Burada bu sözleşmeyi yapmaya A ve B yetkilidir. B bu sözleşme ile tabiiyet ilişkisi içerisindedir. Bu çözümleme yapıldığında örneğin B borçlu olmadığı iddiasında bulunup borcunu vermezse,  B’nin hukuki ilişkisinin serbestlikle veya alacaksızlık ile bağlılaşık olup olmadığına bakılır ve hızlıca sonuca ulaşılabilir. Eğer B serbestlik içerisinde olsaydı veya A alacaksızlık ile bağlılaşık olsaydı A,  B’nin ödeme yapmadığından dolayı şikâyetinde haklı olamayacaktı. (Çünkü aralarında serbestliğe ve alacaksızlığa dayalı bir hukuki ilişki varlığı olmuş olacaktı.) Veya taraflardan birisi, bu sözleşmenin yapılamaz olduğunu iddia ettiğinde, bu sözleşmede yetki-yetkisizlik veya tabiiyet-bağışıklık ilişkisinin bağlılaşıklık veya karşıtlık durumuna bakılarak karara daha güvenilir şekilde ulaşılabilirdi. Çünkü yetki (yetkinin varlığı tabiiyeti de doğurmaktadır) veya yetkisizlik durumu belirlendiği için kolaylıkla dava çözülebilirdi.

Burada Hohfeld Usulü Analizin başlangıçta biraz karmaşık gelebileceğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Ancak bir hukuki ilişkinin taraflar arasındaki mahiyetini çözümleme noktasında oldukça etkili olduğu da kuşkusuzdur.

Kısaca Hohfeld Usulü Analizi özetledikten sonra şimdi de Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararına uygulama aşamasına geçelim:

Hohfeld Usulü Analizi, Anayasa Mahkemesi Wikidepedia Kararına uygulama noktasında ise karşımıza özel hukuk ilişkisi olmayan ve hakların her zaman bireysel değil zaman zaman kollektif ilkelere göre belirlenmiş olması veya hakların kurallar ile çatışıyor olması bu analiz yöntemini kullanmayı zorlaştırmaktadır. Ayrıca anayasa yargısında ve anayasal hakların uygulanmasında içtihad ve yorumlamanın ölçüsü düşünüldüğünde bu durum daha da zorlaşacaktır. Ancak tam da bu sebeplerle, anayasal hakların keyfî yorumlanmasının ve kuralların geniş yorumlanmasının önüne geçilebilmesi için ve özgürlükçü-güvenlikçi yaklaşımlar arasında yapılan tercihlerin bilinçli olabilmesi için Hohfeld Usulü Analiz işe yarayabilir.  Bu sebeplerle O’Rourke, bu analiz yöntemini Hart’ın teorisiyle birlikte (yazar Hart’ın teorisine katılmak zorunda olmadığını makalesinde belirtmiştir) anayasa hukukuna uygulamıştır.

Şimdi de biz, bu analizi Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararına uygulamaya çalışacağız:

Anayasa Mahkemesinin Wikipedia kararında vurgulanan hususlar ifade özgürlüğü hakkı, kamu güvenliğiyle ve kamu düzeniyle ilgili kuralların yorumlanmasıdır. Bilindiği üzere Wikipedia’nın, Türkiye’nin “Suriye’de terör örgütlerine yardım ettiği” şeklindeki maddeleri, kamu güvenliğine tehdit addedilmiş ve sadece ilgili maddelerin erişime engellenmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle Wikipedia’nın tamamına erişim engeli getirilmiştir. Wikipedia ise savunmasında maddelerin subjektif olabildiğini, söz konusu maddeye kaynak gösterilen ulusal ve uluslararası haberlerin erişime açık olduğunu, maddelerin değişebildiğini iddia etmiştir. Ayrıca zaman içerisinde bu maddenin değiştirildiği de ifade edilmiştir. Yani kararın dayanağının kalmadığı vurgulanmıştır. Bütün bu hususlar eşliğinde Anayasa Mahkemesi Wikipedia adlı internet ansiklopedisinin erişime açılması gerektiği kararını vermiştir. Anayasa Mahkemesi, kararında ifade özgürlüğü vurgusunu yapmış ve “kamu güvenliğine tehdit” suçlaması yapılırken daha dikkatli davranmak gerektiği mesajını vermiştir. Hiç şüphesiz, yerel mahkemenin kararının geç de olsa düzeltilmiş olması oldukça önemlidir. Bu tip yasakların aslında ülkemizdeki özgürlüklere darbe vurmak ve ülkemizin imajını çizmek dışında hiçbir işe yaramadığı açıktır. Nitekim kapanan Wikipedia adlı siteye erişim, URL adresinin başına 0 (sıfır) koymak suretiyle alternatifinin (Wikizero) yaratılmasıyla, kısa sürede mümkün hale gelmiştir. Yani yasak, etkili olamamış sadece siteye erişimi az da olsa zorlaştırmıştır.

Bu bilgiler ışığında yazımızın konusuna dönelim ve Hohfeld Usulü Analizi bu karara uygulayalım:

Öncelikle ifade etmek gerekir ki yerel mahkemenin kararı sınırlayıcı bir karardır. Wikipedia adlı sitenin böyle bir yayın yapmaya yetkisizliğini vurgular. Anayasa Mahkemesi’nin kararı ise bir serbestlik kararıdır ve yetkilendiren bir karardır.  Öte yandan Wikipedia Türkiye’de yayın yaparak Türkiye’nin kamu güvenliğine uygun hareket etmek durumundadır. Bu bir kuraldır. Bunun denetlemesi Türkiye Cumhuriyeti devletinin “yetkisindedir”.  Wikipedia Türkiye’de yayın yaparak bu ilişki ile bağlılaşıktır. Yani Türkiye’nin denetim “yetkisi” vardır. Wikipedia’nın ise “tabiiyeti” söz konusudur.

Diğer bir husus ise Wikipedia’nın bir anayasal hak olan ifade özgürlüğünden dilediği gibi yararlanabilmesidir. Burada bir “anayasal hak” vardır. Bu noktada denetim organlarının bunu engelleme noktasında bir “yetkisizliği” söz konusudur ve Wikipedia’nın bu hususla ilgili bir “bağışıklığı” vardır. Hohfeld Usulü Analiz ile bu meseleye bakıldığında bu davada bir “kural” ile bir “anayasal hakkın” yarıştırılması söz konudur. Bu açıdan bakıldığında aslında karar vermek çok daha kolaydır, çünkü Prof. Matthew Adler’in şu ifadeleri oldukça önemlidir:

“Anayasal haklar, kurallar karşısında sahip olunan haklardır. Anayasal hak, hak sahibini belli bir kuraldan (yanlış öngörüyle ya da geçmişle kaleme alınmış bir kuraldan) korur, hak sahibinin davranışını ve o davranışı kapsayan kuralların hepsine karşı korumaz.” 

Bu nosyonla ve istidat ile davaya bakıldığında, ifade özgürlüğü gibi önemli bir anayasal hakkın, kamu güvenliğinin ve düzeninin sağlanması yönündeki kurallar karşısında koruyucu ve daraltıcı bir işlevinin olduğu açıktır. Bu şekilde bakıldığında Anayasa Mahkemesinin kararının ne kadar isabetli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Görüldüğü üzere Hohfeld Usulü Analiz ile burada aslında iki hakkın yarışmadığı kolayca ortaya konmuştur.

Hohfeld Usulü Analiz aslında kamu hukuku davalarında, hakların ve kuralların çeşitliliğinden ötürü daha zor uygulansa da zamanla geliştirilebilir. Özellikle idare hukuku davalarında uygulandığında “borç, serbestlik alacak, alacaksızlık (Hohfeld’in kendisinin ortaya attığı bir kavramdır) gibi kavramlar eşliğinde olaylar çok daha net çözülecek ve daha isabetli karar alınabilecektir. Bu sebeplerle, Hohfeld Usulü Analiz yöntemini ülkemizde ele alıp çalışabildiğimizde hem hukuk alanına önemli bir katkı sağlamış oluruz hem de ülkemizdeki kararların isabeti noktasında önemli mesafe alabiliriz.

Kaynaklar

  1. Allen Thomas O’Rourke, “Hukuk Biliminde Kuşkudan Kurtulmak: Anayasa Hukukunun Hohfeld Usulü Analizi”, Çeviren: Burçin Aydoğdu, Hukuk Kuramı, C. 2, S. 3, Mayıs – Haziran 2015, ss. 45-66, (https://www.hukukkurami.net/editor/Sayi_9/09_05_orourke.pdf ).
  2. Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararı, Resmi Gazete, Sayı: 31009, 15 Ocak 2020, (https://www.anayasa.gov.tr/media/6426/2017-22355.pdf ).