Ana Sayfa Blog Sayfa 421

ODTÜ olayları etrafında yanlışlar

0

 

Geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan’ın  Türkiye’nin  “Göktürk 2″ adlı uydusunun uzaya fırlatılmasını izleme münasebetiyle ODTÜ kampüsü içindeki TÜBİTAK tesisini ziyareti esnasında çıkan olaylar çok dikkat çekti ve çeşitli yorumlara konu yapıldı.

 

Böylece, yaşananlar ve söylenenler, sık sık karşımıza çıkan yanlış tavır ve yaklaşımları tekrar ve topluca görmemizi sağladı. Bunların bazılarının altını çizelim.

Başbakan’ın yanlışları

Destek verme veya karşı çıkma amacıyla toplantı yapmak ve gösteri düzenlemek, demokrasilerdeki temel hak ve özgürlükler arasında yer alır. Bir kişiye veya olguya destek için gösteri yapmak ne kadar meşru ise karşı çıkmak, protesto etmek için gösteri yapmak da o kadar meşrudur. Bu yüzden, Başbakan’ın Türkiye için önemli bir başarı olduğuna inandığı uydu yerleştirmenin veya bu başarıya imza atan kişilerin protesto edilmesine şaşırması ve bundan rahatsızlık duyması anlamsız. Bazı kimseler uyduyu tamamen gereksiz ve yararsız bulabilir. Başbakan’ın ODTÜ’ye gelişini de istemiyor olabilir. Demokraside bu düşüncelerin dışa vurulmasına izin vermekten, engel olmamaktan başka bir şey yapılamaz. Erdoğan’ın protestocu öğrencilerin davranışlarından ötürü öğretim üyelerini suçlaması da yersiz. Öğretim üyeleri, öğrencilerinin sahibi değil. Sadece, onlara uzmanlık alanlarında bilgi aktarma görev ve yetkisine sahip. Öğrenciler siyasî görüş ve kanaatlerini oluştururken, muhtemelen, ailelerinden, arkadaş gruplarından, içinde bulundukları veya etrafında gezindikleri örgütlerden, hocalarından etkilendiklerinden çok daha fazla etkileniyorlar. Dolayısıyla, geçmişteki örneklerinden bildiğimiz şekilde hocaların ve idarelerin ispatlanmış tahrik ve teşvikleri olmadığı sürece, üniversite öğrencilerinin taşkınlık ve şiddetinden akademisyenler ve üniversite idareleri sorumlu tutulamaz. Başbakan’ın yaptığı gibi toptancı ithamlar, ayrıca, üniversitelerin kendisine yabancılaşmasına yol açabilir.

Polisin yanlışları

Türkiye’de polis, son yıllarda hem entelektüel açıdan hem icraat pratikleri bakımından çok gelişme kaydetti. O kadar ki, buna paralel bir gelişme orduda vuku bulsaydı şimdi çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor olabilirdik. Buna rağmen, polisin hatalarının ve eksiklerinin olmadığı söylenemez. Polis her an halkın içindedir, dolayısıyla, hatalarını saklamak için arkasına sığınabileceği, askerlerin on yıllarca kullandığı türden zırhlar bulamaz. Dünyanın her demokrasisinde polis açık ve şiddetli eleştirilere maruz bırakılır. Bu, polisi denetlemenin ve hukukî sınırları içinde tutmanın araçlarındandır. Polis teşkilatı bunun bilinci içinde eksiklerini ve hatalarını gidermeye çalışmalıdır. Orantılı şiddet kullanma en çok gözetilmesi gereken çalışma ilkesidir. Polis toplumsal olaylarda elzem olmadıkça şiddete başvurmamalı, başvurduğunda da muhataplarından hep bir adım geride kalmalıdır. Sahadaki polis memurlarına bu haksızlıkmış gibi görünebilir, ama böyle olması hem demokrasinin gereğidir hem de uzun vadede polisin güvenliğini artırıcıdır. Bu çerçevede polis, taşkın kalabalıklarla abartılı, aşırı şiddet kullanmadan mücadele etmenin tüm demokratik dünyada kullanılan tekniklerini öğrenmeli ve uygulamalıdır. Karşısındakileri düşman gibi görme ve onlara kalıcı zarar vermeyi isteme psikolojisine esir düşmemelidir. Türkiye’de polis sık sık orantılı şiddet ilkesinin dışına çıkabilmektedir. ODTÜ’de de böyle olmuş olabilir.

Medyanın yanlışları

Medya, kötü olayları sever. Bu yüzden birçok iletişim teorisyeni yayın organlarında daha çok kötü şeylerin haber olabileceğini vurgular. Ancak, medyanın kullandığı dil, bazen, çok zararlı bir şekil alabilir. ODTÜ’deki olaylar açısından bakıldığında bu çerçevede tespit edilebilecek birkaç yanlış mevcut. İlk olarak, ODTÜ’deki şiddet içeren protestonun faillerini “ODTÜ öğrencileri” öznesiyle vermek büyük hata. Bildiğim kadarıyla bu okulun 15 bin civarında öğrencisi var, olayda yer alanlar ise ancak yüzlerle ifade edilebilecek çok küçük bir öğrenci grubu. Üstelik bunların epeycesinin diğer okullardan (hatta belki de diğer şehirlerden) “eylem koymaya” gelmiş olması, bu işleri bilenleri şaşırtmaz. İkinci olarak, medyanın polis şiddetini kınarken göstericilerin şiddetini aklar hatta yüceltir tarzda haberler yapması da yanlış. Bu ya ideolojik ortaklığın veya profesyonellikten uzak olmanın sonucu. Maalesef, ODTÜ’nün sol geleneğinde şiddeti kutsayan ve şiddete başvurmayı meşru ve gerekli sayan efsaneler var. Bu olaylarda başı çekenler de bu anlayışı paylaşan öğrenciler. Bu yüzden, profesyonel ve önyargısız her muhabir, bu kafadaki grupların mutlaka şiddete başvurma yolları arayacağını bilir. Göstericilerin özgürlük mücadelesi yaptığına inanmak içinse özgürlük kavramının tarihinden ve içeriğinden gerçekten habersiz olmak gerekir. Radikal sol gruplar üniversitelerde ifade özgürlüğüne büyük darbe indiriyor. Bugün özellikle büyük şehirlerdeki devlet üniversitelerinde küçük sosyalist kümelerin sevmediği fikirlerin ziyaretçi konuşmacılar tarafından açıklanabilmesi ya imkânsız ya da çok riskli hâle geldi. Nitekim, polisin attığı gaz bombası tepesinde patladığı için hastanelik olan, bereket versin ki önemli bir zarar görmeyen, ve de bir MHP milletvekili tarafından hastanede ziyaret edilen Ankara Hukuk öğrencisinin daha önce fakültesinde ülkücüler tarafından yapılmak istenen bir paneli sabote edenler arasında olduğu ortaya çıktı.

Ne yazık ki, medyanın yanlışlarına muhalefet, özellikle de CHP katkı yapıyor. Kılıçdaroğlu, göstericilerin özgürlük mücadelesi verdiğini söyledi. AKP’ye üniversitelerde muhalefet edilmesi CHP’nin hoşuna gidebilir ama yapılanın özgürlük mücadelesi olduğu iddiası gerçeğe ters. Kişilerin ve grupların politik duruşlarının özgürlükle ilişkisini görebilmek için, neye karşı oldukları kadar neye taraftar olduklarına da bakmak gerekir. Gösterici grupların dile getirdikleri talepler ve bunları dayandırdıkları fikrî temeller, bende, sanki özgürlüğü değil “özgürlük” kod adını verdikleri bir kölelik düzenini istedikleri, savundukları izlenimini uyandırıyor. Muhalefet demokrat olmakta samimî ise bu gerçeği de dikkate alması ve ona göre tavır takınması beklenir.

Zaman, 28.12.2012

 

İnsan merkezli yeni bir muhalefet gerek

0

Türkiye’de hak ve özgürlükler alanında hala sivil iktidarı geriden takip eden bir siyasi muhalefet ve sivil toplum anlayışına sahibiz. Sivil iktidarın yanlışını da yanlış, doğrusunu da yanlış gören tuhaf bir muhalefet anlayışının üretildiği bir ülkede özgürlüklerin gelişmesi bir hayli zaman alacak gibi. Hükümet kanadından üst düzey bürokratların, akademisyenlerin ve sivil toplum temsilcilerin de bulunduğu bir toplantıda eğitimin temel sorunlarına dönük önerdiğim bir konuya ‘devletin bekası’ gerekçesiyle karşı çıkanlar ne yazık ki akademisyenler ve sivil toplum temsilcileri olmuştu. Normalde tersi olması gerekirken bürokratlar insan hak ve özgürlükleri alanında daha esnek ve yapıcı bir tutum sergilemişlerdi. Bu tutum sivil iktidarın attığı her özgürlükçü adım karşısında tepki gösteren muhalefet partileri için de geçerlidir. Türkiye’de özgür, vicdanlı ve yenilikçi insanların uzun süredir gösterdikleri çabalarla alışılmadık gelişmeler yaşandı. İnsanların hak ve özgürlüklerini totaliter zihniyete sahip bir takım yapılanmaların ihlalinden korumak adına ciddi çabaların sarf edildiği böylesi önemli bir süreçte muhalefet kanadı hala mevcut eski düzeni korumak ve onu daha da güçlendirme yönünde sağduyudan yoksun bir dil geliştirmektedir.

MUHALEFET NEYE MUHALEFET EDİYOR

Örneğin muhalefetin 12 Eylül referandum sürecinde ortaya koyduğu tavır, gerek 2004 yılında kamu reformu yasa tasarısına gerekse 2012 yılında yerel yönetimler yasa tasarısına gösterilen tepkiler, eğitim alanında yaşanılan seçmeli Kürtçe, resmigeçit törenleri ve kıyafet serbestliği gibi reformlara karşı geliştirilen dirençler ve düzenlenen kampanyalar, Ergenekon yapılanmasına karşı hala ortaya konulamayan net tavır gibi daha birçok alanda sayabileceğimiz örneklerlerle muhalefetin ve sivil toplumun hala ulus devletçi sistemlerin kıskacından kurtulamadığını ve bu anlamda bir türlü geçmişleriyle yüzleşemediklerini görmekteyiz. Mevcut muhalefet anlayışı ne yazık ki halkın arzusuna yanıt veren siyasi tutum ve tavırların ne kadar değerli olduğunun farkında değil. Oysa yeniliklerine ve değişimlerine açık, herkesimden insanı kucaklayan fikir ve projelerin üretildiği bir anlayışa sahip olmaları gerekirdi. Çünkü Türkiye özgürlükçü fikirler ve bu uğurda atılacak cesur adımlarla özgür, demokrat ve kaliteli bir ülke durumuna gelecektir. Muhalefet bu tutumuyla bize bu şansı vermemektedir. İnsan hakları konusunda demokratik dünyayı yakalamış özgür bir ülke için yeni bir muhalefet anlayışına ihtiyacımız olduğu ortadadır. Ancak bunu bugün ne tarihiyle henüz yüzleşemeyen CHP ne de dar bir milliyetçilik kıskacından kendini kurtramamış bir MHP başarabilmekte. Bu ancak evrensel ahlak ve hukuk kriterlerini içselleştirmiş, demokratik ve özgürlükçü bir bakış açısına sahip temel insani değerlerin farkındalığıyla hareket eden yeni bir muhalefet anlayışının üretilmesiyle mümkündür.

Bilindiği gibi Türkiye’de yıllarca kimsenin ırkına, diline, inancına ve mezhebine bakılmaksızın özgürleşmesi yani insanlaşması bürokratik, elit, darbeci ve yasakçı bir kesim tarafından engellenmiştir. Bugün Kürtler nasıl anadilde eğitim hakkından yoksunlarsa inançları gereği başları örten kızlar da aynı şekilde eğitim ve öğretim haklarından yoksunlar. Aslında bu ülkenin Ermenilerini, Alevilerini, Müslümanlarını, Kürtlerini ve diğer farklılıkları dışlayan, yasak getiren ve yok sayan zihniyet hep aynıydı. Bu bakımdan artık insanlar son yıllarda askeri vesayetin de kırılmasıyla ve topluma yetersiz de olsa bir özgürlük alanı açılmasıyla bu durumun farkına vardılar ve eskiye oranla birbirlerinin hak-hukukunu, inancını, dilini ve mezhebini sorun etmeden sahiplenmeye başladılar. Bugün ülkede özgürlükçü çekirdek sivil bir kadro artık oluşmuş durumdadır. Bugün nerede bir hak ihlali olsa özgürlükçüler hemen tavırlarını ortaya koymaktadır. Örneğin son zamanlarda küstahça yayınlar yapan ve bu tür bir yayın anlayışını kendilerine şiar edinen bir haber sitesi Hilal Kaplan başta olmak üzere bazı aydınlarımızı fişleyerek kamuoyu önünde itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak hemen akabinde her kesimden vicdan sahibi insanlar ortak kınama bildirileri ve imza kampanyaları düzenleyerek bu tür haksızlıklara karşı ahlaki bir tavır almaktadırlar. habervaktimdenberiyiz.com ve sessizkalmamakgerek gibi oluşumlar buna birer örnektir.

TOPLUM KORKULARLA YÖNETİLMEZ

Mevcut muhalefet anlayışı ise böyle bir ortamda hala topluma basit, sıradan insan yığınları muamelesi yapmaktadır. Oysa insanlar özgür ve demokratik bir ülkenin saygın vatandaşları olarak bir arada tüm zenginlikleriyle birlikte özgürce yaşamanın özlemini çekmektedirler. İnsanlığımızın en belirgin vasfı olan özgürleşmenin önüne geçebilmek uğruna hala tuhaf korkular icat ediliyor. Düşünenden korkan, inanandan korkan, hukukun ve insan haklarının öneminden bahsedenlerden korkan bir anlayışın yerleşmesi isteniliyor. Oysa insanların büyük bir çoğunluğu artık vatanın kutsallığı uğruna cinayetlerin işlenmediği, çetelerden arınmış, paşaların sadece güvenliklerini sağladığı, bireysel özgürlüklerin yer ettiği, eğitimin daha özgür ve kaliteli olduğu bir ülkede yaşama arzusu gütmektedir. Bu yönüyle toplum bir bakıma muhalefetin de önünde daha sahici bir tutum ve tavır geliştirmektedir. Başka bir deyişle muhalefet, toplumun hala gerisinde bir anlayışa sahiptir.

Sivil iktidar kuşkusuz hak ve özgürlükler konusunda noksansız değil. Özgürlükler alanında daha atılması gereken birçok adım var. Muhalefet iktidarı özgürlükler alanında yetersiz bulacağı ve onu atması gereken cesur adımlar noktasında zorlaması gerekirken aksine mevcut atılan her olumlu adım karşısında da ciddi bir direnç göstermektedir. Bu yüzden Türkiye bu tür bir muhalefet anlayışını hak etmemektedir. Bu bakımdan Türkiye’nin yozlaşmış, standartlaşmış, durağanlaşmış, bireyi sürekli gerileten ideolojilerin ve kavramların ötesinde, insanlık için umutlar besleyen, insanı yeni baştan tanımlayan kavramları ve projeleri üreten şimdiki zamanın da ilerisinde insan lehine faaliyet yürüten yeni bir muhalefete ihtiyacı vardır.

İnsanı ‘sevgili vatandaş’ gazıyla politik bir aygıt olarak gören, değerlendiren ve istismar eden bir siyasi ve sivil toplum muhalefet anlayışının yerine ülkenin tüm renkleriyle barışık, içinde farklılıkları barındıran dahası yeni bir medeniyet projesi sunan, yapıcı, siyasal iktidarı da yeni anayasa ve özgürlükler konusunda adım atmasına zorlayacak yeni bir muhalefet dili geliştirilmelidir.

Yeni Şafak, 24.12.2012

İslamcılık ve merkez sağ arasında

0

İktidar olan ‘yeni İslamcılar’ demokratik mekanizmalar ve süreçlerle arkalarına aldıkları toplum desteği ve ele geçirdikleri devlet gücüyle otoriterleşiyorlar mı? Son günlerde tartışmaya çalıştığım soru bu.

 

İslamcılık ve seçimlere indirgenmiş bir demokrasinin sentezinden otoriterlik ile totalitarizm arasında bir yerde duran postmodern otoriterlik çıkacağı kanısındayım.

İslami referanslar, çoğunluğun meşrulayıcı desteği ve devlet aygıtlarının gücüyle belli ‘değer tercihleri’ni toplumun tümüne dayatması bizi ‘postmodern otoriterlik’e götürür. Bu tür bir otoriterlik karşısında durmak zor, adeta imkansızdır, çünkü demokratik meşruiyetiyle halka, İslami referanslarıyla dine, yaptırım gücüyle devlete dayanır.

Özellikle Arap Baharı sonrası Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri açıklayıcı bu yaklaşımın Türkiye özelinde de bir geçerliliği var mıdır? AK Parti yönetimi postmodern bir otoriterleşmeyi temsil ediyor mu?

Öncelikle AK Parti’nin ‘İslamcı’ bir parti olduğunu düşünmüyorum. Kimliğinde, söylemlerinde ve politikalarında İslamcı, milliyetçi ve demokrat unsurları birlikte barındıran ‘melez’ bir parti AK Parti.

Ancak son yıllarda bir ‘muhalefet krizi’ yaşıyor. Bünyesinde barındırdığı üç farklı kimliği bir arada tutmasını mümkün kılacak ‘düşman’ını kaybetti. Kemalist vesayet rejimin bütün kalelerinin düşmesi ve devlete egemen hale gelmesi partiyi bir arada tutan ‘zemin’inin insicamını bozdu. Bunu gidermenin bir yolu, Kürt meselesinde ‘milliyetçi-devletçi-güvenlikçi’ bir çizgiye yönelmek. Bazen denenen, bazen de terk edilen bir yol bu. İkincisi ve daha istikrarlı uygulanan yöntem ise dini duyarlıkları öne çıkaran popülizm. Başbakan’ın son dönem konuşmalarında dini referansların belirgin bir şekilde arttığını görmek mümkün.

Söylemsel düzeyde bu hâlâ bir problem değil. Ne var ki ‘sorunlu’ bir zihniyet dünyasını yavaş yavaş da olsa dışa vuruyor. ‘Sorunlu’ bulduğum şey,  İslamcı siyasal gelenekten mülhem bir ‘yeni toplum’ yaratma ülküsü; ‘kurucu akıl’ işbaşında… ‘Yeni toplum’ kurmanın mümkün olduğu düşüncesi AK Parti’nin gelecek vizyonuna ve sosyo-kültürel politikalarına yansıyor. Toplumu, geleceği ve hatta tarihi ‘yeniden inşa’ edebileceklerine ilişkin bir özgüven havası hakim. ‘Yeniden doğuş’, ‘rönesans’, ‘nahda’ fikri İslamcı köklerinden AK Parti’yi sarıyor.

 ‘Sosyal mühendislik’ projesi biçiminde zaman zaman karşımıza çıkan bu duruşu ‘Kemalizm’den mülhem sananlar oluyor, ama değil. Ortaklıkları, ikisinin de toplumun, tarihin, değerlerin ‘inşa’ edilebileceğini, ‘yeni bir toplum’un yaratılabileceğini varsayan ataları ‘modernizm.’ Ama aynı zamanda Seyyid Kutb’tanMevdudi’ye ve Ali Şeriati’ye kadar İslamcılara geçen bir ‘modernizm.’

AK Parti, elindeki toplumsal meşruiyete, siyasal güce ve ekonomik kaynaklara bakıp ‘yeni toplum’ kurmanın mümkün olduğunu düşünüyor, ‘milletin öz değerlerine’ dayanan bir toplum…

‘Milletimizin değerleri, medeniyetimiz, tarihi değerlerimiz’… Bunlar Başbakan’dan son zamanlarda sık duyduğumuz ifadeler. Hiçbir sorun yok; ancak sorunun başladığı nokta bu ‘değerleri’ devlet yoluyla ‘yeni bir toplum’ inşa sürecinin temeli yapmak. ‘Değerler’in içeriği, tanımı da bir başka sorun. ‘İktidar’ olanın içini serbestçe dolduracağı ‘siyasal enstrüman’la karşı karşıyayız.

Bu ifadelerin ‘milli görüş’ veya ‘adil düzen’den bir farkı yok; belirsizlik, tanımsızlık veya tanımda keyfilik kaçınılmaz. Fark şu; bugün ‘medeniyetimiz ve değerlerimiz’ söylemini kullananlar iktidarın ‘inşa’ araçlarına sahip. Bu araçlar kullanılarak, soyut, belirsiz ve keyfi bir ‘değerler’ sistemi adına ‘toplum mühendisliği’ yapmak mümkün. Dikkat edilmesi gereken, sonunda ‘inşa edilecek olan’ın toplum veya toplumun ‘değerleri’ değil devleti tepeye koyan, toplumu da ona itaate memur eden ‘hiyerarşik’ bir devlet-toplum ilişkisi kurulacak olmasıdır.

Ancak böyle bir eğilimin, AK Parti’yi ‘merkez sağ’ kimliğinden çıkarıp, onu İslamcı geçmişine çeken bir yöneliş olduğu unutulmamalı.

Zaman, 25.12.2012

Dindar Kürtler

0

AKP Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan; BDP’nin sol ve sosyalist, AKP’nin ise muhafazakâr-demokrat bir parti olduğunu, normalde bölgede bütün dindarların AKP’ye oy vermesi gerekirken dindar seçmenlerin BDP’ye daha çok oy verdiğini belirtti. Advan’ın sözleri partisinde tepkiyle karşılandı. Çünkü AKP, PKK ve BDP’yi dini değerler üzerinden vurmaya odaklanmıştı; tüm o “Zerdüştlük” ithamları (!), PKK/BDP’yi din-dışı/din-karşıtı olarak göstermeyi ve dindar olan Kürtlerin PKK/BDP’ye yüz çevirmelerini amaçlıyordu. Advan’ın sözleriyle bu stratejiyi yerle bir etti ve görevinden ayrılmak zorunda kaldı. 

AKP’deki bu tartışma, medyanın ilgisini “dindar Kürtler”in üzerine çekti, bu kitlenin siyasal tercihlerinde bir değişiklik meydana gelip gelmediği ve AKP ile aralarına mesafe koyup koymadıklarına dair fikirler serdedildi. Aslında dindarlık kimliği ön plana çıkarılan Kürtlerin üç noktada harekete geçtiği söylenebilir:

Üç temel neden

İlki, AKP içindeki Kürtlerdir. AKP’de yer alan Kürtler, son bir yıl içinde partinin izlediği genel siyasetten rahatsızdılar. Uludere, idam savunusu, dokunulmazlıklar konusu ve giderek partiye egemen olan milliyetçi ruh hali AKP’li Kürtlerin kendi bölgelerinde partilerini savunmalarını ve siyaset yapmalarını güçleştiriyordu. Dokunulmaz bardağı taşırdı; partide düşüncelerini aktaracak kanallar bulamayan bazı milletvekilleri medya üzerinden hoşnutsuzluklarını kamuya deklere ettiler. Sonuç hayırlı oldu; Kürt vekiller ve parti yöneticileriyle toplantı yapan Başbakan dokunulmazlıklarda -açıkça ifade edilmese de- geri adım atmak zorunda kaldı.

Kürt ve İslami zemin üzerinde hareketlenen diğer iki oluşum ise Azadî ve Hüda-Par’ın (Hür Dava Partisi) arasında bazı farklılıklar mevcut: Birincisi, Azadî yeni bir oluşumdur. Meydana gelmesinin nedeni, gücü sınırlıyken Kürt meselesinde daha fazla mesafe kat eden AKP’nin zamanla devlet mekanizmalarına büyük oranda hâkim olmasına rağmen gerekli adımları atmaktan imtina etmesi ve PKK/BDP’ye duyulan güvensizliktir. Hüda-Par’ın ise bir tarihi var; bu parti 2000’lerin başında şiddeti bırakıp siyasal alana geçiş yapan Türkiye Hizbullah’ının partisidir.

İkincisi, Azadî’nin heterojen ve gevşek bir yapısı var; daha önce çok farklı siyasi kulvarlarda bulunmuş kişileri bir araya getiren, bir tür “şemsiye örgüt” konumunda. Oysa Hüda-Par kemik bir zemine sahip, sıkı ve homojen bir yapı arz ediyor.

Üçüncüsü, her ikisi de Kürt ve İslami kimliğe hitap etse de, söylem düzeyinde Azadî’nin daha bir “Kürdi”, Hüda-Par’ın ise daha bir “İslami” olduğunu söylenebilir.

Zekice bir kurgu

Azadî bir platform olarak faaliyetlerine devam eder ve kısa vadede partileşeceğe benzemezken Hüda-Par resmi kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na sundu. İsim zekice kurgulanmış: Hüda, Kürtçede “Allah” demek, dolayısıyla Hüda-Par -aynen Hizbullah isminde olduğu gibi- “Allah’ın Partisi” demek.

Yerel seçimlerde boy gösterecek olan Hüda-Par, hem AKP’den hem de BDP’den oy almayı amaçlıyor. Partinin kuruluş çalışmalarını yürüten Hüseyin Yılmaz, Denge Tv’de katıldığı bir programda; bugüne kadar tabanlarına herhangi bir partiye oy verme hususunda bir telkinde bulunmadıklarını, partilerinin bulunmayışından ötürü tabanlarının hem AKP’ye hem de BDP’ye oy verdiğini, dolayısıyla bu iki partiye verilen oyların kendilerine döneceğini umduklarını söyledi.

Hangisi etkilenecek?

Acaba Hüda-Par’ın varlığı, AKP’ye mi yoksa BDP’ye mi daha fazla tesirde bulunur? BDP’ye oy veren dindarları motive eden farklı gerekçeler var. Çocuğu dağda veya cezaevinde olan, dağda yakınını kaybeden, kimliğinin tanınmasını isteyen ve devletin türlü zulmüne maruz kalan bir seçmen kitlesi var. Hüda-Par’ın, BDP’yi devlete karşı itirazlarının bir temsilcisi olarak gören bu kitlenin algılarını değiştirmesi ve BDP’li dindarları kendine oy vermeye ikna etmesi güç.  Diğer taraftan PKK/BDP çizgisi kendine oy veren kitlenin sosyolojik gerçeğini dikkate almaya ve  -beklenen seviyede olmasa da- dine/dini değerlere karşı daha hassas bir tavır gösteremeye başladı. Bu nedenle, kısa vadede BDP üzerinde çok etkisinin olacağını zannetmiyorum.

Hüda-Par, AKP’yi ise –BDP’ye oranla- daha çok etkileyebilir. Parti yöneticilerin açıklamalarına bakıldığında da öncelikli hedefin AKP seçmeni olduğu görülür. Mesela Yılmaz, “dindar Kürtlerin önemli bir kısmının AKP’ye kırgın olduğunu ama bu kırgınlığın BDP’ye oy vermelerini sağlayacak noktaya varmadığını” belirtiyor. Benim de katıldığım bu tespit, Hüda-Par’ın ilk etapta AKP’den rahatsız olanlara çağrıda bulunacağına işaret ediyor. Lakin bu çağrı da sınırlı bir şekilde karşılık bulabilir. AKP’ye oy veren seçmenlerin bir bölümünün AKP ile çok sıkı bir şekilde kenetlenmiş olması, mütedeyyinlere seslenen çok sayıda yapının varlığı ve Hizbullah’ın geçmişte uyguladığı şiddet nedeniyle, Hüda-Par’ın AKP’ye oy veren tüm dindarları kendi çatısı altında toplaması ve AKP’de derin bir çatlak yaratması mümkün görünmüyor.

Hüda-Par’ın siyasi haritada ne tür değişikliklere sebep olacağını zaman gösterecek. Burada asıl önem taşıyan husus, Hizbullah tabanının partileşmesidir. Bu, iki açıdan olumludur: Biri, normalleşmeyi sağlayacak olmasıdır. Meşru siyaset sahasında var olmayı kabul eden her yapı, bu sahadaki kurallar ve gerçekliklerle karşılaşır. Halkın oyuna talip olmak, onun isteklerini tanımayı, bu istekler doğrultusunda politika geliştirmeyi, farklı kesimlerle işbirliği yapmayı, kendini gözden geçirmeyi ve bir değişmeyi zorunlu kılar. Diğeri ise, partinin aktörlerinin ve gücünün bilinebilir kılmasıdır. Bir siyasi hareket partileşmediği ve seçimlere girmediği sürece, onun tabanı ve gücü hakkında tevatürler ortalıkta dolaşır; taraftarları abartır, yandaşları küçük göstermeye çalışır. Oysa siyaset, şeffaflığı sağlar: Parti adına konuşanlar tanınır, dokunulur ve hesap sorulur hale gelir, partinin kitlesinin gerçekten ne kadar büyük olduğu da açığa çıkar. Kendi kimliğiyle siyasete girmek, şehir efsanelerini sona erdirir.

Radikal 2, 23.12.2012

ODTÜ geleneği

ODTÜ’lü gençlere kızmaya hakkımız yok.

Onlar ODTÜ geleneğinin esiri. Okullarının geçmişinin baskısı altında, o geleneğe layık olmaya çalışıyorlar…

Asıl suçlu bizleriz; o geleneği onların başına biz musallat ettik. Aradan geçen 45 yılda başka hiçbir kimlik edinemeyip hâlâ 68’li kimliğiyle idare etmeye çalışan bir grup başta olmak üzere, bunca yıldır o geleneği pohpohlaya pohpohlaya göklere çıkaran herkes…

Unutmayalım ki, çocukluklarını 68 masalları dinleyerek geçiren bir kuşak okuyor bugün ODTÜ’de. Ehh, 68 gençliğini yıllardır bu kadar kahramanlaştırır, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul Üniversitesi işgalini efsanelere dönüştürüp anlatır, ODTÜ işgali üzerine bir külliyat oluşturur, bu da yetmezmiş gibi her Allah’ın günü bugünkü gençlerin ne kadar “apolitik” ve “sümsük” olduklarını başlarına kakar durursak, olacağı budur işte.

Onlar da, Mc Commer’in arabasının yakıldığı yerde, araba yakamıyorlarsa araba lastiği yakarak hem şanlı geçmişlerine gönderme yapmaya hem de yarın kendi çocuklarına anlatacak bir efsaneye sahip olmaya çalışırlar. Solcu gençler bu şekilde rüştlerini ispatlamaya çalışırken arka plandaki kimi terörist örgütler de bu kargaşada güç toplamaya koyulur.

68’in resmi tarihi

Kurtuluş Tayiz, pazar günü ODTÜ olayları ilgili olarak güzel bir yazı yazmıştı Taraf’taki köşesinde.
“Tarihe şöyle bir göz atınca yaşadığı toplumu etkileyen kuşakların genellikle kendi hayallerini yarattığını fark ederiz. Bir önceki kuşağın hayalleriyle yola çıkanlar aydınlık bir geleceği muştulayamaz; zira sımsıkı sarıldıkları hayaller çoktan birer dogmaya dönüşmüştür” diyor ve hemen arkasından şöyle devam ediyordu:

“… Dünün üniversiteleri dünyayı değiştirme tutkusuyla yola çıkan öğrencilerin eylemleriyle hayatımızı etkiledi. O gençler büyük hayaller kurdular, yeni bir dünya düşlediler. Bu ruh taşkınlığı içinde korkunç eylemlere de imza attılar. Ama ateşli ve heyecanlıydılar; tam olması gerektiği gibi. Bugünün üniversiteleri ise yolunu bir türlü bulamıyor. Hâlâ enerjisini tüketmiş hayallerden medet umuyor. Sözleri, eylemleri ruh çağırma seanslarına benziyor. Yardıma çağırdıkları geçmişin hayaletleri. Oysa o hayaletlerin ne yapıcı ne yıkıcı bir gücü kaldı artık.”

Gördüğünüz gibi en cesaretlilerimiz bile, o geleneğe laf söylemeye cesaret edemeyip “O gün yapılanlar o günün şartlarında doğruydu, şanlı ve ihtişamlıydı ama artık doğru değil” noktasına kadar gelebiliyor.
Kimse ortaya çıkıp da 68 için yazılan resmi tarihi(!) sorgulamaya cesaret edemiyor. Oysa birilerinin şimdiye kadar çoktan bugünün gençlerini karşısına alıp 68’in alternatif tarihini anlatması gerekirdi.

68’in -en azından Türkiye’de yaşanan 68’in- ilk yıllarda daha az olmakla birlikte, en başından itibaren şiddetle iç içe olduğunu; hiçbir zaman toplumsal bir dönüşümü hedeflemediğini; Türkiye’deki 68’in derdinin farklı bir üniversite yaratmak ya da başka şey değil, mevcut iktidara karşı “devrim” adı altında siyasi bir darbe gerçekleştirmek olduğunu; bu darbeyi kendi gücüyle gerçekleştirmesinin imkansızlığı ortada olduğu için de, gençlik hareketinin ordu içindeki darbeci kliklerle ilişkiye yöneldiğini; “Ordu gençlik el ele, milli cephede” gibi sloganların, “asker sivil aydın zümre” gibi terimlerin, geçen gün bir milletvekilinin Meclis’te söylediği “Jandarma biz sosyalistiz/Biziz yalnız dost sana” gibi marşların da bu ittifakın ürünü olduğunu; 68’in liderleri sırtlarını orduya dayayıp “devrim” yapmayı hayal ederken, ordu içindeki darbeci kliklerin de gençlik hareketlerini ülkede kaos çıkarıp darbeye zemin hazırlamak için kullandığını(…) anlatması gerekirdi.

Bu yapılamayınca, 68’in resmi tarihi -tıpkı Cumhuriyet’in resmi tarihi gibi- güçlü bir koruma altında, gittikçe pekişerek, kendi simgelerini oluşturarak, kültürünü üreterek bugünlere kadar geldi.

İşte bugün ODTÜ’de molotofkokteylleriyle ve araba lastikleriyle ortalığı ateşe verenler o geleneğin temsilcileri. Yarın öbür gün bu ateş genişleyip diğer üniversitelere de yaygınlaşacak olsa, hiç kuşkunuz olmasın ki, Ergenekon kalıntıları tıpkı 12 Mart öncesinde yaptıkları gibi, yine gençlik kartını oynamaya kalkışacaktır.

Habervaktim’i kınıyorum!

0

İnsanları olduğu gibi kabul etme ve farklılıkları tanıma erdeminden uzak geliştirdiği hırçın dil ve tavrından ötürü bu haber sitesini kınıyorum. Çünkü bu dil resmi ideolojinin dilidir. Bu dil kendinden olmayan insanları dışlayan, yok sayan, ötekileştiren bir dildir. İnsanların kimliklerini neye inandıklarını ya da inanmadıklarını, düşüncelerini birer tehdit unsuru gibi göstermek, yaymak ve onları kimlikleri üzerinden kamuoyu önünde itibarsızlaştırmaya çalışmak her şeyden evvel gayriahlâkî bir tutumdur. Bu dil Türkiye’yi ayrıştıran, farklılıkları düşman gibi gösteren, bireyi devletin uzantısı olarak gören resmi ideolojinin, militarizmin ve asker devlet geleneğinin ürettiği milliyetçi bir dildir. İnsanları ateist, Ermeni, sağcı-solcu, Liberal, Kürtçü olarak yaftalamak ve onları kimlikleri, inançları ve düşünceleri üzerinden vurmak ve aşağılamak bir bakıma makbul vatandaş oluşturma yönünde resmi ideolojiye arka çıkma çabalarıdır. Başka bir deyişle bu dil ve tutum bir bakıma devletin asıl sahibi biziz diyen bir dildir.

Hilal Kaplan’ın haklı olarak zorunlu din dersi eleştirisini Kilise’de çekilmiş bir fotoğrafla kamufle etmeye çalışan ve asıl dikkatleri oraya çeken,  hakikatleri dokunan Taraf için de “bir avuç Ermeni’nin kucağında kalan Taraf adlı paçavra” diyerek kamuoyunun dikkatlerini bilinçli olarak başka yerlere çeken, benzer tutumlarını Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Ayşe Hür gibi aydınlar üzerinden sergileyen ve bu aydınlara sahip çıkan her görüşten ve inançtan duyarlı insanları da hain, yanaşma ya da Ersoy Dede’nin ifadesiyle bir kamyon dolusu adam olarak gören/gösteren bu insanların geliştirdiği dil kasıtlıdır ve kınanmayı hak etmektedir. Bu yüzdendir ki her nerede olursa olsun -yeri geldiğinde kendi gazetelerine bile- haksızlığa uğrayan, linç kampanyalarına maruz kalan insanların diline, ırkına, inancına bakmaksızın hak, adalet ve özgürlük değerleri adına karşı çıkmayı şahsım adına onurlu bir tavır olarak görenlerdenim. Bu yüzden Hilal Kaplan’a da, Ali Bayramoğlu’na da, Cengiz Çandar’a da, Abdurrahman Dilipak’a da tereddüt etmeden tepkimi ortaya koydum.

Habervaktim sıradan bir site değildir. Bu siteyi açmadan Akit Gazetesi’nin sitesine erişemezsiniz. Belirli bir tabanları vardır. Yaptıkları haberlerden ve takındıklar tutum ve tavırlardan öyle anlaşılmaktadır ki kendilerini hem devletin hem de Allah’ın makbul kişileri olarak gören bir anlayışın sahipleridirler. Bilindiği gibi resmi ideoloji yıllardır kendine makbul vatandaş oluşturma yönünde mekanizmalar geliştirdi. Akılcı, bilimci, ilerici, aydınlanmacı, rasyonalist bir grup tüm farklılıkları içinde barındıran bir topluma tepeden dizayn etmeye çalıştı. Tek bir etnik temele ve inanca dayanan yeni bir toplum inşa edilmeye çalışıldı. Kısacası tek dil, tek devlet, tek din, tek mezhep ve tek ideoloji asasına dayanan bir paradigma üretildi. Özgürlükçüler, insan bütünlüğünü ciddi oranda tahrip eden bu anlayışa karşı yıllarca mücadele ettiler ve bireysel özgürlükler çerçevesinde bu ideolojiye tümden karşı çıktılar.  Ne var ki kendilerini Müslüman olarak gören Akit çevresinin sahip olduğu anlayıştan ve ürettikleri dilden anlamaktayız ki bu kesim  tek-tipçi ideolojiye ontolojik olarak karşı çıkmak yerine kendilerine dokunan kısımlarını kısmen karşı çıkmaktadır. Yani onlar için Dersim, Alevi Sorunu, Kürt ve Kürtçe anadilde eğitim sorunu, Gayrimüslimlerin mağduriyetleri bir anlam ifade etmiyor.Onların gündeminde sadece  başörtüsü  yer etmektedir.Bu zihniyete göre  diğerleri zaten hakikate vakıf olmayan insanlar.. Onların zamanla eğitilmeye ve ıslah edilmeye ihtiyaçları var.Yani basörtüsüyle birlikte gayrimüslimlerin hak ihlallerini bir arada -özgürlükler çerçevesinde- değerlendirmek gibi bir gayeleri yok..Oysa Hz. Muhammed(a.s) Medine Vesikası’nda hiçte onlar gibi düşünmüyordu..

Totaliteryanizmin hem resmi hem de dini versiyonu mümkündür der Bilal Sambur.Çok doğru..Yani toplumu akılcılık ve bilim adına tek tipleştirmek çabalarıyla milli ve manevi değerler çerçevesinde tek tipleştirmeye çalışmak arasında bir fark yoktur. Fark; bir ülkede tüm farklılıklarla birlikte barış, huzur ve özgür bir biçimde yaşamak adına geliştirilen ahlaki ve insani değerlerdir. Bu uğurda atılacak medeni adımlardır. Habervaktim geliştirdiği dışlayıcı dille ve farklı ırklara ve düşüncelere karşı takındığı tutum ve tavırla neredeyse Kemalizmin bir kopyası gibi durmaktadır. Dikkatle bakarsanız bu iki tavır arasında bir fark göremeyeceğiniz gibi aksine birbirlerinden beslendiklerini anlarsınız. Bunun bir benzerini Sözcü, Ulusal TV ve Cumhuriyet çevresinde de görebilirsiniz.

Oysa gelinen noktada artık üretilen bu ayrıştırıcı ve milliyetçi dilin sorunları çözmediği görülmektedir. Din ve milliyetçilik üzerinden insanları ayar verme çabaları artık boşunadır. Bu dil bugüne kadar hiçbir sorunu çözmedi. Bu bakımdan bir tahakküm aracı olarak bu devlet dili terk edilmelidir. Artık insanlar eskiden olduğu gibi bu dilin etrafında bir yaşam anlayışı geliştirmiyorlar. Bugün anadilde eğitim sorunu ile başörtüsü sorunu birlikte ele alan ve destek veren insanların sayısı bir hayli arttı. Bugün Hilal Kaplan’a ya da Ali Bayramoğlu’na destek verenlerin profillerine bakıldığında aynı görüşe sahip insanların olmadığı görülmektedir. Ama dışlayan ve yok sayan dil hiç değişmedi. Biz bu dili çok iyi biliyoruz. Bu dilin sahipleri de  artık şu gerçeği akıllarından çıkarmamalıdır. Biz hak ihlaline uğrayan, dışlanan ve ötekileştirilmeye çalışılan insanların artık ne düşündüklerine, hangi dili konuştuklarına ve hangi inançtan ve ırktan olduklarına bakmıyoruz. Kim olursa olsun insanlık ortak paydasında sahip çıkıyoruz ve çıkmaya da devam edeceğiz. Yani bir kamyon dolusu adam değiliz. Erdemli, onurlu, haktan ve adaletten yana tavır takınan insan ve değerlerini önceleyen duyarlı insanlarız.

Bu devletçi, statükocu, kendine Müslüman düşüncelerden artık vazgeçilmelidir. Bu ülke kendine makbul insan yetiştirme projesinden çok çekti. Bu ulus devletçi sistemlerden kalma alışkanlıklar artık terk edilmelidir. Zaman ilkeli ve tutarlı bir şekilde hak ve özgürlükleri sahiplenme zamanıdır. İnsanların resimlerini yayımlayıp altına da aşağılayıcı ifadeler döşemekle hiçbir yaraya merhem olunmaz.

sivildusunce.com

Sarıgül’ün CHP’ye katılımı ve Kılıçdaroğlu’nun geleceği

0

Yerel Yönetim seçimleri yaklaştıkça CHP içerisinde hareketlenmelerde başlamış durumdadır. CHP Genel Başkanı’nın gazetecilerin Şişli Belediye Başkanı ve Türkiye Değişim Hareketi Lideri Mustafa Sarıgül ile ilgili sorularına ‘Sarıgül’ün CHP’ye gelmesi halinde kapının açık olduğunu belirtmesi’, Parti içerisinde bir hareketlenme ve tartışmayı da beaberinde getirmiştir. Bizzat Kılçdaroğlu tarafından gündeme getirilen Sarıgül’ün CHP’ye katılması isteği için nabız yoklama ve zemin hazırlıklarının sancısız olmasını beklemek olası değildir. Bu sürecin ilerleyen zamanlarında zeminin kayganlığından kaynaklanan düşmelerin ve bunun sonucunda partiden kopmaları da beraberinde getireceği öngörülebilir. Sarıgül yapılan kamuoyu araştırmalarında Başbakan Erdoğan’dan sonra en güçlü ve etkin lider olarak çıkmaktadır. Bir ilçe Belediye Başkanı’nın böylesine etkin olması, makamdan değil Sarıgül’ün halkla kurduğu gönül bağının etkisi hiş şüphesiz en önemli etkendir.

Sarıgül’ün gönlünde Başbakanlığa yürüdüğü yolda ‘İstanbul Belediye Başkanı’ olmak istediği kamuoyunca malumdur. İstanbul Belediye Başkanlığı siyasette etkin olmanın ve ülkeyi yönetmenin önemli bir basamağıdır. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı sonrası ‘Başbakan’lık yürüyüşüne güçlü bir başlangıç yapmıştır. Sayın Kemal Kılçdaroğlu, İstanbul Belediye Başkanı edayı olmasından sonra yıldızı parlamış ve CHP’nin Genel Başkanı olmuştur. Bundan dolayı, CHP içerisindeki çekişme daha da derinleşerek bir çatışmaya dönüşecek gibi gözükmektedir. CHP liderinin, daha yerel seçimlere bir yıldan fazla bir süre olmasına rağmen gündeme taşınması, parti örgütünü diri tutmaya yönelik bir taktik olarak da algılamak gerekmektedir.

Ve şimdiden CHP içerisinde İl/İlçe bazlarında bir çok kişi ‘Belediye Başkan Aday Adaylığını açıklamışlardır. Burada düşündürücü olan CHP’nin iktidar olduğu belediyelerde de adayların şimdiden çıkması. Bu yapıya dışarıdan bakıldığı zaman CHP’lilerin kendi mevcut belediye başkanlarından ve hizmetlerinden memnun olmadıkları izlenimi de çıkabilir.

PARTİ DALGALANACAK

Sarıgül’ün CHP’ye geçmesi hem parti içerisinde hem de ülkenin siyasetinin şekillenmesin de önemli bir dönemeç olacaktır. Özellikle CHP’de deniz suyu dalgalanacaktır. CHP’nin Baykal sonrası şekillenmesinde önemli bir figür olan Gürsel Tekin’in de ‘İstanbul Büyükşehir Başkanlığı’ adaylığı düşünüldüğünde bu dalganın ‘tusinami’ ye dönüşüp dönüşmeyeceği de merak konusu olacaktır. Sarıgül’ün, CHP’nin İstanbul adayı olması, AK Parti’nin de yerel yönetim seçim stratejisinin şekillenmesinde etken olacaktır. CHP içerisinde tek ses ve güç odağından bahsetmek mümkün değildir. Eski SHP, Eski CHP/Yeni CHP, 10 Aralık Hareketi, Türkiye Değişim Hareketi, Ulusalcı/Kemalist, gibi farklı görüşlere sahip ekiplerden oluşmaktadır. Sarıgül’ün CHP’ye katılması bu yapılarında birbirleriyle olan ilişkilerini, ittifaklarını, çatışmalarını da belirleyecektir. Mustafa Sarıgül’ün, hedefinin ‘Başbakanlık’ olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Ve Sayın Sarıgül’de her vesileyle bu hedefini dile getirmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, Sarıgül’ün CHP’ye katılması, ülke siyaseti ve Kemal Kılçdaroğlu’nun siyasi geleceği üzerinde de belirli olacaktır.

Yeni Şafak, 22.12.2012

Dr. İrfan Çelik – Kuvvetler Ayrılığı: Bir İndirgemenin Dayanılmaz Sığlığı

0

 

Sınırsız çoğunluk (yoksul sınıf – avam) egemenliğinin siyasal toplumdaki diğer sınıflar / katmanlarla dengelenmesi amacına yönelik olan kuvvetler ayrılığı teorileri, demokrasi düşüncesi kadar eski olup demokrasiye karşı kurgulanmıştır ve tarihsel olarak cumhuriyetçi geleneğe ait görünmektedir. Bu teorilerde işlevsel organlar ayrımı yapıldıktan sonra bu organlarda yer alacak siyasal / toplumsal güçlerin (monarşik, aristokratik, oligarşik ve demokratik unsurların) dengesine dayalı bir siyasal düzen kurgulanmaktadır.

Demokrasi 20. Yüzyıla kadar istenmeyen bir siyasal düzendir ve karşısında yer alan egemen teori cumhuriyetçilik olmuştur. Mülk sahipleri, aristokrat ve yoksul çoğunluğun organlar içinde birlikte yer aldığı siyasal düzene Aristoteles “siyasal yönetim”, “anayasal yönetim” gibi adlar vermiştir. Montesquieu ve Rousseau’nun “cumhuriyet” olarak isimlendirdiği düzen de, iyi kurgulanmış, aristokratik ve demokratik unsurların dengesine sahip bir düzendir. Amerikan devriminin kurucuları kendi siyasal düşüncelerini cumhuriyetçilik olarak adlandırmıştır. Hepsinde ortak bir kaygı egemendir: Siyasal güçleri sınırlamak ve dengelemek. Kuvvetler ayrılığı teorisinin yanı sıra,  “iyi-doğru yasa” fikri de siyasal düşüncede Antik Yunan’dan bu yana varlığını sürdürmüş, çoğunluk tercihinin sınırının “yasa” olması gerektiği düşünülmüştür. Platon ve Aristoteles, “yasa”ya bağlı yönetimin mümkün olmaması halinde ise ikinci en iyi yönetimin demokrasi (çoğunluk kararlarına bağlı yönetim) olduğunda hemfikirdiler. Yasa ise düzen ve denge demektir. Bu yüzden sadece çoğunluğa değil, herkese hakettiğini veren yasa iyi yasadır. Aristoteles’e göre siyasal toplumu kuracak ve ayakta tutacak olan şey tek başına sözleşme değildir; bu erdeme de ihtiyaç vardır; siyasal yönetimin erdemi budur.

Aristoteles’in karma yönetim olarak da isimlendirilen yönetim biçimi, yasama yürütme ve yargı organlarında siyasal / toplumsal güçlerin dengesine dayanır. Bu güçlerin organlardaki bileşimi siyasal yönetim tipinin adını da belirler. Demokratik anayasalarda en üstün olan halk ya da demos’tur, oligarşilerde ise azınlıktır. İşte bir anayasayı ötekinden bu ayırmaktadır. Ona göre adil olan, daha yüksek mülkiyet koşuluna uyanlar esas alınmak üzere, çoğunluğun üstünde anlaştığı şeydir: “Bir kelimeyle söylemek gerekirse, siyasal yönetim oligarşiyle demokrasinin bir karışımıdır.”  

Aristoteles’ten 2000 yılı aşkın bir süre sonra Montesquieu tarafından yeniden ele alınan kuvvetler ayrılığı Aristoteles’in karma yönetiminden başka bir şey değildir ve o da hukukî anlamda organlar ayrımının değil, siyasal / toplumsal güçlerin dengesini sağlamanın teorisidir. Ona göre de bir devlette üç yetki vardır: Yasama; devletler hukukuna ilişkin kararları uygulama ve medeni hukuka ilişkin kararları uygulama yetkileri; üçüncü yetki yargıyı da içerir. Teorinin özü şudur:“Eğer bu yetkiler, ister bir kişi, ister yüksek memurlar, ister aristokratlar ve isterse halk olsun, sadece bir kesimin elinde toplanırsa devlette her şey yıkılır”.  Ezcümle, iki veya üç otorite tek bir siyasal/toplumsal kuvvetin kontrolünde olursa, üç otoriteden biri münhasıran bir siyasal / toplumsal kuvvet tarafından üstlenilirse, bu kuvvetler üç otoriteden her birine uygun biçimde katılmayıp onlara tabi olursa özgürlük olmaz.

Yönetim biçimlerini despotluk, monarşi ve cumhuriyet olarak üçe ayıran Montesquieu’ya göre  “Halkın bütününün ya da bir kısmının hükümran (iktidara sahip) olduğu yönetim şekli olan cumhuriyet de iki alt şekle ayrılır: Aristokrasi ve demokrasi. Cumhuriyet yönetiminde yetkiler tüm halkın elinde olursa bu bir demokrasidir. İktidar halkın bir kısmının ellerinde ise bunun adı aristokrasidir”. O’na göre “Soylular yönetimi demokrasiye ne kadar yaklaşırsa o kadar mükemmel olur; saltanat yönetimine yaklaştıkça mükemmelliğinden kaybeder”. Hâlâ devam eden cumhuriyet – demokrasi tartışmasının özü de herhalde budur.

Rousseau’nun demokrasiye karşı bulduğu çare ise bambaşkadır. Yasa yapma işi çoğunluğun elinde olamaz.  Çünkü “İnsanlara yasalar vermek için tanrılar gerek”ir. Yasaların kaynağı “egemen varlık” olan halktır ama yasaları bilge bir azınlık yazmalıdır! “Egemen varlık” olan halk, yönetim işini de ehil bir azınlığın eline bırakmalıdır! Gerekçe açıktır: “Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil”dir!

Locke, yasama ve yürütme iktidarının aynı ellerde olmaması gerektiğini, yasayı yapan ve yürütenlerin aynı kişiler olması halinde bunun siyasal toplumun çıkarına değil yönetenlerin çıkarına bir yönetim olacağını söylemiştir. Ancak Locke, çoğunluğu sınırlamanın temelini başka bir yerde atmıştır: Doğal haklar. Locke, yürütme iktidarının doğru kullanımını gözeten bir yargıç olmadığını söylemiştir ki dikkate değer olan budur. “Bu yargıç yokluğu düzensizliğe de yol açmaz, zira yürütme iktidarı yürütmeden duyulacak rahatsızlığın, çoğunluk tarafından hissedilecek ve değiştirilmeye kalkışılacak noktaya kadar varmasına izin vermez.” Locke, yürütmeyi sınırlayacak bir yargı erki yerine, çoğunluk tepkisini gözeterek kendi kendini sınırlaması beklenen, sınırlamadığı takdirde direnme hakkı ile karşılaşacak bir yürütme erki varsaymaktadır ki bu, çağdaş tartışmalarda parlamento kararlarının yargı tarafından sınırlanması gerektiği fikrine karşı seçimlerde ortaya çıkan çoğunluk tercihini asıl sınırlama olarak gören düşüncenin herhalde ilk ifadesidir.

Mill’e göre de “Demokrasi iki tür tehlike içerir. Temsil organı ve popüler düşüncedeki düşük dereceli zekâ tehlikesi ve aynı sınıftan oluşan sayısal bir çoğunluk parçasına dayalı “sınıf yasaması” tehlikesi… Bu tehlikenin önüne geçmek için Mill’in önerdiği çözüm ise, azınlığın görüşü için daha güçlü bir temsil, yani çoğul oydur: Eğitim düzeyi ve mesleğine göre (yani kendi dönemi itibariyle aslında mülk sahiplerine) iki veya daha fazla oy hakkı tanınmalıdır. İngiltere’de 1949’da yükseköğrenimlilerin hâlâ iki oy hakkı vardı.

Ancak teorisi siyasal düşüncenin kadim eserlerinde yapılan kuvvetler ayrılığı 20. yüzyılda bir indirgemeye uğrayarak sığlaşmıştır. Carl Schmitt kuvvetler ayrılığının organlar ayrımına indirgenmesinin bir banallik olduğunu, bunun başlangıcının ise Locke olduğunu söylemektedir.  Parlamento ve diğer organlar (yürütme ve yargı) dengenin unsurları sayılmıştır; oysa Schmitt’in dediği gibi, parlamento dengenin bir parçası değil, bizzat kendi içinde dengelenmiş olması gereken organdır. (Ama burada Locke’un çoğunluk kararlarının sınırını doğal haklarla çizdiği hatırlanmalı.)

Kuvvetler ayrılığı teorisinin orijinal anlamı bugün ne cumhuriyetçi ne de liberal düşüncenin temel ilgi alanındadır. Bazı cumhuriyetçi düşünürler, bu ilkenin unutulmasının aslî cumhuriyetçi ideale ihanet olduğunu söylemekte ve kuvvetler ayrılığını federasyon ile eş anlamlı kullanmaktadırlar. Hayek gibi bazı liberal düşünürler ise, kuvvetler ayrılığını, toplumsal sınıflara göre değil işlevlerine göre farklılaşmış iki ayrı meclisin varlığında aramaktadır ki bu ayrım da yüce yasa – olağan yasa ayrımına dayanır.  

Özetle, orijinal teoride, yasama, yürütme ve yargı birer, organ / işlev / yetkiyi anlatır. Kuvvet denilen şey bu organlar değil; bu organlarda yer alacak siyasal / toplumsal kuvvetlerdir. Teorideki bu indirgeme çeşitli etmenlerle ve bir süreç içinde gerçekleşmiştir. ‘Genel ve eşit oy’un, toplumsal farklılığın üstünü kalın bir örtüyle örttüğü yerde ve temsilî demokrasi çağında  siyasal / toplumsal kuvvetlerin dengesine dayalı kuvvetler ayrılığı teorisinden söz etmek yersizdi artık. Aristoteles, Montesquieu, Rousseau ve Mill’in endişe ettiği “demokrasi tehlikesi” neredeyse ortadan kalkmıştır! Demokrasiye yönelik aristokratik veya oligarşik eleştiri Gramsci’nin deyişiyle artık safçadır; seçim sonuçlarından korkmaya mahal yoktur; nihayetinde seçimlerle ölçülen şey yarışan seçkinlerin ikna kapasitelerinin etkinliğidir.

20. Yüzyıla dek bir toplumsal sınıfın yönetimi olarak ele alınan “demokrasi tehlikesi”ne karşı geliştirilmiş kuvvetler ayrılığı teorisinin içi boşalmış; orijinal teorideki “kuvvet” “organ”a izafe edilerek indirgeme tamamlanmıştır. Muhtemel istenmeyen durumlara karşı kontrol-balans işlevi de, kimi yerde bir tür atanmış parlamenterlerden müteşekkil ikinci bir meclis / senato ve / veya muhtelif bürokratik kurumlar veya anayasa yargısına bırakılmış ve bu da kuvvetler ayrılığının ifadesi / gereği olarak sunulmuştur.

Deniliyor ki, kuvvetler ayrılığı modern demokratik yönetimin eksikliklerini gidermek için dizayn edilmiş modern bir yapısal aygıttır ve karma yönetim kavramı ile ilişkisizdir. Zira karma rejim, farklı siyasal-sosyal sınıflar anlamında organize olmuş bir siyasal toplumu gerektirir ve bir toplumsal kesimin çıkarlarının diğerlerininkine kurban edilmeyeceği bir yönetim yapısı içinde onları bir araya getirir; yönetim güçlerinin işlevsel ayırımı yoktur, buna ihtiyaç da yoktur. Buna karşılık modern kuramda yönetim güçleri işlevsel olarak üç organa ayrılmıştır: Yasama, yürütme ve yargı. Bu üç organın, her birinin kendi özel işlevini yerine getirdiği uyumlu bir yönetim gücü bütününü oluşturması beklenir; çatışma halinde, siyasal birliği sağlamak üzere dizayn edilmiş mekanik bir düzen vardır. Bu düzen kontrol ve dengeye (checks and balance) dayanır.

Ancak, orijinal teoride yönetim güçlerinin işlevsel ayrımı olmadığı savının hiçbir dayanağı yok. Bunun için Aristoteles ve onu tekrar eden Montesquieu’ya bakmak yeterli. Onlar bu işlevsel ayrımı yapmışlardı. Ama onlar için mesele işlevsel ayrımı yapmak değil; bu işlevleri siyasal güçlerin dengesi içinde yerine getirmekti. Kadim kuvvetler ayrılığı fikrini karma rejim olarak isimlendirip, bugünkü sığ işlevsel temelli organlar ayrılığına kuvvetler ayrılığı demek ona büyük bir önem kazandırmıyor. Kısmen başkanlık sistemi ve federal yapı dışında bu işlevsel ayrımın anlamlı bir etkisi de yok. Parlamenter rejimde ise ağırlık ister yürütmede ister yasamada olsun, yürütme ile yasama arasında neredeyse özdeşlik olduğu açık.

Bugün anayasacılığın iki ayağından biri olarak kabul edilen modern “kuvvetler ayrılığı” fikrinin, banal bir indirgeme ile ele geçirilen bu kavramsal yakıştırmayı hak etmediğini ve modern anayasacılıkta kendisine atfedilen önemi hak eden bir içeriğe sahip olmadığını kabul etmek gerekir. 2500 yıllık siyaset bilimi literatüründe demokrasiye karşı geliştirilen teoriyi demokrasi zannedenler zaten konunun dışında! Kuvvetler ayrılığı cumhuriyetçi geleneğin yönetim biçimini anlatır, demokrasinin değil; aksine onu sınırlamanın aracıdır. Artık, orijinal teoriden kopmuş işlevsel temelli organlar ayrımı ne anlamlı bir teorik değere ne de fiilî olarak güçlü bir etkiye sahip olmadığından, demokrasiyi sınırlamak gerektiğini düşünenler için yaslanılacak tek temel kalmıştır: liberal teori (insan hakları). Ama “bu yetmez, bize cumhuriyet (kuvvetler ayrılığı) lazım” deniyorsa, bu durumda içinde çok çok uğraşmayı gerektiren bir siyasal düşünce dünyası bizi bekliyor demektir. Cumhuriyetçiler demokrasiyi sınırlamak istiyorsa kendi teorilerine sahip çıkmayı göze almalılar. Ancak,  unutmamaları gereken bir şey var: Cumhuriyetçi düşüncenin hükümet biçimini anlatan kuvvetler ayrılığı teorisi siyasal toplumda “farklılığın” varlığını kabul üzerine kuruludur. Faklılıklar veri olarak alınır ve teori bu farklılıkların çıkarlarını / değerlerini dengelemenin teorisidir. Homojen toplum varsayımında tek bir kuvvet vardır; olmayan şeylerin dengesi olmaz! Homojenlik arayanlar, kuvvetler ayrılığına dayalı bir siyasal toplum dedikleri an baltayı kendi oturdukları dala vuracaklardır. Yürütmeyi (ve çoğunlukla onunla yapışık olan yasamayı) sınırlayacak bir yargısal denetimi / aktivizmi kuvvetler ayrılığı zannetmedeki banallik ise teoriye hiç yakışmıyor. 

 

Komünist Türkiye’den manzaralar

0

Birçok kimse, klasik Marksist teoriye uygun olarak, komünizmin sosyalizmden sonra gelen ve cennete tekabül eden, yani yeryüzünde cennetin kurulması anlamına gelen “toplumsal ilerleme” safhası olduğunu düşünür.

 

Ancak, “komünist sistem”, popüler siyasî kültürde ve İkinci Dünya Savaşı’ndan 1990’ların başlarına kadar dünyada egemen olan siyasî coğrafyada, Ortodoks sosyalizmi resmî ideoloji olarak benimsemiş ülkelerin sistemine verilen addır. Komünist sistemlerin faşist sistemlerle de ortaklaşan belli başlı özelliklerinden biri, vatandaşın hayatının tam manasıyla ve her yönüyle kontrol altında tutulmak istenmesidir. Bundan dolayı, bu tür sistemlere siyaset edebiyatında verilen genel isim totaliterizmdir. Totaliter sistemler, vatandaşların özel hayatını, resmî açıklamalara göre vatandaşların kendilerinin iyiliği, gerçekte ise rejimin güvenliği ve sistemin bireylerin beynini yıkama imkânlarının artırılması için kamulaştırır. Bu kamulaştırmaya dinî, kültürel ve sosyal hayat yanında ekonomik hayat da dâhil edilir.

20. yüzyılın kâbusu olan tam faşist ve sosyalist totaliter sistemler, iyi ki, çöktüler. Ancak bu, totaliterizmin yansıması olan uygulamaların bütünüyle ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Eski totaliter ülkeleri, meselâ Rusya, Özbekistan ve Beyaz Rusya’yı ve elbette Azerbaycan’ı ziyaret edenler bunun hemen farkına varır. Ne var ki, totaliter uygulamalar adıyla sanıyla totaliter veya eski totaliter ülkelerde değil, demokrasilerde de karşımıza çıkabilir, nitekim çıkıyor da. Bireyselliği yok eden ve değer eğitimini devletin tekeline veren merkeziyetçi ve zorunlu eğitim sistemleri bunlara iyi bir örnek. Bir diğeri dış dünya ile ilişkilere ve dış ticarete getirilen zorba ve komik engeller. Bununla neyi kastettiğimi merak edenler, demokratik ülkelerin gümrük idarelerini incelemeli, en azından gümrük işlemlerinin yapıldığı yerleri ziyaret etmeli.

Geçenlerde yolum, Avrupa yakasının gümrük işleriyle uğraşan postaneye düştü. Sebebi amazon.com’dan sipariş ettiğim kitapların “gümrük hazretlerine” takılmasıydı. Yağmurlu bir günde taksi tutarak ve bir ilave kitap parası ödeyerek menzilime vardım. İşlemler hızlı başladı, gayet yavaş ilerledi. Gelen kolide siyasî teoriyle ve politik ekonomiyle ilgili, çoğu yakınlarda yayımlanmış, 15 kitap vardı. Kitapları alıp oradan, tabiri caizse, hemen kaçmak istiyordum, ama nerde! Kitapların gümrük vergisine tabi olduğu söylendi. Üniversite kimliğimi gösterip öğretim üyesi olduğumu, kolide aynı kitaptan 15 tane değil, 15 kitaptan birer adet bulunduğunu belirttim. Kitapların ticarî değeri olmadığını, onları derslerimde ve bilimsel araştırmalarımda kaynak olarak kullanmak üzere aldığımı üstüne basa basa ve tekrar tekrar anlattım. Bunları ilgili memura da, dairenin müdürüne de izah ettim, ama ikisi de ikna olmadı. Kitapların bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere getirtildiğine dair üniversitenin rektöründen (en azından fakülte dekanından) bir yazı getirmem gerektiğini belirttiler. Öğretim üyesi olduğumu hatırlatıp, “Bir hoca kitaplarla başka ne yapabilir ki?” diye sordum. Başlarını salladılar, gülümsediler ve “mevzuat böyle” dediler.

Evet, mevzuat öyleydi. Ya gidip rektörümüzden bir yazı alacaktım ya da gümrük vergisini ödeyip kitaplarımı esaretten kurtaracaktım. Rektörlüğe gitmek ve geri gelmek ilave masrafa yol açacaktı. Rektörü yerinde bulup bulamayacağım da, yazıyı hemen alıp alamayacağım da belli değildi. En iyisinin vergiyi ödemek olduğuna kanaat getirdim. Kolimin değeri 355 Amerikan Doları’ydı. Vergi oranıysa % 20. Hesap yapıldı, 128 TL vergi çıkartıldı. Üstüne 2,5 TL ambar ücreti eklendi. Ambar ücretini ödedim. Yine taksiyle ve bir kitap bedeli daha ödeyerek geri döndüm. Böylece kitaplarımın maliyeti yüzde elli civarında artmış oldu. Sinir bozukluğu ve can sıkıntısı da cabasıydı.

Gümrük idaresiyle daha önce bir defa Ankara’da muhatap olmuştum. Bu sefer gelen, ABD’de bir toplantıda yaptığım konuşmanın video kasetiydi. Gümrük postanesine gittiğimde kasetin önce Kültür Bakanlığı’nda bir kurula gönderileceği, kurulun mahzur görmemesi hâlinde tarafıma teslim edileceği söylendi. “Niçin?” diye sordum. Kasette “pornografik veya bölücü malzeme” olabileceği söylendi. Aynı kaseti dönerken valizime koymuş olsaydım zaten ülkeye girmiş olacaktı dedim. “Mevzuat böyle!” cevabını verdiler. Bana bir iyilik yapmış olmak için, sürecin hızlanması amacıyla, “arabanız varsa bizi bakanlığa götürün veya taksi tutun” aklını verdiler. Yani kendimin sansürlenmesini bizzat sponsor etmemi istediler. Dehşet içinde kaldım. “Kaset size hediyem olsun” dedim, arkamı dönüp yürüdüm. Kasete ne oldu hâlâ bilmiyorum.

Hiç şüphem yok, birçok kimsenin başına benzer olaylar gelmiştir, geliyordur. Bu tarz bir gümrük kontrolü totaliter bir uygulamadır. Özellikle de komünist türünden. Totaliter sistemler bireylere güvenmez. Bireylerin hayatını devletin kesin kontrolü altına almaya ve her daim manipüle etmeye çalışır. Totaliter sistemlerin çökmüş ve totaliterizmin modasının geçmiş olması totaliterizmin hiçbir alanda boy göstermediğini veya yansımadığını göstermez. Sosyal ve kültürel alanda devlet kontrolüne sathî de olsa itiraz etmek daha kolay ve çok daha yaygın. Lâkin, ekonomik alanda totaliterizmin birçok insanın fark edemeyeceği kadar sinsi şekilde işlemesi ve örtülü isimlerle talep edilmesi gayet kolay. “Ekonomik eşitlik”, “gelir dağılımında adâlet” gibi kavramlar totaliterizmi çekici soslara bulayıp davet etmenin aracına dönüşebilir. Nitekim, siz, belki LDP’nin bazı beyanları hariç, herhangi bir siyasî partinin gümrük idarelerinde komünist bir sistemin hüküm sürmesine itiraz ettiğini hiç duydunuz mu? Bence, komünizmin ne demek olduğunu anlamak isteyenler bir bakıma komünizmin açık hava müzesi sayılması gereken Küba’yı ziyaret etmek için masrafa ve zahmete girmesinler, en yakındaki gümrük idaresini ziyaret etsinler yeter.

Zaman, 21.12.2012

‘Bizimkilerin’ devletine de demokrasi gerek

0

‘Kuvvetler ayrımı’ndan vazgeçilebilir mi? Niyetiniz demokrasi içinde kalmaksa, hayır. Demokratik rejimin ana mekanizmalarından birinin kuvvetler ayrımı olduğundan kimsenin bir kuşkusu yok.

 

Ama yönetenler bütün gücün kendi ellerinde toplanmasını isterler. İşte, kuvvetler ayrımı da bu eğilimlerin önüne set çekmek için ‘icad edilmiştir’. Dolayısıyla şikayetlere şaşmamak gerek. Denetimden, sınırlanmaktan hoşlanmıyorlar. Bu sadece bize has bir durum da değil. Ancak Türkiye’nin yönetim kültüründeki ‘hikmet-i hükümet fikri’ bu eğilimi güçlendiriyor. Yönetenler kendilerinin hep haklı olduğunu, hep doğruyu yaptıklarını düşünüyorlar. Yanlışlarını söylediğinizde, ‘işler bildiğin gibi değil azizim’ diye başlıyorlar ‘durumu’ izah etmeye. Onlara göre bizim eleştirimizin nedeni ‘bilgisizliğimiz’. Durumu bir bilsek, kararların nasıl alındığını, şartların ne olduğunu bir bilsek eleştirilerimizi geri çekeriz onlara göre. Eleştiri ve uyarılarımızın nedeni ‘devletin işleyişine ilişkin bilgisizliğimiz’. ‘Peki, o zaman, bilgi verin de öğrenelim’ derseniz alacağınız cevap; ‘her şeyin kamuoyu önünde konuşulamayacağı, devletin işleyişinin farklı olduğu’ yolundadır. ‘Siz merak etmeyin, her şey kontrol altında,’ adeta bir darb-ı meseldir devlet katında. Hem bilmediğimiz için eleştirdiğimiz söylenir, hem de bilgi verilmez. Sonuç; devletlûlar kulaklarını tıkar dışarıdan gelen eleştirilere. Onlar ‘en iyi’yi biliyorlardır ve ‘gerekeni’ yapıyorlardır. Vatandaştan beklenen, iyiniyetinden kuşku duyulamayacak olan ‘devlet büyüklerimizi’ desteklemesidir. Bütün bu gözlemler dünün ‘bürokratik oligarşi’sini anlatmaz; devletleşen yeni siyaset elitlerinin de zihniyet dünyası farklı değil. ‘Batı cephesinde değişen bir şey yok’; sonuçta, devlet geleneği ve devlet aklı üstündür!

İşte bu zihniyete karşı demokrasiye, hukuk devletine, kuvvetler ayrımına, insan haklarına her devirde ihtiyacımız var. Dün Kemalistlerin vesayetinde de ihtiyaç duyuyorduk bu değerlere, bugün ‘bizimkilerin iktidarı’nda da ihtiyacımız var. Sorun devleti kimin yönettiği değil. Devletin doğası sorunlu; onu sürekli gözetleyecek, sınırlayacak, denetleyecek mekanizmalar lazım. Demokrasi de, hukuk devleti de, insan hakları da işte bunun için icad edildi. Kim yönetirse yönetsin bu değişmez. Dolayısıyla kimse çıkıp; ‘Kardeşim, biz helal süt emmiş insanlarız. Bize güvenin. Hakkınızı gasp etmeyiz, emeğinizi çalmayız. Önümüzdeki engelleri kaldırın, sorgulamayı, eleştirmeyi bırakın.’ demesin. Devlet yönetirken kimseye gözü kapalı güvenilmez; denetlenir… Kuvvetler ayrımı ilkesi de bunun yollarından biri. Buna karşı çıkmak, halkı devlet karşısında korunmasız bırakmak anlamına gelir, velev ki devlet ‘siz’ olun…

Dahası, hem başkanlık sistemini savunmak hem de kuvvetler ayrımından rahatsız olmak tuhaf. Demokratik rejimlerin başkanlık sisteminde kuvvetler ayrımının en katı versiyonu uygulanır. Halkın oylarıyla yeniden başkan seçilen Barack Obama şu sıralar yönetiminin bütçesini Kongre’den geçirmek için uğraşıyor. İşi hiç de kolay değil. Hem Demokratları hem de Cumhuriyetçileri ikna etmesi gerekiyor Kongre’de. Sağlık reformunda çok fena zorlanmıştı önceki döneminde. Vergi politikasında revizyon yapmak zorunda şimdi. Yeni Dışişleri Bakanı olmasına kesin gözüyle bakılan Susan Rice geçenlerde Başkan’a yazdığı bir mektupla göreve talip olmadığını açıkladı. Neden? Çünkü Kongre’den onay alamayacağı ihtimali var. Yasama’nın yönetim üzerindeki denetimi böyle bir şey. Biz nelerden şikayet ediyoruz? Gücün ‘tekelleşmesi’nden korkulur. Kuvvetler ayrımı, gücün yönetim katında tekelleşmesini, dolayısıyla otoriterleşmesini engellemenin yollarından birisi. ‘Geleneklerimize uygun bir başkanlık’ modeli arayanların kafasında böyle bir mekanizma var mı, bilmiyorum. Bildiğim devrimini daha iki yıl önce yapmış Mısır’da bile Cumhurbaşkanı Mursi’nin kendini yargının üstüne koyan, bazı kararlarını yargı denetiminin dışına bırakan bir kararnameyi bir hafta içinde geri çekmek zorunda olduğu. ‘Bizimkilerin’ devletine de demokrasi gerek.

Zaman, 21.12.2012