Ana Sayfa Blog Sayfa 192

Yargı bürokratları tahakkümü

0

Yargıyla ilgili tartışmalarda doğruluğundan şüphe edilmeden dile getirilen bazı görüşler var. Deniyor ki yasama, yürütme, yargı üç eşit kuvvet olarak birbirinden ayrılmalı. Siyaset –yani yasama ve yürütme- yargı üzerinde hiçbir tesire sahip olmamalı. Yargının işleyişine asla veya hemen hemen asla karışmamalı.

Meseleye egemenlik açısından bakan bazıları da egemenliğin yargı tarafından da kullanıldığının kabul edilmesinin şart olduğunu söylüyor. Bu açıdan yargıyı yasama ve yürütmeyle aynı seviyede, hatta daha üstün görüyor.

Kuvvetler ayrılığı özgürlük, demokrasi ve anayasal yönetim geleneği tarihinde özel bir yer işgal etmekte. Bugün demokrasinin kuvvetler ayrılığını gerektirdiğini tereddütsüz kabul ediyoruz. Biliyoruz ki kuvvetler ayrılığı demokrasiden önce bireysel özgürlüğü korumak isteyen liberalizmin talebiydi. Liberal yazarlar kuvvetler ayrılığına çok umut bağlamıştı. Umutların ne kadar karşılık bulduğu tartışılır. Kuvvetler ayrılığının özgürlüğün korunmasına hiç katkısı olmadığı elbette söylenemez. Ancak, kuvvetler ayrılığı beklendiği ve umulduğu kadar etkili olamadı. Nitekim, büyük filozof F. Hayek Hukuk Yasama ve Özgürlük adlı eserine bunu vurgulayarak başlar.

Yargının toplum adına adalet dağıtmakla mükellef olduğu açık bir gerçek. Bu yüzden yargı toplumu takip ediyor, toplumda egemen adalet anlayışını tecelli ettiriyor olmalı. Ancak, Türkiye’de acı sonuçlar verdiğini bildiğimiz bir problem var: Yargının toplumla bağının olmaması ve demokratik meşruiyetinin sağlanamaması. Bununla iç içe geçmiş bir sorun olarak denetlenememesi.

Kemalistler eskiden yaptıkları anayasal düzenlemelerde egemenliğin topluma ait olduğunu ve bu egemenliğin ilgili organlar aracılığıyla kullanıldığını ileri sürmüşlerdi. Şimdi bakıyorum Taha Akyol’un da dâhil olduğu bir grup hukukçu aynı tezi savunuyor. Bunu yaparken kitaba göre konuşuyor ve alandaki durumu ve sorunları denklem dışına atıyor.

Yargı toplum adına egemenliği kullanıyorsa bu hakkı ve yetkiyi nasıl almıştır? Toplum egemenlik hakkını ve yetkisini yargı memurlarına nasıl devretmektedir? Yasama ve yürütmede görev yapanlar yanılabildiğine, kasıtlı kasıtsız hatalar yapabildiğine göre yargı mensuplarının da yanılması ihtimal dâhilinde değil midir? Yoksa yargı memuru olanlar mucizevi biçimde tüm insani zaaflardan arınmakta mıdır?

Yargı neticede bürokratik bir organizasyona dayanıyor. Memurlarla çalışıyor. Bu memurlar atamayla geliyor. Demokratik organların bu atamalar üzerinde hiç yetkisi olmazsa ortaya yargı bürokrasisinin kendini yeniden ürettiği ve demokratik sistemi zaafa düşürecek bir kooptasyon sistemi çıkabilir. Başka ülkeler için ilgisiz görünebilir ama bu Türkiye için çok ciddî ve kâğıt üzerinde kalmayıp yaşanmış ve halen yaşanmakta olan bir problem.

Kemalistler seçilmiş iktidarları bürokratik örgütlerle kuşatmış ve sınırlamıştı. Yargı organları bunlardan biriydi. 2010 referandumu öncesinde HSYK Kemalistlerin kontrolü altındaydı. HSYK koruması ve baskısı sayesinde demokratik iktidarlar yargı tarafından baskı altına alınmakta veya terbiye edilmekteydi. Daha sonra durum değişti. Yargıdaki Kemalist vesayet kırıldı, ama bu vesayetsizlik anlamına gelmedi. Tam da tersine, daha gizli, sinsi ve derin bir vesayet kuruldu. Bunu gerek Balyoz, Ergenekon, Casusluk davalarında gerekse 17/25 Aralık’ta tüm toplum gördü. Bazı yargı mensupları, HSYK üyeleri de bunu sık sık dile getirmekte. En son Ergenekon davasından hile ve desiseyle uzaklaştırılan hâkim Köksal Şengün verdiği iki röportajda bu hususları dile getirdi. Şimdi Taha Akyol gibi düşünenlere sormak lazım: Bu yeni ve derin kooptasyon mekanizması nasıl kırılabilirdi? Hükümet ve yasama müdahale etmeseydi bu yapılabilir miydi? Yürütmenin ve Yasamanın müdahalesi bu durumda haksız, gayri meşru ve yanlış mı? Öyleyse sizin öneriniz ne? Bu durumu görmezden mi gelelim yoksa teslim mi olalım? Daha iyi bir yol fikriniz varsa lütfen açıklayın, bizi ondan mahrum bırakmayın.

Türk demokrasisinin en büyük handikapı ana muhalefet

Bir ülkede demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyişi her şeyden önce muhalefete bağlıdır. Esasen her rejimde iktidar partisi mevcuttur, fakat muhalefet partileri sadece demokrasilerde söz konusudur. Muhalefetsiz bir demokrasiden söz edilemez. Burada sözü edilen sahici muhalefettir. Yani geçmişte bazı totaliter ve otoriter rejimlerde de binde iki ya da üç oy alan partiler mevcut idi, ama bunların varlığı demokrasinin mevcudiyeti için yeterli değildi. Bu vesileyle ileri demokrasilerde ana muhalefet de iktidar partilerine yakın düzeyde güçlüdür. Nitekim ana muhalefet partisi iktidar kadar ya da ondan daha güçlü olduğu zaman iktidar el değiştirir. Demokrasilerde muhalefetin gücü, esasen iktidar-muhalefet ilişkilerinin düzenlendiği hukuki yapı yanında, muhalefetin iktidarın el değişmesini sağlayacak düzeyde halkın belli kesimini ikna edici politikalar üretmesine borçludur. İktidar değişimini sağlayacak düzeyde güçlü muhalefet partilerinin olmayışı, demokrasi açısından ciddi bir handikaptır.

Türkiye’de demokrasiye geçildiği günden bu yana iktidar muhalefet ilişkileri hep gerilimli olmuştur. Bazen bu gerilimler toplumsal kamplaşmalara sahne olmuş, bazen de neticesi askeri darbelere kadar varmıştır. Bazen bu gerilimler iktidar partilerinden tetiklenmiş ise de, çoğu kereler ortamı geren fiil ve söylemlerin ana muhalefetten geldiği söylenebilir.

İktidar olmama çabası

1950-1960 arası dönemde her ne kadar DP bazı baskıcı politikalara yönelmiş ise de, bu yıllarda CHP’nin ortamı en uç düzeyde gerici yönde söylem ve eylemler geliştirdiğini de unutmamak gerekir. Etki tepkiyi doğurmuş, neticede sistem kitlenmiş, son durak 27 Mayıs olmuştur. Dönemin ana muhalefet partisi olağan demokratik usullerle iktidara gelemeyeceğini anlayınca, ortamı gererek iktidardaki partiyi tepki kabilinden politikalar uygulamaya sevk etmek suretiyle, 27 Mayıs cuntacılarına müsait bir zemini sağlama yolunu tercih etmiştir. Gelelim son zamanlarda olanlara. Bir siyasi parti olarak iktidar olmayı amaçlaması gereken CHP, olağan demokratik usullerle iktidar olmamak için iki şeyi ısrarla yapıyor.

Birincisi, CHP’liler, iktidara geldikleri zaman ne yapacakları konusunda hiçbir şey söylemiyor. Sadece “yaptırmam da yaptırmam” siyaseti yürütüyorlar. Bir zamanlar DP zamanında yapılan barajlar sebebiyle “bu kadar elektriği ne yapacaksınız, toprağa mı vereceksiniz” söylemi geliştirerek modern Türkiye’nin ve sanayileşmenin ana damarı olan enerji sektörüne karşı çıkıyordu. CHP, İstanbul trafiği için hayati derecede işlev gören ilk Boğaziçi köprüsüne de karşı çıkmıştı. Bunların sayısını çoğaltmak mümkündür.

Bu siyasetin adı “İttihatçı siyaset”tir. Bir zamanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti, Sultan Abdülhamid’in saltanatı döneminde sadece Abdülhamid’i yıkmak politikasına odaklanmıştı. İktidara gelirlerse ne yapacakları konusunda hiçbir hazırlıkları, bu yönde bir politikaları mevcut değildi. İttihatçılar sadece yıkıcı muhalefet yaptıkları için, Abdülhamid iktidardan indiği zaman ülke yönetimine geçtiklerinde hiçbir politikaları mevcut değildi. Nitekim bu politikasızlığın neticesi, kısa sürede Osmanlı Devleti’nin yıkılması oldu. Benzer siyaseti CHP, geçmişte de günümüzde de sürdürmeye devam ediyor. Başkanlık sistemini getirtmem diyor; ama yerine ne getirecek bellisiz. Sadece parlamenter sistemin güçlendirileceğinden söz ediyor ama bu, içi tamamen boş bir ifadedir. Başkanlık sistemi de en az parlamenter sistem kadar demokratik bir hükümet sistemidir, ama CHP, bu sistemle Türkiye’ye diktatörlüğün geleceğini söyleyerek, bilinçli bir şekilde hakikatin ters yüz edilmesi yönünde algı oluşturuyor. AK Parti 2023, hatta 2070 hedeflerinden söz ederken, bu hedeflere ulaşmayı sağlayacak yönde politikalar geliştirirken, kendisini bu hedeflere odaklamışken, ana muhalefet partisinde hiçbir söylemi yok. Unutmadan bir tek vaadine temas edeyim: “Yasama dokunulmazlığını sadece kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırmak”. CHP’liler bu vaadinde de tutarlı değil. Çünkü daha önce bazı milletvekilleri tutuklandığı için söylemedikleri söz kalmadığı gibi, şimdilerde de yasama dokunulmazlığı kaldırıldığı için AYM’nin kapısını aşındırıyorlar. Kısaca bu vaadlerinde bile kimseyi ikna edemiyorlar. Ana muhalefetin yakın gelecekte iktidar olabilmesi için seçmen tabanını genişletici yönde politikalar geliştirmesi, bazı seçmen tabanlarını kendisine çekecek yönde ikna edici fiil ve eylemlerde bulunması gerekir. Şu bir gerçektir ki, dindar muhafazakâr kesim hala CHP’nin laikçi politikalarından korkuyor. CHP, ılımlı ve demokratik laiklik politikaları geliştirme çabasına hiç girmiyor. CHP’nin bu politikalarla tek başına iktidar olabilmesi, yüzde 24-26 bandında olan oy tabanını yüzde 40’lara taşıması yakın gelecekte pek mümkün ve muhtemel görünmüyor.

İkincisi, aynı CHP, şimdilerde ortamı, toplumu terörize edici fiil ve söylemleri sıklıkla ve şiddetle kullanmayı sürdürüyor. Ben burada sadece birkaç örneğe yer vereceğim. Kılıçdaroğlu, CHP’nin AK Parti iktidarı tarafından Türkiye’ye Başkanlık sistemini getirtmesine müsaade etmeyeceğini, CHP’nin kanı akmadan başkanlık sisteminin getirilemeyeceğini söylüyor. Şayet bir sistem demokratik ise, bu sistemin gelmesine kan dökülmesi pahasına direnç göstereceğini söylemek, demokrasinin şirazesinden çıkarılması demektir. Her bir siyasi çoğunluk, demokratik usullerle bazı değişiklikler yapar, muhalefet partileri olağan demokratik usullerle buna mani olmaya çalışır, mani olamadığı zaman da hesabını seçimlerde halktan alacağı destekle sorar. Demokratik sistemle uyumlu bir değişikliğe, kanlarının akıtılması pahasına hukuku zorlayacak şekilde karşı çıkmak, demokrasinin usullerini bozmak demektir. Diğer yandan, kısa bir süre önce, CHP lideri, bir televizyon kanalında hiçbir ayrım gözetmeksizin PKK’lı teröristleri de ziyaret ettiklerini söyledi, bir ya da iki gün sonra da bir şehit cenazesine iştirak etti. Önce şehit bayan polisin eşi cenazede CHP lideri ile yan yana olmak istemedi, sonra bir kişi CHP liderinin önüne mermi fırlattı, daha sonra da CHP liderine yönelik tepkiler ortaya konuldu. CHP liderine mermi fırlatılmasını tasvip etmek kesinlikle mümkün değildir. Fakat bir parti liderinin önce PKK’lı teröristleri ziyaret ettiğini söyleyip, daha bu sözün kulaklardaki yankısı gitmeden, PKK’lı teröristler tarafından şehit edilen bir cenazeye iştirak etmesinin, o cenazede şehit yakınlarını ve cenazeye iştirak edenleri nasıl etkilediğini çok iyi tahlil etmek gerekir.

CHP liderinin, PKK’lılar tarafından şehit edilen birisi için düzenlenen cenaze namazına iştirak etmesinin bu aile üzerinde ne tür bir tahribat meydana getireceğini çok iyi anlamak lazım. Bu üç türlü anlaşılabilir: Birincisi ilmel yakin anlamak; yani şehit ailelerinin bu durumdan duyacakları rahatsızlığın ne olabileceğini kitaplardan okuyarak ya da birilerinden duyarak öğrenmek ve bilmek. İkincisi, aynel yakin; yani şehit ailelerinin duydukları ıstırabı görerek anlamak. Üçüncüsü, hakkel yakin; yani bizzat bir yakını şehit olduğu için anlamak. Yakınları şehit olmayan birisi, bu ortamda şehit yakını ailenin neler hissettiğini hakkıyla anlayamaz. CHP lideri anlaşılan bir yakını şehit olmadığı, dahası bir şehit yakınının neler hissettiğini ilmel yakin ve aynel yakin de bilmediği için, meşhur sözünü söyledikten sonra cenaze merasimine iştirak etti; bir de pişkin pişkin bana nasıl bu tepki verilir diye bu tepkiye şiddet tonu çok yüksek karşı tepkiyi verdi. CHP’liler bununla da sınırlı kalmadı, bundan sonra her şehit cenazesine iştirak edeceklerini söylediler. CHP lideri bir adım daha ileri giderek şehit cenazesinde kendisine tepki verenlerin Müslüman olmadıklarını söyledi.

Manevi dokuyu tahrip

CHP liderinin bu sözleri en üst perdeden şehit cenazelerini sabote etmektir. Bu, şehit ailelerinin yüreğini dağlayan sözünün tahrip gücünü görmeksizin, şehit cenazelerinde bundan sonra yaşanması muhtemel gelişmelerden hem siyasi medet ummak, hem de bu yolla toplumun en hassas manevi dokusunu tahrip etmektir. Aklı başında, millet ve toplumsal uzlaşı taraftarı olan bazı CHP’lilerin bunu Kılıçdaroğlu’na hatırlatması gerekiyor.

CHP liderinin bunlara ilaveten Türkiye’nin geleceğini inşa etmek üzere geliştirdiği bir diğer politika da AK Parti’lilere ve Cumhurbaşkanı’na sürekli hakaret etmek.

Tekrar ifade ediyorum, Türkiye’nin her yönden kartopu gibi büyüyebilmesi, her şeyden önce muhalefetin güçlenerek siyasi iktidarı zorlamasına bağlıdır. Unutulmasın ki, rahmetli efsanevi boksör Muhammed Ali’nin dünya ağır sıklet boks şampiyonu olması ve uzunca yıllar şampiyonluğunu muhafaza etmesi, rakiplerinin kendisini zorlamasına bağlıdır. Maalesef, ana muhalefet partisi CHP, yakın gelecekte iktidara gelmesini sağlayacak politikalar ortaya koymaktan çok uzak olduğu gibi, bir de sürekli toplumsal barışı sabote edici fiil ve söylemler geliştiriyor. Kısaca “Ben iktidar olamasam da, mevcut iktidara da bir şeyler yaptırmam; yaptıklarım toplumsal dokuyu tahrip de etse, bu uygulamalara devam edeceğim” diyor. Türk demokrasisinin en büyük handikapı, CHP’nin Türkiye’nin geleceğini sabote eden, toplumsal dokuya zarar veren, siyasi iktidarı umut verici politikalarla zorlamak bir yana, sistemi kilitleyen uygulamalara yönelmesidir. Umarım CHP içerisindeki sağduyu sahibi üyeler bu durumu fark ederler de, CHP’nin Türkiye’yi daha ilerilere taşıyacak, bir diğer ifadeyle ekonomik, siyasi vb. alanlarda rekorlar kırmaya zorlayacak güçlü muhalefet haline getirecek, belki de iktidara taşıyacak yönetimleri partinin başa getirirler. Bu, hem toplumsal barış açısından, hem de Türkiye’nin geleceği açısından faydalı olacak. Türkiye’nin bu yönde fiil ve söylemler geliştiren, politikalar üreten bir ana muhalefet partisine ihtiyacı var.

Star Açık Görüş, 18.06.2016

CHP’nin ecinnileri

Kemal Kılıçdaroğlu’nun hala tartışılan bir kaset operasyonuyla Deniz Baykal’ın yerini almasıyla kolay yoldan CHP’nin yenileneceği ve değişeceği varsayımı aradan geçen altı yılda çökmüş durumda. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında geçen son altı yıl, bugün itibarıyla ‘Yeni CHP’ iddiasının ve umudunun tükendiği dönem olarak tarihe geçmiş durumda. Bu dönem CHP içinde hizipleşmenin arttığı ve parti içi güven sermayesinin azaldığı bir zamanı da ifade ediyor. CHP artık Türkiye’nin temel meselelerinde bir parti programı ve ideolojisi etrafında bir arada siyaset yapan bir parti hüviyetini kaybetmiş durumda.

Tek önceliği ve ortak yönü, Erdoğan ve AK Parti karşıtı cephede meşru veya gayrimeşru mümkün bütün yol ve yöntemlerle strateji üretmek olan CHP, “bölünmüş parti” karakterini taşıyor. Kılıçdaroğlu bir genel başkan olarak bu bölünmüş partiyi yönetebilecek ve bir arada tutabilecek bir performans gösteremiyor. Kılıçdaroğlu ve hizbi bu başarısızlığı örtmek ve parti içi hizip çatışmasını engellemek için, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerinden gerginlik ve kriz çıkarmak dışında bir seçenek üretemedi. Ancak bu seçenek o kadar çok ve hoyratça kullanıldı ki, Kılıçdaroğlu ve hizbi “yalancı çoban” konumuna düşmüş durumda. Nitekim son olarak şehit cenazelerinde yaşanan gerginlik, Kılıçdaroğlu’nun artık kendi hizbi dışındaki CHP’yi harekete geçirmekte zorlandığını gösterdi.

Karşıtlık dozunu artırmak

CHP Kılıçdaroğlu’nun hizbi dışında kabaca Ulusalcı/Kemalistler ve sosyalist sola/ HDP’ye yakın duran üç hizbe bölünmüş durumda. Kılıçdaroğlu’nun hizbi dışında kalan hiziplerin de CHP’nin değişmesi ve yenilenmesi bahsinde tutarlı bir program ve kadroya sahip olduklarına ilişkin bir işaret yok. Kılıçdaroğlu hizbinin parti içindeki iktidarını devam ettiren de bu durum zaten. Diğer hizipler de CHP için bir umut vaat etmiyor. Hatta tam aksine diğer hiziplerden herhangi birinin parti içinde iktidara gelmesi halinde, CHP’nin gerçekten bölünmesinin önünü açabileceği endişesi ağır basıyor. Kılıçdaroğlu ve hizbi, biraz da bu endişe dolayısıyla partideki iktidarlarını devam ettirebiliyor. Ancak Türkiye’nin temel meselelerine ilişkin yaşanan krizler, Kılıçdaroğlu ve hizbinin elini zayıflatıyor ve CHP’deki merkezkaç eğilimleri güçlendiriyor. Bu durumu örtmek ve parti içindeki iktidar mücadelesini engellemek için ise Erdoğan ve AK Parti karşıtlık dozunu artırmak dışında bir formül bulunamıyor.

CHP kendi içindeki ve Türkiye’deki probleme müdahale etme kabiliyetini kaybettikçe, parti dışındaki ve hatta ülke dışındaki gelişme ve krizlere umut bağlayan irrasyonel bir siyasete savruluyor. CHP’ye akıl veren kurmaylar, demokratik seçim kampanyalarından Mısır’daki Sisi darbesine kadar birbiriyle telif edilemeyecek seçenekleri her hafta model olarak öneren bir çaresizlik içinde savruluyor. Her başarısızlık CHP kurmaylarını ve CHP genel merkezini asabileştiriyor ve giderek dengesini kaybeden bir reaksiyonerliğe hapsediyor. Öyle ki giderek intihar bombacısı haleti ruhiyesi içinde, kendilerini yok ederek karşı cepheye azami zarar verecek strateji okumaları yapıyorlar. Toplumla, rakip parti ve zümrelerle yaşanan kutuplaşma ve çatışma giderek parti içinde taşınıyor. Başarısızlığın sebebi giderek daha yakınlarda, parti içindeki hiziplerde, parti içindeki diğer kimliklerde aranıyor. Parti içindeki mücadele giderek bir iç savaş mantığıyla ele alınmaya başlanıyor.

Bu mantık, CHP’nin parti içinde ve dışındaki güven ve ikna kabiliyetine ciddi zarar veriyor. Böylece Kılıçdaroğlu ve hizbi başta olmak üzere, CHP’deki bütün hizipler fasit dairenin içine düşüyor.

CHP, siyasi tabloyu değiştirecek bir hamleyi kendi içinden yapamadıkça Ergenekonculardan Paralel Devlet Yapılanmasına, imzacı akademisyenlerden liselilere kadar her kesimden bir tür Mehdi bekler gibi irrasyonel bir pozisyona savruluyor. Bir arada olamayacak aktörlerle hızla müttefik olabilen CHP, birbiriyle telif edilemeyecek argümanları peş peşe savunmaktan çekinmiyor. Bu durum aslında CHP’nin kuruluş döneminin tarihine ve mantığına uygundur. CHP krize girdikçe kuruluş dönemindeki reflekslerine dönüyor. Ancak CHP kuruluş döneminde bir iktidar partisiydi ve devletin partisiydi. Dolayısıyla bu savruluşları izah etmesine gerek kalmayacak bir iktidara sahipti. O dönemde CHP kimseye hesap vermeyen, tam aksine muhaliflerden topluma herkese hesap soran bir pozisyona sahipti. CHP çok partili hayata geçtikten sonra da “kendi muhalefette fikirleri devlette iktidarda” kalmayı başarmıştı. Bugün ise CHP her anlamıyla muhalefette… CHP ve Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu artık yaptıklarının hesabını vermek ve gerekçelerini izah etmek durumunda olduğunun farkında… Arkasında bürokratik iktidar ve devletin itibarı yok. Bu yüzden de CHP, bu savruluşlarının gerekçelerini topluma ve kendi tabanına anlatmak zorunda kalacak.

CHP bugün hayatın normal akışı içerisinde birbirine selam vermeyecek, hatta yüz yüze geldiklerinde kavga edecek aktörleri çatısı altında toplamış durumda. Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerinden bir araya gelen bu aktörler, açık bir başarısızlıkla karşı karşıyalar. CHP, politik sabır ve meşruiyet isteyen demokratik siyaseti değil, gayrimeşru yöntem ve aktörlerle hemen, acil, kesin bir devirme siyaseti arasında ikincisini tercih etti. Bu siyasette başarısızlık halinde “Kurtlukta kural düşeni yemektir” hükmünün uygulanacağının farkındadır. Bu kurala göre tasfiye edilen Deniz Baykal’ın yerine getirilen Kemal Kılıçdaroğlu, kuralın şimdi de kendisi için işlediğinin farkında. Bu yüzden bir yandan hala işe yarabileceğini diğer yandan da kendisinin gidişinin maliyetini kuralı uygulayıcılara hatırlatmak istiyor. Kılıçdaroğlu’nun açıkça üstelik hanım bir siyasetçiye küfretmesinin,  “Başkanlıktan kan çıkar” demesinin ve iktidarı sokak hareketleriyle tehdit etmesinin sebebi oyunun bu kuralında yatmaktadır.

Kılıçdaroğlu ve CHP, iktidarı ele geçirmek için şeytanla dahi işbirliği yapabileceğini göstermiş bir sicile sahip… Şeytanla işbirliği büyük güçlerle işbirliği yapmak gibidir: Kazanırsanız büyük payı büyük güç alır, kaybederseniz maliyeti büyük güç size ödetir. CHP ve Kılıçdaroğlu şimdi şeytanla yaptığı ittifaka rağmen kaybetmenin ağır faturasıyla karşı karşıya…

Kılıçdaroğlu “arabayı devirdiği” için artık kendisine yol gösteren çok oluyor. Gün geçmiyor ki parti içinden dışından Kılıçdaroğlu’na bir eleştiri yapılmasın, bir akıl verilmesin… Bu kervana en son Kılıçdaroğlu’nun siyasetbilimi doktorası yapan oğlu da katıldı. CHP’ye sokaklardan uzak durun ve seçmenlere ulaşmak için evlerle gidin diyen Kerem Kılıçdaroğlu, CHP’nin tarihi, ideolojik,  sosyolojik açmazlarından hiç bahsetmiyor. CHP bu problemlerle seçmenin evine girdiğinde bir kez daha yüzleşecek. Çünkü CHP kadrolarının ezici kısmı gittikleri evlerin yüzde 80’inde kendilerini tutamayıp seçmenlerin hayat tarzıyla kavga edecek. Bu bakımdan CHP kadrolarının evlere gitmesinin, CHP’nin oyunu artırmaktan ziyade azaltacak sonuçlar vermesi kuvvetle muhtemeldir.

Kreşlerde de örgütlenmeli

Görüldüğü üzere CHP henüz propaganda tekniklerinden öteye program, ideoloji, tarih, sosyoloji katmanlarına geçebilmiş değil. Bütün akademik hayatlarını darbe ve sokak hareketleriyle hükümet devirme teknik ve stratejilerine hasretmiş CHP’nin organik aydınları, CHP’nin normal ve demokratik bir parti olmasının önündeki temel engele dönüşmüş durumda… Bu yaz yeni darbe ve devrim teknikleriyle yeni akademik döneme hazırlanan CHP’nin organik akademisyenlerinin, liseler yetmez kreşlerde de eylemci bebeler örgütlemeliyiz şeklinde yeni ve parlak fikirlerle şeytanlarla anlaşmayı denemeleri muhtemeldir. Kendi pozisyonlarını “cinnet siyaseti”yle açıklayan CHP’nin organik akademisyenleri varken Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin burunlarını demokrasi oyununa sokmasını uzunca bir süre beklememeliyiz. Ancak CHP tabanının talep ve şikayetlerinin cinnet siyasetini, ecinni akademisyen ve siyasetçileri ilanihaye taşımasının mümkün olmadığını unutmamak lazım. CHP’liler şeytandan önce ecinni akademisyen ve siyasetçileri taşlayarak, bu ecinni taifesinin ve şeytanın şerrinden kurtulmadıkça amellerinin demokratik karşılığı seçim sandığında bir kere daha yanmak veya bu sefer çarpılmak olacaktır.

Star Açık Görüş, 18.06.2016

“Doğrunun siyaseti” yanılsaması

Türkiye’de hatalı bir siyaset anlayışı var. Siyaset “doğru”nun hayata geçirilmesi olarak görülüyor. Bu anlayışa göre iç ve dış siyaset alanında yürütülmesi gereken “doğru”nun ne olduğu açık ve bellidir. Doğru politikalar, demokratik sistemin politika oluşturma ve yürütme üzerinde oy veya diğer mekanizmalar yoluyla kurduğu kontrol düzeyine bakılmaksızın, bunlar tarafından engellenmeksizin veya bu sistemlere takılmaksızın uygulanmak zorundadır. Çünkü doğru olmaları, bu politikaların yürütülmesi için tek başına yeterli gerekçedir.

Buna göre, eğer o politikalar uygulanmıyorsa “doğru”dan vazgeçilmiş veya doğru olan göz ardı edilmiş, yerine yanlış olan konmuş olmalıdır. Yöntem ne olursa olsun eğer “doğrunun siyaseti” yerine “yanlışın siyaseti” uygulanıyorsa ortada bir gayri meşruluk veya kabul edilemez bir durum var demektir.

Belki bir örnekle ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim. Gezi olaylarının çıkış noktası olan Gezi Parkı’nın akıbeti konusunda buna benzer bir durum yaşadık. Parkın olduğu gibi korunmasını isteyenler bu konunun bir referanduma dönüştürülmesi önerisini reddettiler. Gerekçe ise, mealen, söz konusu alanın AVM veya kışla olarak betonlaştırılması yerine ağaçlarıyla yeşil bir çevre olarak korunmasının “doğru” politika olduğu idi. Doğru olanın tartışılması, pazarlık konusu yapılması veya oylamaya sunulması reddediliyordu.

İlk duyuşta kulağa haklı geliyor. Gerçekten de eğer ortada bir doğru varsa bunun tartışılması ve pazarlığa tabi tutulması anlamsızdır. Ne var ki burada ilk duyuşta es geçilen husus, aynı konuda başkalarının da “doğruları” olduğu gerçeğidir. Doğrunun siyasetini yaptığını düşünen bu aktörler, sonuçta “kendi doğruları” olan ötekiler ile aynı sahneyi paylaşmak zorunda olduğumuz gerçeğini gözardı ediyorlar.

Kendi politikasını geçerli tek doğru kabul eden ve herhangi bir rekabeti reddeden bu anlayış, esas itibariyle bizde daha çok sol siyasetin bir hastalığı olarak karşımıza çıkıyor. Bunun iki temel sebebi var. Bunlardan başat olanı solun yaslandığı ideolojinin esas itibariyle insan için bilimsel olarak belirlenmiş tek hakikatin varlığı fikrini içeriyor olmasıdır. Bu tek hakikat evrene, dünyaya, topluma, insana ve insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair neredeyse her soruya cevap veren kapsamlı bir görüşü içeriyor. Bu tek hakikatten türetilen politikalar ise insan için doğru olanı buyuran tartışılmaz bilimsel gerçeklerin ifadesi ve insanın kurtuluşunun anahtarı olarak görülüyor.

İkinci sebep ise, resmi ideolojinin ve vesayet kurumlarının esasen çağdaşlaşma ve laiklik kavramlarıyla ifadesini bulan ve daha ziyade CHP ideolojisi ile örtüşen bir tür sol anlayışı uzun süre desteklemesinde yatıyor. Hükümette olmasa bile devlet iktidarında kısmen pay sahibi olduğu hissi, solu ötekilerin de “kendi doğruları” olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten alıkoydu. Ötekilerin doğrusunu tanıma ve görmeye zorlayacak ciddi bir karşılaşmaya her girdiği durumda, aldığı yenilgi sistem tarafından telafi edildi — tâ AK Parti’nin kalıcı zaferine kadar.

Bu iki durum solun seçmenle ve demokrasiyle olan ilişkisini de olumsuz etkilemekte. Tek hakikatten kaynaklanan doğru politikayı ellerinde tuttuklarına inananlar, seçmeni rakip politikalar yerine kendi politikalarını tercih etmesi için ikna etmeye veya tavlamaya çalışmak için fazla bir motivasyona sahip değiller. Onun yerine siyasi eylemi, seçmeni doğru olan konusunda eğitmek, aydınlatmak ve belki terbiye etmek olarak pratik ettiler. Politikalarını rakiplerini dikkate alarak seçmen için, seçmene göre “biçimlendirmek” yerine, seçmeni politikaları için “biçimlendirmeye” giriştiler. Çoğunlukla da başarısızlık ve hayal kırıklığı yaşadılar. Politikalarını ve kendi tutumlarını masaya yatırmak yerine, sorumluluklarını seçmene yüklediler.

Bu durum, solun kendi ötekisine karşı sergilediği zaman zaman aşırıya kaçan öfke, kindarlık ve kibir duygularının da sebepleri arasında yer alıyor olabilir. Baktığınız bu yerden, açıkça doğru olan şeye itibar etmeyen, yanlışı yaşayan ve yanlış olanda ısrar eden insanları “kötü” veya “ahmak” bulmak kolaylaşır.

Yine siyaset yapmayı kategorik doğruların hayata geçirilmesi olarak gören bu hatalı kavrayış, solu uzlaşmaz, “ya hep ya hiç”çi bir politik tutuma mahkum etti. Bu tutum ise demokratik siyaset içinde solun etkinliğini, genişlemesini ve yaygınlaşmasını engelledi. Seçmenle sağlam, sahici ve inandırıcı bir ilişki kurulamadı.

Demokratik siyasetin işleyişine uygun hareket etmeye zorlandığında (arka arkaya gelen seçim başarısızlıkları gibi), ne kendisini ne de seçmeni inandıramayan “çarşaflı kadınlara parti rozeti takmak” gibi yapmacık, acemice ve kalıcı olamayan hamleler geldi. Çünkü “öteki seçmen” dikkate alınması gereken yetişkin ve saygın biri olarak değil, şekerle kandırılabilecek saf bir çocuk veya kandırılmaya müsait bir cahil olarak görüldü.

Tek hakikat ile ilgili Platon’un meşhur mağara benzetmesi vardır. Dünyadaki sıradan insanlar dışardan ışık gelen mağaranın ağzına sırtlarına dönerek oturmuşlar, mağaranın duvarlarına yansıyan gölgeleri seyretmektedirler. Sıradan insanlar asılları, hakikatleri mağaranın dışında (idealar evreninde) olan şeylerin sadece gölgeleri ile yetinmekte ve onları gerçek zannetmektedir. Oysa sırtlarını dönmek yerine yüzlerini ışığın geldiği tarafa çevirseler, her şeyin ideal, mutlak ve hakiki hallerini görebilecek, böylece doğrunun ne olduğunu bilebileceklerdir. Ancak bu iş sadece bir veya birkaç bilgenin üstesinden gelebileceği zorlu ve meşakkatli bir iştir. Dünyevi hazlara düşkün avam halk ise bu zorlu işe hiç yanaşmaz.

Bilge hakikatin ve doğrunun bilgisine ulaşır; ancak kitleler dünyanın süfli işleri ile oyalanmaktan memnun ve cahil kalırlar. Bilgenin elinde tuttuğu hakikatten kaynaklanan “doğru”su ile avamın gölgelerden kaynaklanan “doğru”su eşitler olarak aynı yarışa sokulabilir mi hiç! Platon için demokrasi bu yüzden yoz bir rejimdir; avamın iradesi hilafına hakikati hakim kılacak ve doğru olanı yapacak bir rejim ise ideal olandır.

İşte bizdeki sol da kendini adetâ idealar evrenine vakıf olan bilge zannediyor. Kibirli, halktan kopuk görünmesi de; (Doğu Bloku’nun çöküşünden, Venezuela’daki son felakete kadar) arka arkaya gelen onca başarısızlık ve yenilgiye rağmen ortalıkta hiç bitmeyen bir özgüven ve haklılık iddiasıyla dolaşması da bu yüzden olmalı!

Demokratik siyaset oyununda, sol aktörler kendilerini “mutlak doğru”yla değil, “kendi doğruları”yla pazarda yer alan ve mümkün olduğunca çok müşteriye kendi doğrularını satarak rakiplerine üstünlük sağlamak zorunda olan mütevazi birer “satıcı” olarak görürlerse, işleri biraz daha kolaylaşabilir.

Sağın “doğru olan”ın siyaseti ile ilişkisini başka bir yazıya bırakıyorum.

Serbestiyet, 19.06.2016

Hendeklerin ardından (2)

7 Haziran, PKK ve HDP için bir dönüm noktasıydı. Halkın siyasi mekanizmalara ve çözüme olan gösterdiği büyük teveccüh, PKK’yi bir seçim yapmak zorunda bıraktı. Her silahlı örgütün başına gelen PKK’nin de başına geliyordu; yola siyasetle mi, yoksa silahla mı devam edileceğine bir karar vermesi gerekiyordu.

Aslında, bu konuda PKK elini daha önceden açmıştı. 2013-Newroz’unda Öcalan, silahın miadını doldurduğunu, artık mücadelenin siyasi alanda verilmesi gerektiğini belirtmiş ve çözüm süreci de bu hat üzerinden ilerlemişti. Keza PKK’nin tepe isimlerinin tamamı da, defaten, sorunun silahla bitirilmesinin imkânının bulunmadığına ve çözümün mutlaka siyasette aranması gerektiğine dair açıklamalar yapmışlardı. Dolayısıyla 7 Haziran’dan sonra verilecek kararda bir sıkıntı olmaması icap ederdi. PKK, siyaseti güçlendirecek bir hamle de bulunmalıydı.

Ne var ki PKK, 7 Haziran’a beklentilerin hilafına bir tepki gösterdi. Seçim sonuçları hemen herkes tarafından “halkın, Kürt meselesinde inisiyatifin siyasette olmasını istediği” biçiminde tercüme edildi. İnsanlar, otuz yılı aşan çatışmalardan bezmişti. Bunun herhangi bir çözüm üretmeyeceği ve çıkmaz bir yol olduğu tecrübeyle sabitti. Çatışmalar bitmeli, siyaset ipleri eline almalı, öncelikleri belirleme ve karar verme mevkiine siyasetçiler geçmeliydi. Ezcümle, silahın yerini siyaset almalıydı.

Elbette herkes, PKK’nin HDP üzerindeki tesirinden haberdardı. Sorunun aşılması için PKK’nin HDP’lileşmesi gerekiyordu. Bunun yolu da güçlü bir siyasi temsilden geçiyordu. Altı milyon oyda, % 13’ü aşan destekte ve 80 milletvekilinde ifadesini bulan bu güçlü temsilden umulan, PKK’yi siyasi bir organizasyona dönüştürmesiydi.

PKK’nin hoşnutsuzluğu ve HDP’ye ayar

PKK, bu tablodan memnun olmadı. Sorunu çözme babında parlamentonun ve siyasetin iş görebilme ihtimalinin büyümesini PKK bekasına dönük bir tehdit olarak algıladı. Her meselenin halli için parlamentoyu ve siyaseti adres gösteren bir anlayışın hâkim olması halinde, kaçınılmaz olarak PKK’deki dağdaki varlığı ve elindeki silahı sorgulanacak, PKK kamuoyundan gelecek “Siyasetle bir çare bulmanın olanağı varken dağ başında işiniz ne?” sorusuna daha çok muhatap olacaktı.

Ortadoğu’da işlerin karıştığı ve bilhassa Suriye’de önüne bir fırsatın çıktığını düşündüğü bir vasatta PKK, kamuoyunun kendisine böyle bir taleple gelmesini istemedi. Öyle ki, seçimin hemen ardında elde edilen büyük başarıyı itibarsızlaştırdı. HDP’nin zaferin tadına varmasına müsaade etmedi. Yerli yersiz devreye girip HDP’ye ayar çekti. Kısa bir süre sonra da, ateşkesi bitirdiğini ilan etti, devrimci halk savaşı çağrısı yaptı.

PKK’nin önceliği Suriye

Çatışma, böyle bir fonda başladı. Siyaset korkusu PKK’nin tekrar silaha başvurmasının amillerinden biri. Ama PKK’nin şehir savaşlarına girmesi salt buna bağlanmaz. PKK’nin çatışma tercihini açıklamak için, bu fona işlenecek dört önemli nedenden bahsedilmelidir:

1. Ortadoğu’da tozu dumana katan gelişmeler PKK’nin önceliklerini ve Türkiye’ye dönük stratejisini değiştirdi. Müzakere yoluyla Türkiye’de Kürt meselesini çözmekten ise Suriye’deki hâkimiyet alanını korumak ve büyütmek PKK için çok daha öncelikli bir hal aldı. PKK, Suriye’de iç savaş konjonktüründe kısa bir sürede üç kantonun yönetimini eline geçirdi. Ancak bu kantonlar bir toprak bütünlüğü oluşturmuyordu. Kantonlar arasında IŞİD ve ÖSO’nun elinde tuttuğu alanlar da vardı. PYD, dış desteğin de yardımıyla, toprak birliğini sağlamak istedi. Bu, Türkiye ile PKK yeniden karşı karşıya getirdi. Zira Türkiye sınırında tümüyle PKK egemenliğinde bir yapılanmaya izin vermeyeceğini açıkça ilan etti ve buna uygun bir tavır aldı.

PKK, bana göre büyük bir yanlış içeren, Türkiye’nin bu siyasi tavrını fiili yönetimini tahkim etmesinin önündeki en büyük engel olarak okudu ve ateşkesi bitirerek sokak savaşını başlatan düdüğü çaldı. Böylece bunun karşısında yer aldığında maliyetin ne denli büyük olacağını göstererek Türkiye’yi kendi çizgisine zorlamayı hedefledi.

“Taşeron savaşı”

2. Türkiye ve PKK’nin Suriye’de ortak bir zeminde buluşamamaları çözüm sürecini de tıkadı ve tarafları farklı arayışların içine girmeye itti. Her iki taraf da, sahada etkili olan güçlerle daha sağlam bir ilişki trafiği kurmaya yöneldi. Sahadaki mevcut şartların daha avantajlı kıldığı PKK, Ortadoğu yeni ve karmaşık bir ağın içine girdi. 40 yıldır Türkiye’deki silahlı mücadelesinde kavuşamadığı desteğe, Suriye’de IŞİD’e karşı verdiği mücadele sayesinde erişti. Gerek gerek bölge devletlerinin (Suriye ve Irak) ve gerek bölge dışı güçlerin (ABD ve Rusya) desteğini arkasına aldı.

Türkiye’nin, PKK’ye arka çıkan bu güçlerin hepsiyle değişen oranlarda sorunları var. Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor ve dengeler kökünden sarsılıyor. Böylesi bir düzlemde PKK’nin Türkiye’ye karşı sahaya sürülmesinde, bölge içi ve dışı güçlerin gayeleri ve bu doğrultuda PKK’yi yönlendirmeleri göz ardı edilemez.

PKK’nin dâhil olduğu ağın amacı, Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahil olmasını önlemek veya müdahalesini en aza indirmekti. PKK’nin şehir savaşı karşısında bütün ilgisini ve gücünü içe yöneltmek zorunda kalan Türkiye, yeniden şekillenmekte olan coğrafyadaki hadiselere yeterince tesir edemedi. Böylelikle amaç hâsıl oldu. Yani, Türkiye’yi bölgeden uzak tutma ve etkisini kırma siyaseti PKK eliyle icra edildi.

PKK’nin eski yöneticilerinden Nizamettin Taş, PKK’nin bu siyasetini “Rojava için Kuzey Kürdistan’ın feda edilmesi” olarak yorumluyor: “Kuzey Kürdistan’daki savaş, taşeron savaşıdır. Kuzey Kürdistan için sürdürülen bir savaş değildir. Rojava üzerine süren bir savaş vardır. Savaşan güçler Türkiye’yi denklemin dışına itmek için böyle bir savaş başlattılar. Bunu da PKK eliyle yaptılar. Amaç Türkiye’yi Ortadoğu denklemin dışında tutmaya çalışmaktır. Kuzey Kürdistan buna feda edildi.” (BasHaber, Sayı 105, 06-12 Haziran 2016, s. 8-9.)

Örgütsel dönüşüm

3. PKK, başlangıçta kır eksenli gerilla mücadelesine göre yapılan bir örgüttü. Ancak başlıca iki sebepten ötürü, kırsalda etkin bir mücadele yürütmenin imkânı kalmadı:

Sebeplerden biri sosyolojiktir. 1990’lardaki devletin uyguladığı zorunlu göç siyaseti, kırsal alanı hatırı sayılır miktarda zayıflattı. Toplum kaotik bir şehirleşme sürecinden geçti. Kentlerde yoğun ve dinamik bir genç nüfus oluştu. Bütün gençleri dağa çıkarmanın olanağı yoktu. PKK, şehirdeki gençleri silahlandırarak hem kenti/kendisine muhalif olan unsurları kontrol altında tutmayı, hem de devlete karşı mücadelenin kırsaldan kente çekmeyi amaçladı.

Diğer sebep ise teknolojiktir. Silah teknolojisinin hızına erişmenin olanağı yok. Bu gelişmeden PKK gibi öğütler de belli bir oranda istifade ediyor ama şüphesiz devletler kadar değil. Silah envanteri genişleyen ordular her geçen gün daha teknolojik silahlarla donatılıyorlar. Artık ordular araziyi çok daha rahat gözetliyor ve daha büyük bir atış gücüne erişiyorlar. Bu da ordulara, mücadele ettikleri silahlı örgütlere karşı muazzam bir avantaj sağlıyor.

Tüm bunlar Türkiye için de geçerli. Kırsalda, kır gerilla modeli ile PKK’nin kendi hedeflerine ilerlemesinin imkânı bulunmuyor. PKK kırda hareket alanı daralıyor ve gücü kırılıyor. Bu durum karşısında PKK, örgütsel yapısını yeniden tanzim ediyor ve şehirlere yöneliyor.

Cemaat yanılgısı

4. 7 Haziran’da elde edilen tarihi başarı HDP ve PKK’de bir özgüven zehirlenmesine neden oldu. AKP, uzun süren tek parti iktidarını kaybetmişti. Ülke içinde AKP’ye ve Erdoğan’a yönelik ciddi bir muhalefet oluşmuştu. Batı’da da gerek siyasi elitler ve gerek toplumsal kesimler düzeyinde bilhassa Erdoğan’a karşı büyük bir nefret dalgası kabarmıştı. Ayrıca AKP içinde de Erdoğan ve Davutoğlu arasında belli konularda ihtilaf olduğu da belli olmuştu.

HDP ve PKK bu tabloyu “AKP ve Erdoğan’ın sonu” olarak okudu. Altan Tan, 7 Haziran sonrası partideki ruh halini şöyle resmediyor: “Bizim 7 Haziran’dan sonraki siyasetimizde de, 7 Haziran gecesinden itibaren şöyle bir siyaset hâkim oldu, “Bu çözüm süreci durdu, masa devrildi, dolayısıyla önce Türkiye’de iktidarın değişmesi lazım. Yeni bir iktidar oluşturulması, bizim de onunla görüşmemiz lazım.” Bu fikir kulağa çok hoş gelebilir. Zaten şu an Türkiye’de Tayyip Erdoğan’dan nefret edenler zümresi var. Ben Tayyip Erdoğan ile siyaseten yollarımı 25 yıl önce ayırdım. Ama nefret etmek ayrı bir şey, bütün siyaseti bir şahıs bir parti üzerine indirgeyip onun karşıtlığı üzerinden bir cephe oluşturmak ayrı bir şey. Daha açık söyleyeyim, “Önce Tayyip Erdoğan gitsin, ondan sonra ne olacaksa olsun” Türk solunun da bir kısım Kemalistlerin de fikri sabitleriydi.” (http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/altan-tan-dindar-musluman-kurtler-buyuk-sikintida)

Bu ruh haliyle HDP, daha ilk akşamdan AKP’ye tüm kapıları kapadı. Selahattin Demirtaş “AKP’lileri asmayacaklarını ama yargılayacaklarını” söylüyordu. Sırrı Süreyya Önder, kendileri ile görüşmeye gelecek Başbakan Davutoğlu için “Gelir, kaçak çayını içer gider” diyordu. PKK’nin çatışmayı başlatmasının amillerinde biri de, gerçeklikle bağını koparmış bu özgüvendi. PKK’ye göre, AKP’nin kurtuluşu yoktu. AKP içten ve dıştan gelen baskılara karşı koyamazdı. Bir çatışma süreci, AKP’nin yıkılışını hızlandırabilirdi. Ve PKK, AKP’yi yıkan güçlerden biri olarak içteki ve dıştaki kazanımlarını derinleştirebilirdi.

Bu, 17-25 Aralık döneminde Gülen Cemaati’ni saran ruh haline çok benziyordu. Anılan dönemde Gülen Cemaati, yeterince güç berkittiğini düşünüyordu. O günlerde birçok Cemaat mensubuna göre; hükümet düşecek, AKP seçimleri çıkaramayacak ve Erdoğan da ülkeden kaçacaktı. Bundan hiçbir kuşkuları yoktu.

Benzer şekilde PKK’de Erdoğan’ın gidici olduğuna kanaat getirdiği noktada çatışmaların düğmesine bastı. Ancak -Cemaat gibi- PKK de yanıldı. Yaptıkları hamleler, Erdoğan’ı güçten düşürmek yerine, daha güçlü kıldı.

Meseleye buradan devam edeceğim.

Serbestiyet, 20.06.2016

Hendeklerin ardından (1)

Kürt meselesi, bir nevi, kaçırılmış fırsatlar tarihidir. Çözüm birçok kez kapıya kadar geldi, ama kimi vakit gereken cesaret gösterilmediği, kimi vakit de basiret bağlandığı için çözümün kapıdan içeri girmesi sağlanamadı. Taraflar bazen güçlerini abarttı, bazen şartları yanlış okudu ve her seferinde çözüm bir kez daha elden kaçtı.

2013-2015 yılları arasında devam eden 2.5 yıllık son süreç, hiç şüphesiz, memleketin yakın zamanlarda sahip olduğu en iyi hikâyeydi. Ne yazık ki onun sonu da mutlu bitmedi.

Süreç devam ederken dile getirilen bir endişe vardı. Buna göre, sürecin demokratik bir şekilde neticelendirilmesi için azami gayret sarf edilmeliydi. Eğer süreç akamete uğrar ve çatışmalar yeniden alevlenirse;

* Çatışmalar eskisinden çok daha şiddetli olacak ve
* Çatışmaların form değiştirip kırsaldan şehir merkezlerine kayacaktı.

Maalesef son bir yılda, bahse konu endişe misliyle gerçekleşti. PKK, savaşı şehirlere taşıdı. Binlerce insan hayatını kaybetti. Yüzbinlerce insan göç etmek mecburiyetinde kaldı. Kentler yerle yeksan oldu. Bölgede ekonomi çökme noktasına geldi. Psikoloji ve sosyal doku bozuldu. Siyasi hak alanı daraldı. Hukuki standartlar geriledi. Yani her açıdan büyük bir fatura çıktı.

Çıkmaz yola sürüklenmek

Ne yazık ki henüz çatışma ortamından çıkmış değiliz. Bombalı saldırılar, askeri operasyonlar bütün hızıyla devam ediyor. Bununla birlikte çatışma sahnesinde bir perde kapandı. Önümüzdeki günlerde tekrar denenmeye çalışılır mı bilinmez ama şimdilik şehir savaşları bitti. Doğal olarak bir muhasebe yapılıyor ve “PKK, neden bu yola girdi?” sorusuna yanıt aranıyor.

Hayati niteliği haiz bu suale cevap teşkil etme iddiasını taşıyan iki teori var: İlki, PKK’nin tuzağa düştüğü yönünde. Buna göre PKK, devletin kurduğu oyunu göremedi. Hendeklere, bir plan-program dâhilinde değil, bilinçsiz ve hazırlıksız bir şekilde düştü. Devlet organize bir şekilde sahadan çekildi, PKK’nin kendini “hâkim güç” olarak görmesini sağladı, birtakım ayak oyunlarıyla PKK’yi bu çıkmaz yola sürükledi. Kudret sarhoşluğuna kapılan PKK, devletin kurduğu kapanı fark etmedi ve kendini bir anda çatışmanın içinde buldu.

İkincisi ise, PKK’nin çatışmaya zorlandığı iddiasında. Buna göre, PKK’nin çatışmaya dair bir niyeti, çalışması ve hazırlığı bulunmuyordu. Devlet, sahadaki bazı pratikleriyle (7 Haziran öncesinde Ağrı-Diyadin’deki operasyon, Diyarbakır’da HDP mitinginde patlayan bomba, kale-kol yapımları, baraj inşaatlarına hız verilmesi, vb.) PKK’yi savaşa davet etti. “Zorlanma” teorisini savunanlar bu noktada kendi aralarında ikiye ayrılıyor:

* Kimi, devletin ısrarlı davetine rağmen PKK’nin buna icabet etmeyebileceğini belirtiyor. Bunlara göre, PKK bu davete kulaklarını tıkamayı becerebilmeliydi. PKK’nin en büyük hatası, devletin savaş çağrısı karşısında soğukkanlılığını kaybetmesi ve daveti tez canlılıkla kabul etmesiydi.

* Kimi de, devletin çatışmayı tahrik eden tavrı karşısında PKK’nin başka bir çaresinin kalmadığını ifade ediyor. Buna göre, bütün çıkışları kapatan devlet PKK’yi bilerek savaş meydanına itti ve çatışmaya icbar etti. PKK’nin başka türlü davranabilme ihtimali yoktu.

Kararlar ve sonuçları

Her iki teori de belli bir popülariteye sahip. Epey destekçisi ve alıcısı var. Lakin ben, bu teorilere katılmıyorum.

İlk olarak, Ortadoğu gibi zorlu bir coğrafyada 40 yıldır ayakta kalan, her geçen gün büyüyen ve küçük bir silahlı örgütten devasa bir yapıya dönüşen PKK’den söz ediyoruz. Böylesi bir çizgi herhangi bir konuda bir adım atarken kılı kırk yarar kolaylıkla tongaya basmaz. Yoksa Ortadoğu ateşinde varlığını sürdüremez, yanar gider.

Siyasi/askeri hareketler/liderler kendilerine bir hat çizerler. Menzile vardıklarında, bunu siyasi/askeri dehalarının enginliğine yorarlar. Başarısız olduklarında ise topu ve sorumluluğu başkalarına atarlar. Mesela Erdoğan –Gülen Cemaati, çözüm süreci, Suriye, vb. birçok konuda “Kandırıldım” dedi. İlginç olan, Erdoğan “Kandırıldım” dediğinde bundan bir mizah malzemesi çıkaranlar, nedense PKK’nin kandırıldığına veya tuzağa düşürüldüğüne gönül indirmeye pek meyilli durmaları.

Oysa gerçekte bir kanma ve kandırılma durumu yok. Ne Erdoğan kandırıldı, ne de PKK. Zamanında Erdoğan’a tüm bu konularda gerekli eleştiriler ve uyarılar yapıldı. Keza PKK’ye de, hendek işinde, gittiğin yolun yol olmadığı defaten söylendi. Lakin onlar, siyasetin çemberinden defalarca geçmiş aktörler olmalarına güvenerek, kendi bildiklerinden şaşmadılar, bazı kararalar verdiler ve şimdi de verdikleri bu kararların neticeleriyle yüzleşiyorlar. Olan-biten bu.

Hesaplı kitaplı tercih

İkinci olarak, PKK’nin çatışmaya mecbur kaldığı tezi de gerçeklerle örtüşmüyor. 7 Haziran’da HDP muazzam bir başarı elde etti. Bir kader anıydı bu; halkın siyasetin belirleyici olması gerektiğini istediğini haykırıyordu. Karar makamında olan PKK’ydi ve PKK’nin silahları geri çekip siyaseti öne çıkarmasının önünde hiçbir engel yoktu.

Daha önce birçok kere dile getirdim. Bir kere daha hatırlatmanın zararı yok. 8 Haziran’da PKK yönetimi çıkıp “Halkımızın seçimlerde verdiği mesajı aldık. Meselenin demokratik araçlarla çözülmesine dair iradesine saygı gösteriyoruz. Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bitiriyoruz/durduruyoruz” minvalinde bir açıklama yapsaydı, devlet ne yapabilirdi? Velev ki devlet çatışma istiyor olsun, böylesi kesin ve kararlı bir siyasi duruş karşısında, devletin bütün çatışma potansiyeli absorbe edilmiş olmaz mıydı?

Fakat PKK bunu yapmadı, tam tersi bir yol tutturdu. Bana göre, PKK’nin “kandırıldığı”, “tuzağa düştüğü” veya “mecburiyetten ötürü” savaştığını söylemek, PKK’nin kurumsal aklını ve hafızasını küçümsemek olur. PKK, birtakım hesaplardan hareketle şehir savaşını tercih etti.

Bir sonraki yazıda bu tercihin altında yatan hesaplara değineceğim.

Serbestiyet, 16.06.2016

İkinci Gezi Süreci Konuşuluyor

0

Toplumda büyük bir gerilim ve kutuplaşma var.
Kürt Türk, Alevi Sünni, Laik anti laik, Erdoğan sevdalıları ve Erdoğan düşmanları … fay hatları gittikçe geriliyor. Bir depremin olması kaçınılmaz görünüyor. Yeni bir Gezi sürecinin hazırlıklarının yapıldığı bilgileri sızıyor. Sayın cumhurbaşkanının bu istihbarî bilgiden dolayı, oluşacak sokak eylemlerinin önünü kesmek için bir kaç ay önceki “Akademisyenlerin bildirisine” çok sert tepki verdiği ifade ediliyor. Akademisyenlerin birçoğunun üniversitelerle ilişkisi kesildi, yargılamalar devam ediyor.
Geçen aylarda Artvin Cerrattepedeki maden ocaklarına karşı direniş için de ikinci Gezi için bir prova olduğu degerlendirmesi yapıldı.
Son günlerde lise mezuniyet törenlerinde dikkati çeken eylemler var. İstanbul’daki tarihî liselerde yapılan yönetim değişiklikleri, bu liselerde ciddi tepkilere yol açtı. Liselerde meydana gelen protestolar dalga dalga yayılıyor.
Sayın cumhurbaşkanının, Gezi eylemlerine sebep olan topçu kışlası inşasını tekrar gündeme taşıması da fay hattında basıncı arttırdı.
Güneydoğuda yerle bir olan şehirler, viran olmuş haneler ve yürekler;  5-6 bin  militan, bine yakın güvenlik güçlerinin bu “hendek savaşlarında” yok olup gitmesi; 500 bin insanın yerinden yurdundan olması ayrı bir dram ve toplumsal tehlike…
Peki neden bu problemler?
Cumhuriyetin kuruluşunun “ulus devlet” modeliyle tek parti yönetimi ve  resmî ideoloji zeminine oturması  sorunların başlangıcı olarak değerlendiriliyor.
Ardından gelen 27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Mart  1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye’nin  “demokratik cumhuriyete” evrilmesini geciktirdi.
12 Eylül darbesinin faşizan anayasası ve onun YÖK, MGK gibi kurumları hâlâ ayakta. Bunların kaldırılacağı sözü, hâlâ yerine getirilemedi. Seçim yasası ve  antidemokratik seçim barajı yerli yerinde…
AK Parti iktidarlarının ilk yıllarında ciddî demokratikleşme adımları atıldı.
Darbe zihniyetli sivil askerî oligarşik yapı bu  değişimle “iktidarını” kaybedeceği için Ak partiyi devirmek üzere birçok yolu denedi. 27 Nisan e-muhtırası bunun bariz göstergesiydi. Bu hamleler demokratik güçlerce geri püskürtüldü.
Lakin, Ak Parti iktidarı gerçek anlamda iktidar olunca, mağdurken mağrur olmaya başladı. Bütün kurumlar iktidar tarafından ele alınınca muhaliflere karşı tahammülsüz yaklaşımlar baş gösterdi.
Ak Partinin “devletleştiği”, “Siyasal İslamcı   Kemalistlerin” ortaya çıktığı tezleri ileri sürülmeye başlandı. 1950 öncesi tek parti  anlayışı, son yıllarda tekrar tedavüle sokuldu…
Her sorunun çözümü başkanlığa endekslendi. Türkiye’nin kaderi başkanın kaderine kilitlendi. Mevcut yönetim anlayışıyla, “tek  adam”lığa doğru gidildiği kanaati hâkim oldu. Halkın çoğunluğu, başkanlığın ülkeyi diktatörlüğe götürebileceği endişesi taşıyor.
Bütün seçimlerin, Kürt sorununda 90’ların güvenlikçi politikalarına dönüşün başkanlık hesapları için olduğu dillendiriliyor. Oluşan milliyetçi dalgayla oyların arttırılabileceği  hesapları şimdiden tutmuş da görünüyor.
Muhalif gazeteci, aydın, sanatçı ve farklı partilerden olan işadamları baskı altında hissediyor kendilerini.
Ülkenin resmî politikalarına muhalif görüşler, en yetkili ağızlardan “ihanet” olarak değerlendirilip bazı medya organı destekleriyle linç kampanyalarına dönüştürülüyor.
Yönetim, “tarafını seç” dayatmasıyla toplum “bizler” ve “diğerleri” olarak ayrıştırılıyor.
Gazeteciler tehdit edilip dövülüyor… Nazi Almanya’sında Yahudilerin kapılarına işaret konulması gibi, bazı aydınların bildirisi üzerine kapılarına tehdit kâğıtları asıldı. Davalar açıldı, gözaltılar yapıldı. Avrupa Birliği’ne aday bir ülkede olmaması gereken resimler bunlar. Gerçi, AB projesi de sorgulanmaya başlandı, bu da ayrı bir kaygı mevzuu. Türkiye yönünü  Batı’dan Doğu’ya mı çeviriyor endişeleri başladı…
“Dindar nesil istiyoruz ve yetiştireceğiz” söylemleri de toplumun bir kesimince, “yaşam biçimine karışma” ve “dayatma” olarak değerlendirilerek, laikliğin ileride kaldırılacağı kuşkularını yarattı.
Anayasa çalışmalarında, sayın Meclis başkanının, “dindar anayasa” vurgusu yapması da  laikliğin tehdit altında olduğu kuşkularını güçlendirdi ve korkuttu.
Diğer yandan Türkiye’nin dış siyasetinin etrafımızda “düşman” komşular oluşturduğu bir gerçek. Mültecilerin toplumda yarattığı belirsizlik, kaygı ve tedirginlik de gerilimi arttıran başka bir neden.

Neticede toplum yüzde elli elli ikiye bölünmüş durumda. En üzüntü verici olanı ise, iki parçaya da hitap edecek, kucaklayacak bir kurumun kalmayışıdır. Toplumun yüzde ellisi kaygı, korku, ülkesine yabancılaşma, kızgınlık, öfke içerisinde ve mutsuz. Bazıları “başını alıp” bu ülkeden gitmek istiyor. Ülkemizin selâmeti için bu kutuplaşmanın giderilmesi elzemdir. Bunun yolu da, toplumun bütün katmanlarını kucaklayacak bir yönetim anlayışıdır. Mutlu yüzde elliyi iktidar için yeterli gören anlayış ülkenin hayrına değildir. Velev ki, “mutsuz yüzde elli” yanlış bir algı içerisinde olsun yönetimin görevi bu algıyı düzeltecek politikalar geliştirmektir.
Türkiye, her fikrin özgürce serdedileceği özgürlükçü bir ülke olmalıdır. Sorgulayan, eleştiren, araştıran, bilim üreten, ülkesinin değerlerine hâkim ve çağdaş dünyayı takip eden nesiller yetiştirilmelidir. Bu şekilde bilim, teknoloji üretilip, ekonomik zenginlik elde edilebilir. Refahın adil bir şekilde dağıtıldığı ülkelerde ekonomiden kaynaklanan sorunlar minimuma iner.
Ülkemizin selâmeti barış, adalet, düşünce özgürlüğü, evrensel insan hakları, hukukun hâkim olması, ekonomi ve eğitimde fırsat eşitliğiyle sağlanabilir…

Değer eğitimi ve demokratlık*

İnsan değer taşıyan bir varlık olduğundan, yeni nesiller büyükleri tarafından bilinçli veya bilinçsiz bir değer aktarım sürecine tâbi tutulur. Buna sosyalleşme denir. Bazı mahzurları olduğu iddia edilse de, sosyalleşme hem çok fayda sağlar hem de kaçınılmazdır.

Değer aktarmada en önemli vasat aile. Çocuklar okul çağına gelene kadar değer aktarma süreci önemli ölçüde tamamlanır. Dinler de, bir taraftan değerlere kaynaklık yapmada, diğer taraftan değerleri yeni nesillere aktarma ve benimsetmede en önemli sosyal kurumlardan biri.

     Açık toplumlar birer değer çoğulluğu vasatıdır. Sivil toplumda birçok değer sistemi bir arada yaşar. Ortak yaşayış, zamana ve zemine bağlı olarak, yakınlık ve flört kadar rekabet ve çatışmayı da kapsar. Barışçıl ortam, usul kurallarına uyulduğu sürece, varoluşsal imkânsızlığa yol açacak çapta problemler doğmadan sürer gider. Ancak, kimi değer sistemlerinde, diğer değer sistemlerini tasfiye etme ve kendini bütün topluma egemen kılma arzusu mevcuttur. İşte bu noktada, en geniş kamusal organizasyon olan devleti bunun aracı yapma arayışı devreye girer. Devleti, dinî değer sistemleri kadar seküler değer sistemleri de kullanmak ister. Açık toplumda doğal, sivil ve barışçıl bir süreç olan değer eğitimi, devletin el atmasıyla tek tipleştirme ve baskılama aracına dönüşür.

Muhafazakâr politikacıların dindar nesiller yetişmesini istemesi, kastedilen sivil toplumda çocuklarını dindar olarak yetiştirmek isteyenlerin önüne devletin engeller çıkartmamasıysa, olağan karşılanmalı. Tabiî, buradaki dindarlığın sadece Sünni Müslümanlığı değil, küçük büyük tüm dinlere ve inançlara bağlılığı ihtiva edecek biçimde anlaşılması şartıyla. Elbette, değer eğitimi serbestliği bir dine dayanmayan değer sistemlerini de kapsayacaktır. Bu hâliyle değer eğitimi toplumdaki değer çoğulluğunu yansıtacaktır. Bunun olabilmesi için devletin değer eğitimine burnunu hiç veya çok sokmaması ön şarttır. Yani bu alanda devletin görevi negatif bir pozisyon almak, pozitif pozisyon alacaksa ayrımcılık yapmamaktır. Kastedilen devletin tek değer sistemini esas alarak nesiller yetiştirmesiyse bu kabul edilebilecek bir politika olamaz. Böyle bir eğitim politikası toplumda barışı değil, çatışmayı teşvik eder.

     Dindar nesil yetiştirme talepleri etrafında yapılan tartışmalara bakıldığında şunları tespit etmek mümkün. İlk olarak, bu tür sözlere bazen abartılı tepkiler gösteriliyor. Bu görüşte olanların konuştuklarına pişman edilmesi yerine sözleri tartışmaya açılmalı. İkincisi, eleştirilerin bazen din düşmanlığına dönüşmesi. Demokrat pozisyon din ve vicdan özgürlüğünü tanır ve din eğitimini bunun bir parçası olarak görür. Dahası da var; akıllı ve mantıklı bir demokrat, kendisi inanmasa da, dinin en önemli ‘sosyal sermaye’ unsurları arasında yer aldığını bilir. ‘Sosyal sermaye’ bileşeni olarak dinler sadece dindarların değil, tüm toplumun ortak varlığıdır. Demokratın karşı çıkacağı şey din değil, dinî kaynaklı fanatizmi de kapsayacak şekilde her tür fanatizmdir.

Son olarak, dindar nesil taleplerine eleştiri getiren herkes bir samimiyet ve tutarlılık testinden geçmek zorunda. Gerçek demokratlık, değer eğitiminde devlet tekelciliğine karşı çıkmayı gerektirir. Devletin bir dine dayanan bir değer sistemini yeni nesillere dayatması ne kadar yanlış ve haksızsa, seküler değer sistemleri için bunu yapması da aynı derecede haksız ve yanlıştır. Bu ülkede demokrat olduğunu iddia eden bazıları şimdiye kadar eğitim sistemindeki ideolojik dayatmacılığa hiç tepki vermedi. Çocukların anaokulundan üniversiteye kadar Kemalist endoktrinasyona maruz bırakılmasına itiraz etmedi. Militarist, aklın gelişmesini engelleyen, his ve heyecanları bile kontrol etmeyi hedefleyen ders ve ritüellere eleştiri getirmedi. Dinî değerleri de kapsayacak şekilde çoğulculuğu savunmadı. Bu yüzden, böylelerinin demokratlığı da özgürlükçülüğü de hiç inandırıcı görünmüyor.

*Daha önce yayınlanmış bir yazımın gözden geçirilmiş hâli.

Oruç ve İnsan

0

Oruç sağlıklı olan ve bu ibadete inanan bireylerin bir ibadetidir.
Aç ve susuz kalmak, seksten (cinsellikten) uzak durmak sadece sembolik ve görünen boyutudur.
Esas olan; buyurulan ibadeti, “sorgulamaksızın” teslimiyet içerisinde yapmak ve “hikmetleri “olabileceğine inanmaktır. Diğer en önemli boyut ise; ruhsal arınma yani “ruhsal detoks” olmaktır. Gündelik hayat akışı ve karmaşası içerisinde kaybolan “insanî ve manevî değerleri” fark etmek ve yaşama geçirmektir. Oruçtan beklenen: Aşk ve sevgi ile var kılınan canlı-cansız varlıkları fark edebilmek, bütün varlıkların bir bütün ve biri birilerine muhtaç olduğunu idrak etmek, diğerini anlama ve görebilmek, hissedebilmek; açlık, susuzluk ve cinsel perhizle terbiye edilen insanı manevî iklimlere taşıyıp onun hazzını yaşatmaktır. Oruç; sevmenin, yardım etmenin, paylaşmanın, birarada olmanın, merhamet ve şefkatin kişiye ve etrafına ne kadar iyi geldiğini anlamaktır.
Kişi sağlık sorunları veya başka nedenlerle “biyolojik oruç” tutmasa da, eğer isterse Ramazan ayının “ruhsal oruç” bölümüne dahil olabilir…
Tam bir Ruhsal Detox için nelere dikkat etmek gerekir:
– İçimizden geliyor ve gerçekten inanıyorsak oruç tutalım
– Oruç tutmayan insanlara asla “yan gözle” bakmayalım. Onlara müdahele etmeyelim. Allah hiçbir kuluna dinî vecibeleri, bir diğerine “zorla” yaptırma yetkisi vermemiştir. Bu dünyadaki “imtihan sırrına” aykırıdır. Özgürlük ve irade ile yapılan ibadet esastır ve muteberdir.
– Orucunu tutmayan tercihini o yönde kullanmışsa ve o size saygılıysa, siz de ona saygılı olmak durumundasınız. Kimse kimsenin hesabından sorumlu değildir.
– Orucunu tutamayanlar için de ön yargılı olmayalım; sağlık sorunları olabilir, kadınlar regl döneminde olabilir veya bilemediğimiz başka gerekçeleri vardır. Her ne ise onlara da asla hakir bakmayalım ki, zaten buna hakkımız yok.
– Sağlık sorunumuz varsa mutlaka doktorumuza danışıp öyle karar verelim.
– Oruçluyken, “çekilmez” biri oluyorsak, nedenini araştırmak için doktora baş vurmalıyız. Belki kan şekerimiz çok düşüyor ve bizi çok asabi yapıyordur.
– Oruçluyuz diye kimseden saygı ve ayrıcalık, “torpil” beklemeyelim.
– Sırf “Allah Rızasını” gözeterek oruç tutulmalıdır.
– Oruçluyuz diye işimizi aksatma, sağa sola “çatma” hakkımız olmadığını aklımızdan çıkarmayalım.
– Oruç tutmayan ya da tutamayan bireyler de oruç tutanlara saygılı olmalı. Oruçlunun gözüne sokarcasına yemek yeme, sigarasını tellendirme doğru bir davranış değildir. Oruç tutanları hakir görücü tutum ve davranışlar da ahlâkî ve insanî değildir.
– Sabır, tevekkül; merhamet, paylaşım, yardım; sevgi, saygı, hürmet gibi değerleri daha çok yaşam alanımıza sokalım. Ramazan ayı, her daim sahip olmamız gereken “insanî değerleri” bize hatırlatan aydır. Hakkıyla bu ibadeti eda edenlere selam olsun. İnananların Ramazan Ayı kutlu olsun. Canlı cansız, görünen görünmeyen bütün varlıklara rahmet ve bereket getirsin…

Türkiye’nin Bitmeyen Savaşı

0

Kuruldu kurulalı, fiilen olmasa da fikren ve zihnen bölünmüş bir ülkedir Türkiye.

Bizi işgal eden yedi düvel ile barıştık ama birbirimizle bir türlü barışamadık.

Bütün savaşlar bitti, kendimizle olan savaşımız bir türlü bitmedi.

Hepimiz cephedeyiz ve olaylara kendi cephemizden yaklaşıyoruz.

Söylenen sözün kendisine değil, hangi cepheden geldiğine bakıyoruz.

“Savaştır her şey mubahtır” diyoruz, birbirimize karşı savaş hukuku uyguluyoruz.

Savaşı birkaç cephede sürdürüyoruz ve sürekli yeni ittifaklar kuruyoruz.

Her savaş gibi bitmek bilmeyen bu savaş bizi kirletiyor.

Dilimiz çatallaştı, aynı kelimeler herkes için başka anlam ifade ediyor.

Bir türlü norm oluşturamıyoruz, normalleşemiyoruz.

Çeteleler oluşmuş, kurumlar ele geçirilmiş, hiyerarşi yok olmuş.

Hadler aşılıyor sınırlar ihlâl ediliyor.

Böyle bir ülkede sanırım en doğru olan, meşru olanın yanında yer almak, meşru mücadelenin doğru şekilde yapılmasına katkı sağlamak.

Meşru siyasal iktidar, meşru mücadelesini “doğru” bir şekilde sürdürmek, “sahih” ve “adil” bir yönetim sistemi inşa etmek durumundadır.

Ülke yetkin bireylere, üreten şirketlere, özgür üniversitelere, güçlü yerel yönetimlere, istikrarlı hükümetlere kavuştuğunda sahih bir yönetime doğru evrilecektir.

Ve her şey yerli yerine oturduğunda adalet gelmiş olacaktır.