Ana Sayfa Blog

PKK Bittiğinde Özgür Olacaklar

Devlet/hükümet 40 yıldır Kürt sorununu PKK ile aynılaştırdı. İkisinin birlikte anılması ve aynılaştırılarak konuşulup tartışılması sorunun terörize olmasında önemli etken oldu. Peki sorunun gerçeği nedir? PKK 50 yıl önce yoktu ama Kürt sorunu yine vardı. Yarın PKK de birçok örgüt gibi miadını doldurup tarih olacak. Ama Kürtler ve sorunları çözülünceye kadar var olacaktır. Kürt sorunu, Devletin 200 yıllık yanlışlarının sonucudur. PKK ise olsa olsa Kürt sorunun nedenlerinden biri olabilir, ancak. PKK bu anlamıyla hem bir sonuçtur hem de 40 yıldır Kürt sorunun çözümünün önünde bir engel güçtür. Bu yönüyle Devlet Kürt sorununu ayrı, PKK sorununu ayrı ele almak zorundadır. PKK sorunu çözüldüğünde Kürt sorunu çözülmüş olmaz, ama Kürt sorunu çözüldüğünde PKK’ye ihtiyaç kalmayacağından dolayı PKK etkisini yitirmiş olacaktır. Ancak Devlet 40 yıldır sorunu bu biçimiyle ele almadı.

Her defasında Kürt sorununu örgütle özdeşleştirdi. Doğrusu PKK’nin silah bırakmasını PKK ile hal etmeliydi. Kürt sorununun çözümü ise bütün Kürtlerin dahil olmasıyla mümkün olacaktır. PKK’nin bugün ateşkes ilan etmesi, örgütün feshetmeyle bitecek bir sürece girmiş olması iyi bir gelişmedir. Dünya’da soğuk savaş döneminden kalma PKK benzeri örgütler 35 yıl önce kendini kapatmıştı. Batılı ülkeler 1990’larda kendi örgütlerini kapatırken, bizdekileri sevmeye ve desteklemeye devam ettiler. PKK gibi soğuk savaş dönemi kalıntısı radikal sol örgütlerin bizde bunca uzun yaşamalarının en önemli nedenlerinden biri bu bitmeyen uluslararası destekti. Aslında bugün bile çoğu Batılı Devlet PKK’nin silah bırakmasını istememektedir. Umarız Ortadoğu’daki bu karmaşık hal bu defa başarılı olmaz ve PKK’nin tasfiye edilmesiyle biter.

PKK Savaşı/Terörü Sevgiyle Beslendi ve Desteklendi

Bir toplumu ilk önce aydın yazarların sessizliği ürkütür. Çünkü toplum çoğunlukla onların ne diyeceğini önemser. Türkiye’de sol tandanslı aydın yazarların sesi PKK şiddeti/terörü konusunda hep yanlış çıktı. Bir önceki çözüm sürecinde Diyarbakır ve Cizre’de çukur kazan PKK militanlarına, “Hendeklere ses ver” diyerek oturdukları yerden destek verdiler. Hapishanelerde örgüt talimatıyla ölüm orucuna başlayanlara, “Açlık grevlerine ses ver” dediler. Hapishanelerde ölüm eylemlerine oturdukları yerden desteklerini sundular. Ama aynı çevrelerden hiçbir gün “PKK şiddeti/terörü son bulmalıdır!” açıklamasını duymadık.   Neredeyse hepsinin “Cumartesi Anneleri”yle yakışıklı bir fotoğrafı var, ama “Diyarbakır Anneleri”ni bir gün olsun ziyaret etmediler. Bu ülkede özellikle sol mahallede aydın yazar olduğunu düşündüğümüz insanların sesi bozuk çıktı. Bu ses şiddeti besleyen destekleyen bir sesti. İnsan yaşamını amaca feda eden bir sesti, bu ses! Şiddet/savaş karşıtı bir ses değildi. Bu ses sol ve Kürt mahallesinin radikal örgütlerinin sesiydi. Bu nedenle barışa katkı sunan bir ses olamadılar. Sahiden soruyorum, bunların ülke barışına ne katkısı olmuştur? Tamam, savaşı/terörü bitiremezler, bunu anladık. Ama savaşı/terörü teşhir ettiklerini de duymadık.

Barışa hiçbir katkıları olmamış bu sesi bozuk çıkanlardan da kurtulacak bu ülke. Onlar savaşı/terörü teşhir etmediler, ama bizler onları bu yönleriyle teşhir edebiliriz. Soğuk savaş döneminden kalmış, reel sosyalizm kalıntısı olanların sesleri tabii ki soğuk ve bozuk çıkacaktır.

PKK gibi soğuk savaş dönemi radikal sol örgütlerin bitmesi yetmez, bunlarla birlikte bu şiddet bağımlısı soğuk savaş dönemi mağduru aydın yazar ve sanatçılarının da bitmesi gerekir. Hazır PKK giderken keşke bunları da birlikte götürse ne iyi olurdu.

PKK bittiğinde daha özgür olacaklar

DEM’liler (eğer PKK den sonra kalırlarsa) talimat almadan siyaset yapabilecekler. Uzaktan değil, yerinden yerlerinden partilerini yönetebilecekler. Artık eskisi gibi çözümün adresi İmralı’dır demek yerine korkmadan çekinmeden kendilerini adres gösterebilecekler.

Türk Solundan bazı çevreler: Artık PKK’den Devrim, DEM’den milletvekilliği beklemeyecekler. PKK ve Abdullah Öcalan’ı eleştirmeme zulmünden kurtulacaklar.

Bazı Solcu Yazar ve Sanatçılar: Düşüncelerini daha özgür açıklayabilecekler. “PKK/DEM ne der acaba” kaygısından kurtulacaklar. Doğruya “doğru” yanlışa “yanlış” diyebilecekler. Kitaplarında ve yazılarında PKK şiddetinden/teröründen özgürce bahsedebilecekler.

Solcu Gazeteciler: PKK/DEM korkusu olmadan daha özgün haberler yapabilecekler. “Cumartesi Anneleri”nin haberleri gibi, “Diyarbakır Anneleri”nin de haberlerini yapabilecekler. Dağa çıkarılmış Kürt çocuklarının haberlerini özgürce yapabilecekler. Örgüt içi infazlarından bahsedebilecekler.

İnsan Hakları Örgütleri: Eğer PKK’den sonra kalırlarsa daha özgür ve gerçekten insan haklarının ne olduğuyla tanışacaklar. Devletin cinayet çetelesini tuttukları gibi PKK’nin de cinayetlerini teşhir edebilecekler. “Cumartesi Anneleri”ni savundukları gibi, hiç korkmadan çekinmeden “Diyarbakır Anneleri”ni de savunabilecekler.

Solcu Akademisyenler: PKK bittiğinde daha özgür olacaklar. Devleti eleştiren makale yazanlar, PKK ve sol örgütleri de eleştiren makaleler yazıp bildiriler kaleme alabilecekler.

CHP: PKK bittiğinde CHP’liler de daha özgür olacaklar. Kürt seçmenin oyunu alabilmek için PKK şiddetine susmayacaklar. “Diyarbakır Anneleri”ni rahatlıkla gidip ziyaret edebilecekler.

Devlet gerçek Kürt sorunuyla tanışacak: PKK bittiğinde Devlet de içinde PKK terörü olmadan Kürt sorununu daha özgürce düşünebilecek. Kürt sorununun tam olarak ne olduğuyla tanışıp ona göre çözümler arayacaktır.

PKK bittikten sonra özgür olacaklar listesini görünce insan kıskanıyor. Sanırsınız ki devrim olacak.

Farklılıkların Zenginliği ve İnsan Değerinin Evrenselliği

Dünyamız, milyonlarca yıldır süregelen bir çeşitlilik ve renklilik içinde şekillenmiştir. İnsanlık tarihi de aynı şekilde, farklı kültürlerin, inançların, düşüncelerin ve yaşam biçimlerinin bir araya gelerek oluşturduğu büyük bir mozaiğe benzer. Bu mozaik, ancak her bir parçasının kıymetini bildiğimizde anlam kazanır. Gerçek zenginlik, farklılıklarımızı bir tehdit olarak görmek yerine onları birer değer olarak kabul etmekle mümkündür.

İnsan doğası gereği farklıdır. Her bireyin farklı bir geçmişi, inancı ve yaşam deneyimi vardır. Ancak bu farklılıklar, insanı insan yapan en temel değerlerden biridir. Ne yazık ki, tarih boyunca birçok toplum, bu çeşitliliği tehdit olarak algılamış ve ayrışmaya gitmiştir. Oysa ki asıl tehlike farklı düşüncelerin varlığı değil, tek tip bir bakış açısının dayatılmasıdır. Herkes aynı düşünmek zorunda değildir. Herkes aynı müziği dinlemek, aynı filmi izlemek, aynı yemeği yemek, aynı giyinmek, aynı siyasi/ideolojik tercihe sahip olmak, aynı şeylerden hoşlanmak zorunda da değildir! Elhasıl farklılıklarla var olmak hem insanî hem Rabbanîdir.

Farklı inançlara, kültürlere veya dünya görüşlerine sahip olmak; bir insanı diğerinden üstün ya da aşağı yapmaz. Tam tersine, bu çeşitlilik, insanlığın entelektüel ve kültürel gelişimine büyük katkılar sunar. İnsanlık, bilimde, sanatta, felsefede ve edebiyatta ancak farklı görüşlerin bir araya gelip tartışıldığı ve birbirini beslediği ortamlar sayesinde ilerlemiştir.

Önyargılar, genellikle cehaletten beslenir. Bir şeyi bilmediğimizde, onu yanlış anlamaya veya korkuyla yaklaşmaya daha yatkın oluruz. Bu nedenle, farklı insanları ve onların yaşam biçimlerini anlamanın en önemli yolu okumak, araştırmak ve kendimizi geliştirmektir.

Farklı kültürleri, felsefeleri ve inanç sistemlerini anlamak için kitaplara başvurmak, dünyayı daha geniş bir perspektiften görmemizi sağlar. Bir başkasının yaşamına dair derinlemesine bilgi sahibi olmak, onun neden belirli bir şekilde düşündüğünü veya hareket ettiğini anlamamıza yardımcı olur.

Okumak kadar önemli bir diğer kavram ise empatidir. Empati, karşımızdaki kişinin duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmak, onun dünyasına bir an olsun adım atabilmektir. Günlük hayatta sıkça göz ardı ettiğimiz bir beceri olsa da empati, toplumsal barış ve bireyler arasındaki anlayışı güçlendirmek için hayati bir öneme sahiptir.

Bir başkasının yaşadığı zorlukları, inançlarını veya düşüncelerini küçümsemek yerine, onun açısından bakmaya çalışmak, insan ilişkilerini daha sağlıklı bir hale getirir. Empati yapabilen bireyler, farklılıklara daha hoşgörülü yaklaşır ve ötekileştirme yerine ortak noktalar arar.

İnsan, yalnızca belirli bir inanca veya dünya görüşüne sahip olduğu için değerli değildir. İnsan, insan olduğu için değerlidir. Bu yüzden bir kişinin sahip olduğu düşünceler, dili, rengi veya kültürü ne olursa olsun, ona saygı göstermek bir zorunluluktur.

İnsan onuruna saygı, evrensel bir etik değer olarak kabul edilmelidir. Bir toplumun gerçek medeniyet seviyesi, en zayıf, en azınlıkta kalan veya en farklı olan bireyine nasıl davrandığıyla ölçülür. Bu yüzden, birlikte yaşama kültürünü güçlendirmek, bireyler olarak birbirimize saygıyla yaklaşmak ve farklılıklarımızı birer zenginlik olarak görmek, sadece bireysel değil, toplumsal bir sorumluluktur.

Dünyamızda barışın, huzurun ve anlayışın hâkim olması için farklılıkları bir ayrışma sebebi olarak görmek yerine, bunları birer öğrenme fırsatı olarak değerlendirmeliyiz. Okumak, kendimizi geliştirmek, empati yapmak ve insana saygı duymak, farklılıklarla birlikte yaşamanın temel taşlarını oluşturur.

Gerçek zenginlik, herkesin aynı olduğu bir dünyada değil, herkesin kendi benzersizliği içinde değer gördüğü bir dünyada mümkündür. Ve bu dünya, ancak biz onu inşa etmeye gönüllü olduğumuzda var olabilir.

Bir İş Önerisi; Temizle, Onar Şirketi

0

Bloomberg HT kanalında hafta sonları İngiltere yapımı; Clean it Fix it adlı bir programın birkaç haftadır sıkı bir takipçisi oldum. Küçük bir firma olan ve başrolde 3 kahramanın (Maxine Dwyer, Asher Edwards ve Tommy Walsh) yer aldığı yapım bana oldukça yaratıcı bir girişim fırsatı gibi geldi.

Genellikle küçük, birkaç bakımdan yetersiz, kirli ve dağınık ev sahipleri evleri ile ilgili bu firmaya birkaç video çekerek başvuruyorlar. Bütçe belirleniyor ve bu meblağ “küçük” olarak ifade ediliyor. Firma içinde çeşitli marangozluk aletlerini, ahşap bazı parçalar, hazır ünite ve raflar, boyalar vb. olan bir minibüs ile çalışmanın yapılacağı eve geliyorlar. Genellikle iş süresi bir günü geçmiyor, bu sırada ev sahipleri evde bulunmuyor. Firmada çalışanların görevleri birbirinden farklı:

Tommy Walsh, ekip lideri, küçük onarımlar, boya, badana, derz, fayans işleri hatta küçük inşaat işleri onun sorumluluğunda. Onun yanında, matkap, boyalar, fırçalar, tornavida gibi araç-gereç bulunuyor. Son derce yaratıcı, sabırlı ve sonuç alan bir çalışma biçimi var.

Asher Edwards, ekibin marangoz üyesi görevinde. Ahşap işleri onun sorumluluğunda, bazen hiç kurulmamış yatağı kuruyor. Bazen yerinden oynamış güvenlik tehdidi oluşturan bir dolabı sağlamca yerine monte ediyor. Raf üniteleri yaparak küçük alanlardan büyük yer kazanıyor. Evde kullanılmayan ahşap bir malzemeyi, yeniden tasarlayarak yeni bir ürün elde ediyor. Edwards, oldukça yaratıcı bir ekip üyesi.

Maxine Dwyer, ekibin tek kadın üyesi. Dwyer, tahmin edebileceğiniz gibi, temizlik düzen sağlama görevini yerine getiriyor. Onun alet çantasında; temel temizlik maddeleri, karbonat, sirke, limon tuzu, farklı temizlik bezleri, kavanoz ve kutular bulunuyor. Bayan Dwyer, ekibin diğer üyeleri gibi oldukça pratik ve yaratıcı… Benim hemen atabileceğim mutfak ve banyo araç gereç bölümlerini pırıl pırıl yapıyor. Tam bir leke savar…

Firmanın çalışanları oldukça yaratıcı insanlar. Yani mevcut şartlarda eldeki varlıklardan en üst düzeyde yararlanmasını biliyorlar. Ekip kendi alanında bireysel çalışıyor ancak diğer ekip üyelerinden de hem yardım hem de görüş almaya özen gösteriyorlar. Ekip üyelerinin kıyafetleri de özel olarak tasarlanmış yani zaman ve iş gücü kaybı yaşamıyorlar. Ekip ile ilgili dikkatimi çeken iki nokta oldu. 1. Bazen “misafir” ekip üyesi oluyor, bunun nedeni, birincisi ekip üyelerinden birinin olmaması, ikincisi bölgeyi ve evi iyi bilen bir usta olması ile dışardan ekibe katılım oluyor. 2. Nokta; iş sırasında mutlu, coşkulu ve pozitif tutumları dikkatimi çekti. İşi sevmek, iş icrasında mutlu ve coşkulu olmak iş başarısında fark yaratıyor.

Gir, Onar, Güzelleştir ve Çık

Yukarıda bazı ayrıntılarına değindiğim girişim modeli Türkiye’de de yapılabilir. İlk başta küçük bir ofis, bir gelişmiş bilgisayar (tasarım planları için), iletişim ve organizasyonu sağlayacak bir ofis çalışanı olması gerekiyor. Ekip 3 veya 4 kişi olmalı benim önerim dörttür.

Ekip başı: Bu eleman genel ekibe liderlik edecek ve faaliyet alanındaki tüm işlerin genel hatları ile bilen kişi olacak. Matkap vb. araçlar ile küçük onarımları yapan çalışan kişi olmalı.

Temizlik perisi: Evlerde özellikle, mutfak ve banyo gibi alanlardaki ciddi kir ve lekeleri temizlemekle görevli çalışan olacak. Bu üye, eldeki sağlıklı ürünleri kullanarak mutfak, ocak, fırın vb. alanları temizleyerek kullanıma hazır hale getirecek. Evlerde temizlikle ilgili sorunlu diğer alanlardan biri de banyolardır. Bu bölümlerin de iyi bir temizliğe ihtiyacı bulunuyor. UK’daki işten farklı olarak temizlik perisi ev sakinleri için, “mutfak banyo temizliği” bilgi broşürü bırakacak.

Elektrik Işık Uzmanı: UK’daki ekipten farklı bir ekip üyesi söz konusu. Bu üye, gereken eğitim ve sertifikaya sahip olmalıdır. Evlerdeki pek çok araç elektrik ile çalışmaktadır. Yine ev estetiğinde, elektrik kabloları, anahtarları ve aydınlatma gereçleri son derece önemli yer tutmaktadır. Bu bay Tesla, gereken kurulum ve onarımları yaparak ev güveliğine ve şıklığına katkı sunacaktır. Uzmanımız da elektrikli cihazlarının güvenli, verimli kullanımı için bir broşürü eve bırakacak.

Marangoz Ustası: Türkiye’deki en kadim mesleklerden birisi marangozluktur. Halen pek çok marangoz bu alanda çalışmaktadır. Bizim marangozun görevi; mobilya kurulumu, onarımı ve küçük mobilya ve eklentileri yaparak ev yaşam alanının konfor ve güzelliğine katkı sunmaktır. İşlerini bahçeye, yol kenarına kurulacak bir seyyar tezgâhta yapabilir. Ekibin malzemelerinin yer alacağı minibüste marangozluk araçları önemli yer kaplayacaktır.

Maliyet: Yukarıdaki tarif etmeye çalıştığım bir firmanın maliyeti oldukça önemli bir husustur.

Şöyle bir hesap yapılabilir: Kira (ofis) 30.000 TL (Aylık)

Ofis Çalışanı: 30.000 TL (Aylık)

Minibüs: 600.000 TL

  • Marangozluk Araçları: 45.000 TL
  •  Gönye Makinesi.
  • Matkap.
  • Tezgâh Daire Testere.
  • .Dekupaj Testere.
  •  Eksantrik Zımpara.
  • Freze Makinesi.

Diğer araç gereçler için de 10.000 TL eklenecektir. Bu durumda firmamızın ilk üç ayı da hesaba dâhil ederek 1.105.000 TL kuruluş sermayesine ihtiyaç olacaktır. Firmamız, kurularak internet sitesini, sosyal medya hesaplarını ilan etmelidir. Gelen iş tekliflerinde önce temel maliyet hesaplanmalı, üzerine gelişim için kâr payı eklenerek bir fiyat verilmelidir. Bir ayda Pazar günleri dışında 25-26 gün iş alınabilir. Bir ev için 10.000-20.000 TL’ye iş alındığını varsayalım. Ay sonunda ortalama 350.000 TL gelir elde edilir ki oldukça tatmin edici bir gelir olabilir. Ofis çalışanı sabit olmak üzere 100.000 TL gider çıkınca kalan meblağ ekip üyeleri için 60.000 TL olur. Oldukça iyi bir başlangıç değeridir.

Son Söz

Bu işte iş meslek yetkinliği çok önemlidir. Bunun kadar diğer önemli husus takım üyelerinin yaratıcı, pratik ve inovatif düşünme becerilerinin son derece gelişmiş olması gereklidir.

İşte! Çalışmak isteyen, mevcut iş şartlarını beğenmeyen Z kuşağına çağa uygun bir iş önerisi.

Ne dersiniz?

TÜSİAD Vakası: Doğrular ve Yanlışlar

0

Kısa adı TÜSİAD olan Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği’nin iki yöneticisinin derneğin genel kurulunda yaptıkları açıklamalar bir anlamda fırtınalar koparttı. Muhalefet bu açıklamalara destek verirken iktidar rahatsız oldu ve derneğe çeşitli suçlamalar yöneltti.

TÜSİAD bir dernek. Her dernek gibi tek tek üyeleri veya yetkili kurulları aracılığıyla hem yoğunlaştığı alana hem de ülkedeki genel duruma ilişkin açıklamalarda bulunma hakkı var. Yapılan ifade özgürlüğünü kullanarak daha ziyade bazı soyut eleştirileri dile getirmek. Bunun yapılmasına abartılı tepki göstermek, hele hele bu açıklamaları yapanları hukukî soruşturma ve ifade verme gibi durumlarla karşı karşıya bırakmak yanlış. Netice itibarıyla TÜSİAD’ın görüşlerine katılanlar da olabilir katılmayanlar da. Katılmayanların yapması gereken, derneğe, karşı açıklamalarla cevap vermektir. Onları bu söylediklerinizi niçin ve nasıl söylersiniz diye sıkıştırmak ve baskı alına almak büyük hata. Nitekim iki yetkili ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı. Muhtemelen soruşturma takipsizlik kararı verilmesiyle sonuçlanacak. Ancak, bu tavır, iktidarın muhalif seslere haksız ve gereksiz yere baskı uyguladığı yolundaki argümanları kuvvetlendirecek bir delil olarak kullanılacak.

Demokratik açıdan TÜSİAD’ın sicili ne yazık ki çok temiz değil. Bu dernek tarihi boyunca hemen hemen her zaman yanlış yerde durdu. Demokrasimizin temel meselelerini görmedi, daha doğrusu görmezden geldi. Sistemin özünü değil daha ziyade seçilmiş hükümetleri problem olarak gördü. Bu çerçevede TÜSİAD Türkiye’nin çok yakın zamanlara kadar boyunduruğu altında ezildiği bürokratik vesayet sistemine hiçbir şekilde itiraz etmedi. Tam da tersine, bürokratik vesayetin demokratik hak ve özgürlükleri gasp edici tavırlarına doğrudan veya dolaylı olarak destek verdi. Bunun tipik bir örneği üniversitelerde yaşanan başörtüsü krizinde görüldü. Keza TÜSİAD iktidar partisi olan AK Parti’nin sudan gerekçelerle kapatılmak istenmesine karşı da sessiz kaldı.

TÜSİAD’ın son açıklamalarında da problemler var.

Önemli bir problem TÜSİAD’ın çok soyut ve genel konuşması. Mesela seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor eleştirisini yaptı. Görevden alınan başkanlara ilişkin suçlamaları ve yargı karalarını görmezden geldi. TÜSİAD terör örgütüyle organik bağlara sahip insanların belediye başkanı olarak kalmasını istiyor mu? Hakkında ciddi yolsuzluk şüpheleri olan başkanların görevde kalmasını talep ediyor mu?

TÜSİAD’ın Bolu yangınına ilişkin eleştirisi de çok ilginç. Yangın her yerde her zaman bir potansiyel tehlikedir. Önemli olan yangınlara karşı gerekli tedbirlerin alınmış olması. Bu bakımdan da somut özneleri suçlamak lazım; belediye, il özel idaresi, otel sahipleri ve yöneticileri gibi. Bunu yapmayıp havaya konuşmak ne anlama geliyor? Kaldı ki yanan otelin sahibi de muhtemelen TÜSİAD üyesi.

Benim gözlemlerime göre TÜSİAD toplumda pek sevilmiyor. Geniş toplum kesimleri bu dernekten rahatsız. Bunda bir taraftan derneğin asıl hayati önemi haiz meselelerde susmasının, bürokratik vesayet sisteminin ana payandalarından biri olma rolünü üstlenmiş olmasının, diğer taraftan en azından bazı üyelerinin zenginliğinin nasıl elde edildiğiyle ilgili kuşkuların payı var. TÜSİAD tarafından eleştirilmek çoğu zaman eleştirilene puan kazandırıyor. Bu yüzden, belki de, iktidarın TÜSİAD tarafından eleştirilmeye üzülmek yerine sevinmesi gerek.

Muhalefetin Seçim Döngüsü: Adaylık Tartışmalarından Politika Üretmeye

0

Türk siyasetini dikkatli takip ederseniz farklı aktörler ve tarihlerde benzer olayları bir döngü içerisinde yaşadığını görürsünüz.  Son olarak muhalefetin erken seçim istemesi, aday belirlemeye çalışırken yine akrabalık ilişkilerinden ne kadar yakın ve uzlaşı içinde oldukları imajını vermesi adeta bize 2023 Genel Seçimleri öncesini hatırlatıyor. Seçim istemek ve aday olmak demokratik sistemlerde son derece meşru ve olması gerekendir.  Fakat muhalefet olarak seçim istediğinizde son seçimlere göre bir yenilenme ve umut ortaya koymanız gerekir. 2023 Genel Seçimleri’ni düşündüğümüzde açık konuşmak gerekirse AK Parti’nin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en zor seçim dönemiydi. Pandemi ile gelen ekonomik ve sosyal bozukluk iki büyük deprem ile üst seviyelere çıkmıştı. Böyle bir durumda mevcut iktidarın ömrünü devam ettirmesi oldukça zor olmalıydı. Muhalefet ise ortaya koyacağı vizyon ve program ile topluma “daha iyisini yaparım ve düzeltirim” imajını vermesi gerekiyordu. Fakat o dönemde ne oldu?

Muhalefet sadece seçim istedi. Bunun ötesine geçemedi. Aylarca aday tartışıldı. Genel merkezler arasında gidildi gelindi, çaylar içildi.  Tam bir uzlaşı içerisinde olduklarını göstermek için büyük bir çaba sarf edildi. Daha sonra bu uzlaşının olduğunu göstermek için Ekrem İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu arasında baba- oğul ilişkisi olduğu söylendi. Tüm bunlar olurken muhalefet, siyasetin asıl merkezini sokağı ve toplumu unuttu. Toplumun ne gibi sıkıntıları var? Neler bekliyorlar? Günün sonunda seçmenin çantada keklik olmadığını ve bir program ve yönetim kabiliyeti görmek istediklerini anladılar. Bununla birlikte hep kendileri hem de seçmenleri büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Şimdi seçimlerin üzerinden fazla bir zaman geçmemesine rağmen muhalefet yeniden bir seçim isteme girişiminde bulunuyor. Bu sefer farklı olan ne? Muhalefet gerçekten yeni bir seçime hazır mı?

Bu sefer muhalefetin stratejisi biraz daha farklı. Özellikle herhangi bir masa kurulumu gibi sözleri, talepleri yok. İlk önce kendi partileri içinde bir aday belirleme çabasına girdiler. Bunun yanında ön seçim, adaylık kavgası derken CHP yeniden bir çıkmaz tartışmanın içerisine girdi. Bunun yanında bir de Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş arasında adaylık krizi ortaya çıktı. Kamuoyu yaklaşık iki haftadır “Mansur Yavaş ile Ekrem İmamoğlu arasında bir sorun var mı? Yoksa uzlaşı içerisindeler mi? Kulislerde neler konuşuluyor?” sorularını tartışıyor.  Özgür Özel de Kılıçdaroğlu’na benzer bir çıkış yaparak Ekrem İmamoğlu için “aramızda kardeşlik hukuku” var dedi.  Ve bu üç isim arasında bir zirve düzenlendi. 2023 Genel Seçimleri arifesinde olan tüm gelişmeleri kısa sürede yaşadık ve gördük. Hatta 2028 Genel Seçimleri’ne 3 yıl gibi bir süre varken adeta 2023 seçimlerini aratmayacak bir seçim tartışması ve atmosferine girdik. Bu durum muhalefet açısından ne kadar doğru?

Yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere aradan sadece birkaç sene geçmesine rağmen muhalefet tarafı, aktörlerin bir kısmını değiştirerek yine aynı senaryo üzerinden seçim tartışmasına girdi. İktidar kanadı ise seçim tartışması gibi çıkmaz bir siyasetten ziyade içeride mevcut ekonomik durumları daha iyiye götürmeye; dış politikada ise oyun kurucu ve pro-aktif politika ile sorunları çözmeye taraf oluyor. Elbette bunları ne kadar doğru yapıyor? Mevcut ekonomik durumu daha iyiye götürebiliyor mu?  Bu, seçmen tarafında zamanı gelince oylanacak bir durumdur.  Muhalefetin iddiası bu durumların her geçen gün daha kötüleştiğidir. Fakat muhalefet bunlara herhangi bir çözüm önerisi sunmuyor. Veya dünyadaki herhangi bir küresel soruna karşı herhangi bir perspektif geliştiremiyor. Sadece seçim istiyor.  Seçim isterken de kendi içindeki kavga görüntüsünü ortaya çıkarıyor. 2023 seçimlerinde de muhalefetin en büyük dezavantajı içlerindeki “kavga ve koltuk kapma yarışını” kamuoyuna yansıtmasıdır. Bunun sonucunda da en heyecanlı oldukları seçimde büyük bir yenilgi aldılar. Yine aynı bir döngünün içerisindeyiz. Bu yüzden muhalefet aday olma yarışından ziyade politika üretmeye odaklanmalıdır.

 

Teknolojik Devrim, Davos 2025 ve Bazı Öneriler

Geçtiğimiz haftalarda, Çinli DeepSeek’in yeni yapay zeka modelini piyasaya sürmesi ile tüm dünyada büyük bir tartışma başladı. DeepSeek’in piyasaya çıkışını bazı Batılı analistler “Sputnik anı” olarak nitelendirdi, bazıları veri güvenliğine dikkat çekti. Open AI’dan yetkililer ise teknoloji hırsızlığı iddiasında bulundu.

Her ne olursa olsun, Çin’den bir grup yazılımcı, “ticari değil entelektüel amaçla” geliştirdiklerini iddia ettikleri, oldukça düşük maliyetli ve açık kodlamaya (?) sahip bir yapay zeka geliştirdi.

Konuya ilişkin pek çok farklı yorum yapılsa da bu durumun rekabet açısından önemli olabileceğini ve yapay zeka alanındaki gelişmeleri evirebileceğini düşünüyorum. Nitekim Daron Acemoğlu, yazısında konuyu şu şekilde de değerlendiriyor:

DeepSeek’in modellerini nasıl geliştirdiğine ve görünürdeki başarısının yapay zeka sektörünün geleceği için ne anlam ifade ettiğine tam olarak hakim olmasak da bir gerçek kesin görünüyor: Sonradan ortaya çıkan Çinli bir firma teknoloji sektöründeki büyüklük takıntısını boşa çıkardı. Sektörü kapıldığı rehavetten uyandırması bile mümkün.” Daron Acemoğlu, “Yapay zeka için uyanma vaktı: DeepSeek”, Oksijen

Çin’in teknolojide ABD’nin liderliğini alıp almaması, DeepSeek’in ChatGPT ile eğitilmiş olup olmadığı veya ABDli firmaların yapay zeka teknolojilerindeki çalışmalarını tetikleyebileceği veya bunun bir Jevons Paradoksuna yol açıp açmayacağı tartışmalarını bir kenara bırakırsak, dünyanın muhtemelen büyük bir teknolojik devrimle karşı karşıya olduğunu görebiliriz. Trump’ın açıkladığı 500 milyar USD’lik yatırımın ardından bu devrim önümüzdeki 5 yıl içerisinde muhtemelen gerçekleşecektir.

Yapay Zeka ve Değişim

Evet, dünya önümüzdeki 5 yıl içerisinde muhtemelen büyük bir devrim yaşayacaktır ve büyük bir değişim gerçekleşecektir. Bu devrimin başat aktörü yapay zeka teknolojisinin getirdiği yenilikler ile beraber blokzincir teknolojisi ve WEB 3.0 teknolojilerinin getirdiği yenilikler olacaktır:

Otonom araçlar, hizmetçi robotlar, yaratıcılığa dayalı olmayan yazarlık, sosyal medya uzmanlığı, ilk derece hekimlik, cerrahi olmayan hekim alanları, ilk derece avukatlık, veri analistliği, yazılım mühendisliği,  mütercimler, klasik anlamda iş yapan mimarlar, tasarımcılar… Kısacası, yaratıcılığın ve entelektüel kapasitenin ön planda olmadığı, monotonluğun ve rutinin hakim olduğu neredeyse tüm işler en geç 2030 yılında tamamıyla robotlar ve otonom araçlar eliyle yapılabilir

Bunun işaret ettiği gerçeklik ise bana kalırsa işsizlik değil zenginliktir. Kaynaklara erişmekte kolaylık, dahafazla kaynak erişimi ve refah demek olabilir. Fatura takibi, yemek pişirme, temizlik, ütü, monotonlaşan tüm işleri insanların yapmaması, sınıflar arasındaki farkların erimesi sonucunu doğurabilir. Bunun sonucunda da gerçek bilgiye, yaratıcılığa ve zekaya dayalı bir aristokrat sınıf oluşabilir. Yapay zeka demek, yeni iş kolları, yeni ve zekice işler, yepyeni bir çağ demek olabilir… Elbette tüm bunların kontrollü şekilde, sosyal krizlere mahal vermeden yapılması önemli olacaktır.

Bu değişim siyasetten ekonomiye, sanattan yaşam stiline kadar pek çok alanda etkili olabilir. Siyasal alanda ise Post-Vestfalyan düzen artık hakimiyetini yitirebilir ve küremiz yeni bir sistem arayışı içerisinde bir boşluğa süreklenebilir.  Bu boşluk beklemediğimiz ittifaklar, siyasi çizgiler, yeni ideolojiler, yeni yönetici sınıfı vs. meydana getirebilir.

Davos 2025: Yapay Zeka, Çevre-İklim, Diplomasi

Bütün bu hususlara dair izler 55.si gerçekleşen Dünya Ekonomi Formu’nda yani Davos 2025’te de tartışılmıştır. “Akıllı Çağ için İşbirliği” teması ile toplanan Davos 2025’te bu yıl yapay zeka ve teknolojik devrim tartışılmış, mesleklerin değişim ve dönüşümü ele alınmış, çatışmaların son bulması ve güven temalı diplomatik girişimler tartışılmış ayrıca çevre ve iklim konuları detaylıca masaya yatırılmıştır.

Tüm bunlar aslında birbiriyle ilişkilidir.

Yapay zeka ve söz konusu teknolojik devrimlerin gerçekleşebilmesi aslında enerji arzının güvenliğine bağlıdır. Çünkü hem yapay zeka hem de diğer teknolojik gelişmeler ciddi bir enerji tüketimi anlamına gelmektedir. Öyle ki Trump konu hakkında Davos’ta “yapay zekanın istediğimiz kadar büyük olabilmesi için ABD’de şu anda sahip olduğumuz enerjinin iki katına ihtiyacımız var” ifadelerini kullanmıştır.

Öyleyse küresel manada çatışmasızlık eğiliminin güçleneceği bir döneme girmenin önemseneceğini ifade etmek yanlış olmaz. Nitekim Trump, daha ilk aylarında barışı sağlamak konusunda önemli mesajlar vermektedir. (Burada konudan bağımsız olarak, fütürologların iddialarından birini araya serpiştirmek ve bir tartışmayı da zihinlerimize ekmek istiyorum: ABD-Rusya ittifakı söz konusu olabilir mi?)

Öte yandan enerji tüketiminin artması demek dünyamızın ciddi çevresel sorunlarla karşı karşıya kalabileceği anlamına da geliyor. Nitekim Davos 2025’in en çok tartışılan konularından biri de budur. Forumun web sitesinde ilgili oturumun tanıtımında şu ifadelere yer veriliyor:

“Dünya nüfusunun yarısının 2030 yılına kadar su sıkıntısı yaşayacağı tahmin ediliyor. Gezegen sağlığı açısından, tatlı su dönüm noktası çoktan aşıldı ve kötüleşiyor. Bu oturumda panelistler, inovasyon, daha fazla fonlama, iş birliği, daha iyi fiyatlandırma ve daha iyi bakım ve daha güçlü ve daha iyi düzenlemelere odaklanarak su yönetimimizde nelerin değişmesi gerektiğini tartıştılar.” 

Davos 2025’te pek çok bilim adamı da bu verileri doğruladı. Yalnızca 5 yıl sonra önemli su sorunları ve çevre sorunları bizleri bekliyor olabiliyor. Bunu değiştirmek içinse öncelikle farkında olmak ve tedbirleri insan doğasına ve tabiat fıtratına uygun şekilde alabilmek şart. Güzel ülkemizin kaynaklarını korumak ve geliştirmek, ağaçlandırmak, tarımda teknolojik yenileşme, sulama sistemlerinde dönüşüm, güvenli gıdanın sağlanması bunlardan bazıları olabilir. Bu konuyu önemsemeli ve gündemimizde yer verip kaynaklarımızdan pay ayırabilmeyi tartışmamız gerekiyor.

Tüm bunlar üzerine düşünürken, The Financial Times’ta okuduğum Fildels’ın Geleceğin tarımı Avustralya’da yapılıyor” başlıklı yazısındaki şu bölüme de burada yer vermek istiyorum:

“Justin Dickens Avustralya’nın New South Wales eyaletinde bulunan Orange kasabası yakınlarındaki tarlası boyunca kamyonuyla ilerliyor. Bir ara iki elini de direksiyondan çekip tarladaki buzağıları gösteriyor. Telefonundaki aplikasyondan hayvanların ne kadar kilo aldığını kontrol edip “Şimdi güzelce beslenecekler” diyor. Büyükbaş hayvancılık yapan Dickens ve eşi Amy, Speckle Park cinsi sığır yetiştiriyor. Bu cinsin Avustralya’daki diğer ırklara göre daha az karbon emisyonuna ve metana yol açtığını söylüyorlar. Şimdi ellerinde bunu kanıtlayacak veriler de var. Dickens tamamen sayılar üzerinden ilerlediklerini anlatıyor. Çiftliğin her yanına yerleştirilen Avustralya yapımı sensörlerle her hayvanın ne kadar yediğini, hangi çayırın verimli olduğunu, su depolarında alışılmadık bir durum yaşanıp yaşanmadığını takip ediyorlar. Dickens “Hasta bir inek olduğunda kuyruğundan anlıyoruz” diyor. Ama bu örnekte kuyruk derken hayvanı değil verileri kast ediyor.” Nic Fildes, The Financial Times.

Görüldüğü üzere dünya bir yandan rutin gündemi tartışırken bir yandan da bahsettiğim bu konularda önemli çalışmalar yürütmekte ve devrim niteliğinde adımlar atmaktadır. Türkiye söz konusu bu devrimlerden geride kalmamalıdır. Gelecek 10 yıl içerisinde tarımda ve gıda güvenliğinde öncü ülkelerden biri olmayı hedeflemelidir. Dünyayı bekleyen büyük su ve gıda krizinde Türkiye çözüm için başat aktör olarak rol oynayabilmelidir. Bu sayede hem dünya sistemindeki yerimiz hem de geleceğimiz garanti altına alınmış olur.

Bu hususta daha evvel kaleme aldığım bir yazıda şu ifadelere yer vermiştim:

“Köylerin modernizasyonu, yapay zeka destekli çiftlik otomasyon sistemlerinin kurulması, büyük veri ve blokzincir teknolojisi kullanılarak kayıt işlemlerinin yapılması, hassas tarım uygulamalarına geçilmesi, tarım robotlarının ve droneların kullanılması (6), tarım hayvancılık konusunda meslek liseleri ve enstitülerin açılması-artırılması, gıda güvenliği konusunda bilinçlendirme çalışmaları ve denetim mekanizmalarının artırılması hususunda çalışmalar yapılması; mevzuatın bir an evvel güncellenmesi –en son yönetmelik 2011 yılına aittir-, gıda güvenliği konusunda sivil toplum örgütlerine birtakım teşvikler verilmesi, fahri müfettişlik uygulanmasının getirilmesinin tartışılması gibi bazı öneriler bu yazıda sıralayacağım basit birkaç öneridir. Beyaz ekmek tüketimi ve üretiminin azaltılıp dönüştürülmesi ve zeytinyağının iç pazarda daha uygun fiyatlarla halka sunulması ise bu yazı bağlamında önereceğim iki husustur.” Haldun Barış, Zeytin, Ekmek ve Türkiye’nin Tarım-Gıda-Hayvancılık Politikaları Üzerine, HF (https://hurfikirler.com/zeytin-ekmek-ve-turkiyenin-tarim-gida-hayvancilik-politikalari-uzerine/

İnsan Doğasının Geleceği

Bütün bunların yanı sıra değinmek istediğim bir diğer konu ise söz konusu teknolojik ilerlemelerin biyoloji ve tıp alanında yol açacağı değişikliklerdir. Şimdiden pek çok ülkede tıbbın pek çok alanında yapay zeka kullanılmaktadır. Özellikle radyoloji gibi alanlarda oldukça başarılı sonuçların elde edildiği ifade edilmektedir. Pek çok çalışmada ise tıp alanında -cerrahi branşlar hariç- yapay zekanın insanların yerini alabileceği tartışılmaktadır.

Diğer yandan biyoloji alanındaki gelişmeler, sibernetik insan çalışmaları, “ıslah edilen genler” ve doğası ile oynanan canlılar artık sıklıkla tartışılmaktadır.

Bütün bu alanlardaki çalışmaların bir kısmı oldukça faydalı olsa da bir kısmı ise etik ve ahlâkî açıdan pek çok tartışmanın fitilini ateşlemeye başlamıştır.

Bu konular üzerine okumalar yaptığım sırada, aklıma 2019 yılında ülkemizde Kaan H. Ökten Beyefendi’nin çevirisi ile yayınlanan ünlü Alman düşünür, Habermas’ın İnsan Doğasının Geleceği adlı eser aklıma geldi. Bu eserde tartışılan ana konu “öjeni” olsa da aslında kıyas yoluyla bugünkü teknolojik gelişmeler için de okunabilir. Habermas’ın eserde geçen şu ifadeleri üzerine düşünmeye değerdir:

Günümüzde böyle bir durumdayız. Biyoloji bilimlerindeki ilerleme ve biyo-teknolojilerdeki gelişme, alışılageldik eylemde bulunma imkânlarını artırmakla kalmamakta, yepyeni müdahale etme tipolojilerini de mümkün kılmaktadır. 

Şimdiye dek organik doğa olarak “verili” olan ve olsa olsa “yetiştirilebilir” olan şeyler, hedef odaklı müdahalelerin alanına girmeye başlamıştır. İnsan organizmasının da bu müdahale alanına girmesi ölçüsünde, Helmuth Plessner’in “beden olmak” ile “beden sahibi olmak” arasındaki fenomenolojik ayrımı şaşırtıcı bir güncelliğe kavuşmaktadır. “Var” olarak bulduğumuz doğa ile kendimize “verdiğimiz” organik donanım arasındaki sınır kaybolmaktadır. Böylece meydana getiren özneler için, organik tözün derinlerine inen bambaşka bir özilişki kurma tarzı ortaya çıkmaktadır. Zira artık, bu yeni karar verme uzamının nasıl kullanılacağı, bu öznelerin özanlayışına bağlı olacaktır: Ya demokratik irade oluşturma sürecine dahil olan normatif mütalaaların ölçüsü ışığında otonom ya da piyasa üzerinden tatmin edilen öznel tercihlere dayandığı için keyfi olacaktır.”

Bu konuya ilişkin tartışmalar, tıpkı yapay zeka üzerine süregelen etik tartışmalar, cezai sorumluluk tartışmaları vesairede olduğu gibi zamanla daha çok gündemimize gelecek ve derinleşecektir. Ancak şimdilik, anayasamıza “insan onuru” kavramını yerleştirerek bazı hususlara hazırlık yapabiliriz.

Tabiat ile insan ilişkisi, akıp giden ve yakalamak için yalpaladığımız bir sürece daha kurban edilmemeli, fıtri olandan, tabii olandan kopuş yaşanmamalıdır.

Sonuç Niyetine

Bütün bu devrimlerin, insanlık tarihindeki dönüm noktalarından biri olacağına hiç şüphe yoktur. Bu devrimler insanlık adına çığır açıcı gelişmelere de neden olabilir veya endişeler haklı da çıkabilir. Her hâlükârda akan bir nehri durdurmak imkânsızdır, onu doğru yönlendirmenin ve verim almanın yollarını aramak gerekir.

Türkiye’ye gelince, çağımızın sanayi devrimini kaçırmak istemiyorsak bu yarışın içerisine bir an evvel girmeliyiz. Özellikle gençlerimizin teknolojik okur yazarlığının artması için eğitimlerin, kursların düzenlenmesi önemli olabilir. Yapay zeka, WEB 3.0, blokzincir gibi teknolojilerin kullanımlarını öğrenmek ve bu alanlardaki çalışmaların hızlıca artması mühimdir. (Buradan tüm okuyucularıma BTK Akademi’nin yapay zeka kurslarını tavsiye ediyorum.)

Bu teknolojilerin tıpta, tarımda, ticarette, finansta, hukukta bir an evvel kullanılması için gerekirse devlet öncü olmalıdır.  AB’de olduğu gibi öncelikle yapay zekâ alanında bir kanun çalışması yapılmalıdır ve ülkemizde de hem yapay zekâda hem de blokzincir, web 3.0 ve diğer yeni teknolojiler için “düzenleyici deney alanları” yapılandırılmalıdır. Halihazırda TBMM bünyesinde Yapay Zeka Araştırma Komisyonu çalışmalarını sürdürmekte ve Mayıs ayında rapor hazırlanması planlamaktadır.

Akademilerde bu alanlara yönelik çalışmalara yönlendirmeler yapılmalı, ar-ge birimleri bu alanlara yoğunlaşmalıdır.
Sosyal bilimlere ise ziyadesiyle iş düşmektedir. Daha evvel yazdığım yazıda da ifade etmiştim, hukukçuların evvelemirde mantık öğrenerek bu tartışmalara zemin hazırlaması gerekmektedir. Biz hukukçular bu devrimlerin etik ve ahlâkî yönlerini çok boyutlu olarak ele almalı ve regülasyonlar üzerine tartışmalıyız. (İstanbul Barosu Yapay Zeka Çalışma Grubu’nun bu alanda gündemi oldukça başarılı takip ettiğini ifade edebilirim.)

Türkiye’nin yeni düzende, dünyaya ahlâkî vizyonu hâkim kılması, tarihî bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun bir gereği olarak dünyadaki devlerin arasına girebilmek, sıçrama yapabilmek, etkin güçlerden biri olabilmek istiyorsak bu büyük gelişmeleri asla ihmal edemeyiz, içinde olmak zorundayız.

Haldun Barış, Şubat 2025

Kaynaklar ve Bazı Linkler

https://asiasociety.org/policy-institute/implications-chinas-ai-strategy-state-engineering-domestic-challenges-and-global-competition

https://aws.amazon.com/tr/what-is/artificial-intelligence/

https://www.bbc.com/news/articles/cqx9zn27700o

https://www.nexford.edu/insights/how-will-ai-affect-jobs

https://www.nytimes.com/2025/01/29/technology/openai-deepseek-data-harvest.html

https://www.samsung.com/tr/explore/brand/what-is-artificial-intelligence-how-does-artificial-intelligence-work/

https://www.istanbulbarosu.org.tr/files/komisyonlar/yzcg/yzcg_avrupakonseyi.pdf

https://www.jpmorgan.com/insights/global-research/artificial-intelligence/ai-transforming-industries-china

https://www.weforum.org/stories/2025/01/5-key-takeaways-davos-2025/
https://www.weforum.org/stories/2025/01/industries-in-the-intelligent-age-ai-tech-theme-davos-2025/

https://www.weforum.org/stories/2025/01/safeguarding-the-planet-theme-davos-2025-climate-nature-energy/

Av. H. Sena Lezgiloğlu Özer, Avrupa Birliği yapay Zekâ Yasasında İnovasyon ve Güvenlik Arasında Düzenleyici Deney Alanları, https://www.istanbulbarosu.org.tr/files/komisyonlar/yzcg/yzcg_yzt.pdf

Day Lim, DeepSeek Hakkında Her şey: Avantajları, Dezavantajları ve Çin-ABD Teknoloji Savaşına Etkisi, Think China

G. Fraser, DeepSeek ve ChatGPT – nasıl karşılaştırılırlar? https://www.bbc.com/news/articles/cqx9zn27700o

Mathew Burrows and Anca Agachi, Welcome to 2030 three visions of what the world could look like in ten years, https://www.atlanticcouncil.org/content-series/atlantic-council-strategy-paper-series/welcome-to-2030-three-visions-of-what-the-world-could-look-like-in-ten-years/

Sam Joiner, Avukatlar, doktorlar yapay zekaya geçti bile, şirketler geç kalıyor, https://gazeteoksijen.com/financial-times/avukatlar-doktorlar-yapay-zekaya-gecti-bile-sirketler-gec-kaliyor-235012 /The Financial Times

Talmon Joseph Smith, DeepSeek, OpenAI’ı korkutmuyor: Nedeni Jevons paradoksu, https://gazeteoksijen.com/new-york-times/deepseek-openaii-korkutmuyor-nedeni-jevons-paradoksu-235248

Haldun Barış, Demokratikleşme ve Blokzincir Teknolojisi, https://hurfikirler.com/demokratiklesme-ve-blokzincir-teknolojisi/,

Haldun Barış, Hukuk ve Mantık Üzerine, https://hurfikirler.com/hukuk-ve-mantik-uzerine/

Volkan Kahyalar, Anlatılarla Başlayan Yapay Zeka,https://daktilo1984.com/yazilar/anlatilarla-baslayan-yapay-zeka/?gad_source=1&gclid=Cj0KCQiA-5a9BhCBARIsACwMkJ6GMjn6RXjlmb7jmFQxWJsLMUBbUSU8PR45XsRJC6jNl_gmraZrdtsaAmb_EALw_wcB

Türkiye’de Bürokratik Vesayet ve Darbecilik

Prof. Dr. Atilla Yayla, İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi

Türkiye’nin bir askerî müdahaleler ülkesi olduğu su götürmez bir gerçek. Bu açıdan ülkemizin en azından bir zamanlar Tayland, Pakistan, Filipinler gibi askerî müdahalelerin sık vuku bulduğu ülkelerle aynı grupta bulunduğu söylenebilir. Bunun dile getirilmesi Türkiye’ye haksızlık yapmak anlamına gelmez; tam da tersine, bir gerçeğin dile getirilmesi olur.

Bu topraklarda kökleri Osmanlı Devleti’ne kadar giden askeri müdahaleler genellikle sadece darbeler üzerinden ele alınmakta. Ancak, bu tavır yanlış ve önemli ölçüde yanıltıcı. Siyasetçilere müdahaleler sadece darbelerle vuku bulmaz. Darbeler askeri müdahalelerin en açık ve en kötü biçimi olmakla beraber Türkiye gibi en azından yakın geçmişe kadar bürokratik vesayetin yerleştiği ve geliştiği topraklarda hükümete muhtıra vermek, siyasetçiye açık veya örtülü talimat göndermek, siyasetçilerin emirlerini dinlememek ve bütün bunların karşılığında bir cevap veya müeyyide görmemek gibi yollar, yöntemler ve sonuçlar da bürokratik müdahale çerçevesinde görülebilir.

Bürokratik müdahaleler cumhuriyet döneminde de tezahür etti. Sık sık asker bürokratlar seçilmiş hükümete karşı itaatsiz bir tavır takındı. Zaman zaman demokratik iktidara emirler ve talimatlar verdi. Kimi durumlarda seçilmiş iktidarı engelledi. Bazen vesayet odakları açık şekilde darbelerle iktidarı devirdi ve yerine fikrî ve ruhî ortaklığı olan kişi ve kesimleri iktidara getirmeye ve orada tutmaya yönelik çabalar sergiledi. Bu durumda cevabını aramamız gereken soru, hangi faktörlerin bütün bu bürokratik müdahalelerin ve onların en uç noktası olarak darbelerin ortaya çıkmasında etkili olduğu.

Bürokratik vesayet sistemi nedir?

Demokratik iktidarlara bürokratik müdahalelerin ve darbelerin ardında yatan sebebin genel olarak bürokratik vesayet zihniyeti diye adlandırılması mümkün. Kısaca, bürokratik vesayet sistemi mantığının ve kültürünün egemen olması bürokratik müdahalelere ve bunların toplumda genellikle sessizlikle hatta bazen tasdikle karşılanmasına yol açıyor.

Bürokratik vesayet ülkedeki bir kısım veya çoğu üst seviye bürokratın kendisini ülkenin gerçek sahibi ve sistemin koruyucusu olarak görmesi ve seçilmiş siyasetçiye karşı büyük güvensizlik duyarak onları çevrelemeye ve belli alanlarla çerçevelemeye çalışmasıdır. Bürokratik vesayet sisteminde bürokratlar siyasal iktidarı ikiye ayırır, kendilerine de bir iktidar alanı oluşturur ve bu alanı siyasetçilerin etkisi ve kontrolü dışında tutmaya çalışır.

Bunun ana sebebi bürokratlar ile siyasetçiler arasındaki bazı farklardır. Siyasetçilerin seçimle göreve gelmesine ve görevde kısa süreler için kalmasına karşılık bürokratlar atamayla gelir ve olağan şartlar altında çok daha uzun süre görevde kalır. Bu, bürokratların hem teknik bilgi biriktirmesini hem de bir kadro oluşturmasını sağlar. Ayrıca bürokratların ofisleri, bütçeleri, kendilerine ait bir mevzuatları da vardır. Bütün bunlar onları en azından sıradan siyasetçiler ve siyasi partiler karşısında daha güçlü kılar. Diğer taraftan, bürokratların çok daha uzun süre görevde kalması bir taraftan onların ilgi alanlarında teknik ve uzun zamana dayanan bir birikim sağlamalarında diğer taraftan da genellikle buna dayanarak ülkenin asıl ve gerçek sahibi oldukları ve ana görevlerinin ülkeyi “iç” ve dış düşmanlardan korumak olduğu yolunda bir kanaat oluşturmalarında etkili olur. Bu yüzden bürokratlar siyasetçileri pek sevmezler ve küçümserler. Arada sırada onlarla doğrudan veya dolaylı olarak alay ederler. Hatta aşırı durumlarda onları sadece kendi çıkarlarının veya sekteryen çıkarların peşinde koşan, ülkenin uzun vadeli iyiliğini önemsemeyen, vatana ve millete zararlı tipler ve siyasi partileri de birçok bakımdan zararlı oluşumlar olarak görürler.

Bazı ülkelerde, Türkiye’de de olduğu gibi, bu bürokratik vesayet çabası genellikle lokal bir anti demokratik ideoloji ile de desteklenir. Böylece takipçilerinin gözünde daha büyük bir meşruiyet kazanır. Bu ideolojiyi koruma çabası da bürokratik vesayet sisteminin ayakta kalmasına yardımcı olur. İdeolojinin mahiyetine ve tabiatına bağlı olarak bürokratik vesayet odakları otoriter veya totaliter eğilimler içine girebilirler. Kuşku yok ki totaliter eğilimler otoriter eğilimlerden çok daha kötü ve tehlikelidir. Otoriteryen tavır siyasi iktidara sıkı sıkıya tutunmayı ve toplumu iktidarla doğrudan doğruya ilgili olmayan çok sayıda alanda kendi haline bırakmayı gerektirirken totaliter eğilimler bireyi ve toplumu adeta yeniden yaratmayı, onları ideoloji tarafından tanımlanan ve sahip olmaları istenen özellikler yukardan belirlenen -moda deyişle, erdemli- varlıklar haline getirmeyi hedefler. Bu yüzden de sivil toplumda el atılmadık alan ve müdahale edilmedik alan ve konu bırakmaz.

Bu haliyle bürokratik vesayet sistemi bir potansiyel tehlike olarak bütün demokrasilerde mevcuttur. Bunun hiçbir istisnası yoktur; çünkü her ülkede bürokratlar ve siyasetçiler vardır. Bu iki kitle birbirinden önemli ölçüde ayrıdır.  Günlük hayatta öneminin farkına nadiren veya çok az varırız ama aslında insanlar devlet deyince asıl kastettikleri çoğu zaman ve durumda bürokratlardır. Zira, kamu imkânlarını ve gücünü gerçekte kullananlar ve devlet uygulamalarına bizzat imza atanlar siyasetçiler değil bürokratlardır. Devlet ile muhatap olmak bürokrat ile muhatap olmaktır. Ortalama vatandaş için bürokrat ile muhatap olmak siyasetçiyle muhatap olmaya nispetle çok daha zor ve sıkıntılıdır, zira vatandaşın bürokrata karşı yapabileceği fazla bir şey yoktur, çünkü bürokratlar seçimle değil atamayla gelirler ve çoğu durumda birbirlerini atarlar.  Bu da bürokratlardaki devlete ve ülkeye sahiplik algısına katkı bulunur.

Bürokratik vesayet mikro ve makro ölçekli olarak belirebilir. Bürokratik vesayet sistemi adlandırması daha ziyade makro çapta ve seviyede vesayete işaret etmek için kullanılır.

Mikro ölçekteki bürokratik vesayet siyasetçilerin tümünü geriye itmekten ve bütün sisteme egemen olmaktan ziyade dar ve sınırlı alanlarda belirir. Bunda da bir taraftan bürokrasinin elindeki araçlar ve güçler etkili olur diğer taraftan siyasetçinin zayıflığı ve bürokrata teslim olma eğilimleri. Mesela ABD’de Trump ile Pentagon arasındaki çeşitli konulardaki gerilimler, fikir farklılıkları ve politika ayrılıkları mikro ölçekli vesayete örnek olarak gösterilebilir.

Makro ölçekteki bürokratik vesayette ise sistem bütünüyle veya çok büyük ölçüde bürokratik kontrol altındadır. Bu da ülkede hayati öneme sahip olduğu düşünülen alanların bürokratlara bırakılması ve diğer alanlarda siyasetçinin etkili ve yetkili olması anlamına gelir. Oturmuş vesayet sistemlerinde bu durum bir bakıma normalleşir, kanıksanır, tuhaf karşılanmaz. Adeta herkes kendi iktidar alanına razıdır.  Bununla beraber, özellikle demokrasilerde, yani siyasi partilerin rakipleriyle iktidara gelmek için bir anlamda çarpıştığı veya, daha doğrusu, sandıkta yarıştığı yerlerde seçilmiş siyasetçiyi kamusal makamlardan ve işlerden bütünüyle uzak tutmak zordur ve gereksizdir. Bu, seçimleri anlamsız ve sonuçsuz kılar. Başka bir deyişle seçimleri demokratik seçim olmaktan çıkartır. Siyasetçi bir şeylerle meşgul olmalı ve belli iktidar alanına sahip bulunmalıdır ki sisteme ciddi bir şekilde itiraz etmesin. Ancak, yine de kritik anlarda ve alanlarda bürokratların eli siyasetçinin elinden üstündür.

İstikrarlı ve oturmuş demokrasilerde makro anlamda bürokratik vesayet tehlikesi büyük ölçüde sınırlanmıştır. Buralarda bürokratik vesayet makro uygulama alanı bulmaktan ziyade mikro ölçekli olarak karşımıza çıkar. Bunun ana sebebi siyasi kültürdür. Siyasetçiyi, halk tarafından seçilmiş olması yüzünden, bürokrattan üstün gören, siyasetçinin arkasında halkın olduğunu kabul eden ve siyasetçinin bürokratlar tarafından keyfi olarak engellenmesini halkın tercihlerine ve iradesine yapılan bir saldırı olarak gören ve gösteren siyasi kültürün makro bürokratik vesayete izin vermemesidir. Bu yüzden bu ülkelerde mesela üst seviye askerler siyasetçilerle anlaşmazlığa düşerse, olması gereken ve çoğu zaman olan bürokratların ya görevden alınması veya istifa etmesidir. Bu şarttır, başka bir deyişle bir bürokratik yapılanmaya karşı aşağı yukarı aynı çapta bir bürokratik yapılanma ile cevap verilemez.

Türkiye’de bürokratik vesayet sistemi

Türkiye’de bürokratik vesayet sisteminin tarihî ve fikrî kökleri Osmanlı Devleti’ne kadar uzatılabilir. Nitekim Osmanlı’daki yenilenme talepleri ve çabaları daha ziyade aydınlardan ve bürokratlardan geldi. Başka bir deyişle aşağıdan yukarı bir hareket olmaktan ziyade yukardan aşağı bireyleri ve toplumu şekillendirme çabası olarak boy gösterdi. Toplumun kendince “iyiliğini” isteyen ve bu iyiliğin nerede yattığından emin olduğuna iman eden aydın-bürokrat kadrolar bir taraftan devleti diğer taraftan toplumu dönüştürmeye çalıştı. Bu zihniyet “cumhuriyet elitleri” tarafından da devralındı ve yaşatıldı.

Ne var ki Türkiye’de bürokratik vesayetin anayasal bir gerçeklik halini alması 1961 Anayasası ile gerçekleşti. Demokrat Parti’nin 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini peş peşe kazanmasından rahatsız olan ve bu yüzden de demokrasiye karşı bir güvensizlik duygusu ve fikri geliştiren darbeciler 1960 darbesinden sonra hazırlattırdıkları anayasa ile olağan şartlarda seçilmiş iktidarın elinde ve kontrolünde olması gereken alanları iktidardan uzak tutacak düzenlemeler yaptı. Hatta egemenliğin halka ait olduğu yolundaki teorik nosyonu fiilen değişikliğe uğrattı ve anayasada sayılan ve seçimle gelmeler söz konusu olmayan bazı organları da egemenliğe ortak kıldı.

Bu tavır bir ideolojik yaklaşımla desteklendi. Mahallî ve konjonktürel bir “ideolojimsi” ebedî gerçeklerin yegâne kaynağı olarak kabul edildi. Siyasette esas itibarıyla CHP tarafından temsil edilen ordu tarafından ise korunan bu ideoloji seçilmiş iktidarın alanının bu ideolojilerin sahipleri ve koruyucuları lehine sınırlanması gibi bir yola gitti. Bu sayede mesela CHP demokrasi döneminde hiçbir seçimi tek başına kazanamamasına rağmen zihniyet ve bürokratik odaklar vasıtasıyla devamlı iktidarda kaldı. Eğitimde CHP ideolojisinin ana ideoloji olması da ordu tarafından desteklendi, takip ve takviye edildi. Başka bir deyişle eğitim hayatı önemli ölçüde seçilmiş iktidarın kontrol alanı dışına çıkarıldı. İktidarlar okul ve sınıf yapmakla görevli addedildi ama eğitimde genç beyinlere aşılanacak ideolojinin ne olacağı tamamen veya büyük ölçüde bürokratik odakların inisiyatifine bırakıldı.

Türkiye’deki bürokratik vesayet sistemi sivil veya sivil görünümlü ayaklara da sahipti. En başta yargıya egemen olan zihniyet vesayetçi sistemin merkezinde yer alan orduda hâkim zihniyetle aynıydı. Yargı adaletin çekiciliğinden ve halk nazarındaki üstün manevi gücünden yararlanarak ordunun, daha doğrusu silahlandırılmış memurların başını çektiği vesayetçi sistemin isteklerini yerine getirdi. Bu çerçevede özellikle işaret edilmesi gereken bir kurum elbette Anayasa Mahkemesi oldu. Mahkeme, birçok kararında, felsefî olarak birey haklarını devlete karşı korumakla görevliyken, tamamen tersi bir nosyona dayanarak, yani devleti birey haklarına karşı korumak için kararlar aldı. 1989 tarihli başörtüsü kararı bunun çok tipik bir örneğidir. Bir diğer sivil kurum üniversitelerdi. Üniversiteler resmî ideolojiyi yeniden yorumlamak ve öğrencilere zerk etmekle görevliydi. 28 Şubat sürecinde ana krizin başörtülü üniversite öğrencileri üzerinden yaşanması ve üniversitelerin takındığı insanı ve insan haklarını dışlayıcı tavır hatırlardadır. Daha sivil görünümlü olan bir ayak da elbette medyaydı. Medya büyük ölçüde bürokratik vesayetçi zihniyet tarafından şekillendirildi. Muhalif basın yayın organları ya hiç yoktu ya da çok cılızdı. Medyada bugünkü kadar çeşitlilik bir hayaldi. İstanbul sermayesi adıyla anılan bir iş adamları sınıfı da bürokratik vesayetçi zihniyetle aynı çizgideydi ve tamamen ordunun istekleri ve çağrıları doğrultusunda hareket etmekteydi…

Türkiye’de bürokratik vesayetin geriletilmesi 

Bununla beraber seçilmiş merkez sağ iktidarlarla bürokratik vesayet sistemi arasında devamlı bir mücadele vardı. Merkez sağ bu vesayetten kurtulma arzusu ve arayışı içindeydi. İki kesim arasında arada sırada bütün çıplaklığıyla açığa çıkan diğer zamanlarda örtülü olarak süregiden amansız bir mücadele vardı. Bu mücadele bazen hızlanarak bazen hız kaybederek ama kesintisiz şekilde devam etti. Önce Demokrat Parti ardından Adalet Partisi, onun peşinden Anavatan Partisi ve nihayet Adalet ve Kalkınma Partisi mütemadiyen bürokratik vesayetle gerilimler yaşadı ve onu geriletmeye çalıştı.

Artan mücadele ivmesi Erdoğan iktidarları döneminde zirveye çıktı. Bunda iki faktör bilhassa etkili oldu. İlki Türkiye’nin yaşamakta olduğu büyük sosyolojik değişimdi. Türkiye’de ilk defa akademik-entelektüel ortamda hatırı sayılır bir çeşitlenme ortaya çıktı. Üniversitelerde muhafazakâr ve liberal hocalar bütün engellemelere rağmen boy göstermeye başladı. Devletle iş yapmayan ve varlığını devlet ihale ve imkânlarına borçlu olmayan bir iş adamları, müteşebbisler sınıfı belirdi. Artan şehirleşme muhafazakâr aileleri şehirlere itti ve annelerinden farklı olarak başını örtmek isteyen kız üniversite öğrencileri ortaya çıktı. Bu sosyolojik değişim önlenemez bir dalga olarak gelmekteydi. Dalganın siyasi sonuçlarından biri AK Parti oldu. Bu da ikinci faktörü oraya çıkarttı. Bir taraftan bürokratik vesayet sisteminin sahiplerinin gitgide dindarlaşan merkez sağ siyasetçilerden duyduğu rahatsızlığın onları iktidara devamlı müdahaleye itmesi diğer taraftan da AK Parti’nin gerçek iktidar olma arzusu ve müdahalelere direnmesi vesayetin geriletilmesinde etkili oldu.

Kemalist bürokratik vesayet ilginç şekilde FETÖ’cü bürokratik vesayet arayışının ardındaki itici güç oldu. Sistemin sac ayaklarını çok iyi okumuş olan FETÖ devlet içinde kazandığı büyük güce dayanarak bir taraftan seçilmiş iktidarı tasfiye etmeyi ve diğer taraftan Kemalist vesayetin yerine kendi vesayetini yerleştirmeyi istedi. Bunun için çeşitli eylemlere girişti. MİT başkanına operasyon ve onun üzerinden Erdoğan’a ulaşma çabası, Gezi isyanlarının kışkırtılması ve kullanılması, 17/25 Aralık Yargı-Emniyet darbe teşebbüsü derken 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile bu çabalar zirveye ulaştı. Siyasî liderliğin darbe teşebbüsü karşısında sağlam durması ve halkın Menderes’e yapılanlardan ve daha sonraki askerî müdahalelerden dolayı biriken öfkesinin patlaması sayesinde 15 Temmuz darbe teşebbüsü püskürtüldü.

15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün püskürtülmesi seçilmiş iktidarı öne çıkardı ve elini kuvvetlendirdi. Siyasi iktidar çeşitli alanlarda önemli reformist adımlar attı. Demokrasilerde patronun temsilcileri aracılığıyla halk olduğu gerçeği belirgin hale geldi. MGK yapısı değiştirilmek suretiyle vesayetin önemli bir aracı etkisizleştirildi.  Askerî yargı büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değişti. İlk defa askerî eğitime siyasiler müdahil oldu. Ordunun üst seviye atamalarında siyasiler belirleyici konuma geldi. Eskiden farklı olarak askerlerin önemi azaldı. Bugün sokaktaki insana “Genel Kurmay Başkanı kim?”, “Kara Kuvvetleri Komutanı kim?” diye sorsanız muhtemelen cevap alamazsınız. Medyada muazzam alt üst oluşlar yaşandı. Muhafazakâr medya güç kazandı. Üniversitelerdeki liberal ve muhafazakâr varlık kuvvetlendi. Yargıda müthiş bir yenilenme oldu. Hem yargı kadroları hem de yargıda egemen zihniyet büyük ölçüde değişti. İş adamları derneği olarak eskiden sadece TÜSİAD bilinirdi; şimdi ise TÜSİAD sadece ilgili dernekler arasında bir dernek…

Bu şekilde bürokratik vesayet sistemi büyük ölçüde tasfiye edilmiş oldu. Bu, elbette, bürokratik vesayet sisteminin tamamen öldüğü ve asla canlanmayacağı anlamına gelmez. Yazının başında işaret ettiğim gibi, bürokratik vesayet her demokraside bir potansiyel tehlike olarak mevcut. Bu yüzden, bürokratik vesayet tehlikesi tamamen ve kalıcı olarak ortadan kalkmış gibi düşünmek ve davranmak yanlış. Ancak, Türkiye 14 Mayıs 1950 seçimleriyle geçtiği demokrasiyi AK Parti’nin başını çektiği veya sosyolojik değişim ve dönüşümden dolayı çekmek durumunda kaldığı bir süreçle önemli ölçüde kuvvetlendirdi ve bürokratik vesayeti ciddi biçimde geriletti.

* SAVTEK Dergi’nin Şubat 2025 sayısında yayınlanan yazı.

 

Hem Kahraman Hem Katil! Aytekin Yılmaz

Kitaplara ne kadar vefa duysak yine de azdır. Gidip göremediğimiz, daha önce bilmediğimiz çok şeyi öğrenmemize vesile oluyorlar. Bir kitap dostu olarak son nefesime kadar onları bırakmayacağım. Son yıllarda merak ettiğim, izini sürdüğüm birçok şeyin cevabını kitaplarda buldum. Eğer kitap okumasaydım şu hikâyeden habersiz kalacaktım. Kitaplar insana neyi öğretir? Sorusuna cevap olsun diye burada paylaşıyorum.

İşte hikâyemiz: Ernesto Che Guevara Arjantin dağlarında gerilla mücadelesine katılmadı, ama hayalini kurduğu şey, Küba’dan sonra ülkesi Arjantin’de devrim yapmaktı. 1959’da Küba’da devrim olur olmaz ilk işlerinden biri Arjantin’de gerilla hareketini örgütlemek oldu. Kendisi gidemedi ama Küba Sierra Maestra Dağlarından tanıdığı, çok güvendiği bir grup gerillayı Arjantin dağlarına gönderdi. Bu grubun başındaki komutanın adı Masetti’dir.

Masetti’nin Arjantin dağlarındaki örgüt içi infazları, Türkiye’deki silahlı sol örgütleri aratmayacak türden. Hani bazen diyoruz ya, acaba Latin Amerika’da gerilla örgütlerinde durum nedir? Bu sorunun izini sürdüm ve öğrendim ki, durum orada da feci.

Arjantin dağlarındaki iç infazlarda da, “Dağdan, yani savaştan kaçmak” ve “Ajan- işbirlikçi olmak” gibi suçlamalar var. Dağda silahlı mücadele veren bir örgütten kaçarken yakalanmış birini, mahkeme kurup yargılamayı hadi diyelim anladık. Peki, kaçma ihtimali olabilir de ne demek oluyor. Komutan Masetti Arjantin dağlarında üç kişiyi kaçma ihtimalleri olduğu gerekçesiyle infaz ettiriyor. Bunlardan birinin adı Nardo. Nardo henüz 19 yaşlarında. Büyük hayallerle çıktığı dağda hayal kırıklığına uğruyor. Yoldaşın yoldaşı öldürebileceğine hiç ihtimal vermemiş ve katıldığı örgütte böyle bir şey olabileceğine de inanmayan biridir. Nardo bir çoğu gibi dağda yoldaşları tarafından infaz edilen bir olaya tanık olunca eli ayağı tutulur. Panik olur ve dört ayak üzerinde yürümeye başlar. Komutan Masetti hoşlanmaz bu durumundan. Nardo’nun da kaçıp devlete sığınacağından şüphelenmeye başlar. Yanına çağırır onunla konuşur, “Seni şimdi bıraksak, devlete mi sığınacaksın?”

Nardo, eli ayağı tutulmuş bir halde, “Bilemiyorum iyi değilim, ama yalan söyleyemem” der.

Birkaç gün sonra Nardo da infaz edilip dağın bilinmeyen bir çukuruna gömülür. Masetti’nin grubunda Nardo gibi üç kişi daha bu biçimde infaz edilir. Bu infazlardan sonra Che Guevara’nın Arjantin çıkarması gerilla grubu dağılıyor. Jandarma operasyonları sonucu bazıları öldürülür, bazıları yakalanır, bazılarından da bir daha haber alınamaz. Haber alınamayanlardan biri de Che Guevara’nın atadığı kendisinden devrim beklediği komutan Masetti’dir. Masetti sonraki zamanlarda da bulunamaz. Hayatta kalan yoldaşları onun akıbetinin üç şekilde açıklanabileceğine inanırlar. Bir görüşe göre Masetti her şeyin bittiğini anlamış ve intihar etmiştir. İkinci söylentiye göre dağlarda açlıktan ölmüştür. Bir başka görüşe göre ise Jandarma Masetti’yi bulmuş, üzerinde taşıdığı yaklaşık yirmi bin doları almış ve yaptıkları anlaşılmasın diye onu gizlice öldürüp dağın birine gömmüştür.

Arjantin deneyiminin biraz daha izini sürdüğümde inanılması zor bir gerçekle karşılaştım. Masetti’nin öldürdüğü üç gerillanın da Yahudi olduğu tespit ediliyor. Peki, Masetti kim? Azılı derecede Yahudi karşıtı Nazi sempatizanı bir ailenin çocuğu.

Che Guevara Arjantin grubunun başarısız olmasına çok üzülür. Kendisinden bir daha haber alınamayan komutan Masetti’nin akıbetini merak eder. Soranlara, “O gerçek bir direniş kahramanıydı” cevabını verir.

Che Guevara için “Kahraman” olan Masetti, dağda öldürdüğü “Kurban” yakınları için bir katildi. Bizde de “Mağdur” kılığında ne çok katil var. Siz siz olun kahramanlık hikâyesi olan her hikâyeye inanmayın ve illegal örgütlerden uzak durun!

Kaynak: Jon Lee Anderson, Devrimci Bir Hayat: Ernesto Che Guevara, çev. Yavuz Alagon İthaki Yayınları, 2017 (3. basım)

İmkânsızlığın Sınırında “İnsan” Kalabilmek

0

Hayat, bazen bir uçurumun kenarında yürümek gibidir. Adımlarınız korkuyla karışık bir umut taşır. Karşınızdaki manzara kimi zaman bir felâket, kimi zaman da hayran olunası bir sonsuzluk gibi görünür. Ama ne olursa olsun, insan olmanın en derin anlamı, bu uçurumun kenarında bile yürümeye devam edebilmektir. Çünkü insanı insan yapan, her şeye rağmen içinde taşıdığı umuttur.

Hayat bu umudun ve insan kalabilmenin en derin çığlıklarını haykırıyor. Birçok duygu gibi sevginin de imkânsızın sınırında başladığı söylendiğinde aslında her duygunun, her seçimin, her tutkunun insanı yeniden var eden bir yolculuk olduğunu vurgular her nefes alış. Çünkü sevmek, inanmak, düş kurmak ve acıya rağmen ilerlemek, hayata ve kendimize verdiğimiz bir yemin gibidir. Bu yeminin içinde korkusuzca yaşamak, güzelliği aramak ve haksızlıklara direnmek vardır.

İnsan olmak, karanlığın en yoğun olduğu anda bile bir ışık aramaktır. Çirkin bir tende güzel bir ruh bulabilmek, insanın dünyaya bakışındaki derinliği gösterir. Çünkü gerçek güzellik, dışarıda değil, içimizde yeşerir. Ne kadar yıkılmış, ne kadar örselenmiş olsak da içimizde bir tomurcuk hep açmaya hazırdır.

O tomurcuk, umutla beslenir. Belki de en çok sevgiyle… Ama bu sevgi sıradan bir sevgi değildir. Kaliteli sevmekten bahsediyorum; her rüzgârda savrulmayan, her zorlukta tükenmeyen, insanı yücelten bir sevgiden. O sevgi ki ne acıya boyun eğer, ne de zenginliğe tamah eder. O sevgi ki insanı insan yapan erdemdir.

Hayatta “duruş sahibi olmak” da kolay değildir. Bu, yalnızca dik durmak değil, aynı zamanda doğruyu savunmaktır. En güçlü fırtınalarda bile eğilmeden kalabilmektir. Bir gülün dalında solması gibi, kendi köklerinize bağlı kalarak yaşlanmaktır. Her ne kadar hayat size zorluklarla gelirse gelsin, bir insanın kalitesini zorluklar karşısındaki tutumu belirler.

Adilâne, sevgi dolu ve umutla yaşayan bir insan, çevresine güven ve huzur dağıtır. Çünkü bu tür bir insan, hayatın sadece alınan nefeslerden değil, kurulan hayallerden ve yapılan güzel işlerden ibaret olduğunu bilir. Böyle bir insanın gölgesi uzundur, çünkü o gölgenin içinde başkalarına da sığınacak bir yer vardır.

Hayata ve insanlara dair en güzel gerçeklerden biri de şudur: “İmkânsızı sevmek, insanı güçlü kılar.” Bir kelebeğin kendini ateşe atarak sonunu bilmesine rağmen kanat çırpması, insan olmanın metaforik bir yansımasıdır. Kimi zaman düşlerimiz, umudumuz kadar cesur olabilir. O düşlerin peşinden gitmek, bazen bize en güzel dersleri öğretir.

O halde, ne kadar zor görünürse görünsün, hayatta yürümeye devam etmeli insan. Kalbindeki umut ve sevgiyi korumalı; insan kalmanın, düş kurmanın, güzel sevebilmenin ve hakkaniyetli yaşamanın ne demek olduğunu hatırlayarak. Çünkü uçurumun kenarında bile yürüyen bir insan, uçurumun derinliğini değil, karşısındaki sonsuz ufku görür.

Hayat, işte o sonsuz ufuktadır. Ve o ufuk, insan kalmayı başaranlar ve zahirden öte bir mana arayışı içinde olanlara aittir. Yazıyı Hugo’nun bir şiiriyle bitirmek isterim:

“Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?

Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?

Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mi olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?”

Türkiye’nin Gurur Listesi

Schindler’in Listesi, Yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı 1994 yılı yapımı ABD filmi. Kısaca bu filmi hatırlayalım:

Schindler’in Listesi, Oskar Schindler adlı bir Alman işadamının 2. Dünya Savaşı zamanında Polonya’da kurduğu fabrikada Yahudi işçileri çalıştırması ve bu sayede 1100 Yahudi’nin hayatını kurtarmasını konu alıyor. Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan film, ünlü yönetmen Steven Spielberg’in en önemli yapıtları arasında sayılan ve ona Oscar kazandıran bir yapımdır. Film, 1994 yılında 12 dalda Oscar’a aday olmuş ve 7 dalda ödül kazanmıştı. Filmin kazandığı Oscar’lar şöyle: En İyi Film, Yönetim, Kurgu, Sanat Yönetimi, Görüntü, Özgün Müzik ve Senaryo Uyarlaması. (https://www.beyazperde.com/filmler/film-9393/. 21 Ocak 2025).

Bu gün bile hâlâ pek çoğumuz bu filmi hatırlıyoruz. 1100 Yahudi’yi Nazi barbarlığından kurtaran Oscar Schindler’i saygı ile yâd ediyoruz. Oysa Türkiye’nin hayatını kurtardığı Suriyelilerin sayısı 4 milyondan fazladır. Bu muazzam başarının ne kadar farkındayız, toplumumuz bu büyük “iyilik hareketi” ile gurur duyuyor mu? Ben bu gurur listemizin fark edilmesi, gelecek kuşaklara aktarılması adına, tarihe not düşmek için bu satırları kaleme alıyorum.

Suriye İç Savaşının Evleri ve Sığınmacıların Türkiye’deki Durumu

13 Yıldan fazla süren Suriye iç savaşı geride korkunç bir ölüm ve yıkım bıraktı. Suriye iç savaşını ve Suriyeli sığınmacıların buradaki durumunu üç renk ile (pembe, kırmızı ve siyah) anlatmaya çalışacağım.


Pembe, Umut Dönemi

Diktatör rejimler altında inleyen Arap coğrafyasında 2010 yılında Tunus’da Arap Baharı başladı. Kısa süre sonra, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve 2011’in Mart ayında Suriye’de uyanış başladı. Arap baharı Tunus, Mısır, Libya gibi yerlerde başarılı oldu. Bu dönemde,  Suriye’de gösteriler artarak devam ediyordu. Rejim sert müdahaleler ile krizi bastırmaya çalıştı. İlk kitlesel göç de 29 Nisan 2011’de Hatay Yayladağı’ndan Türkiye’ye giren 252 kişi ile başladı. Bundan sonra her yıl sığınmacıların sayısı önce 10 binlere, 100 binler ve milyonlarca insana ulaştı.  Bu pembe dönemde muhalifler ve halkın çoğunluğu “yakında rejimin yıkılacağına” inanıyor, bu durumun geçici olduğunu düşünüyorlardı. Türkiye’deki sığınmacılar da oldukça umutla bir süre süre sonra evlerine, şehirlerine, ülkelerine geri döneceklerine inanıyorlardı. Türk devleti ve halkı sığınmacılara karşı çok şefkatli ve yardımsever konumdaydı. İnsanlar, evlerini açıyor, yiyecek, giysi, ev barınma sağlıyordu. Sivil Toplum Kuruluşları öncülüğünde büyük bir seferberlik halinde idik… Aradan geçen yıllara rağmen bu dönem pembe bir umut dönemi olarak hafızamıza kazındı.


Kırmızı, Gerileme Dönemi

Yıl 2014 ama rejimin yıkılacağına dair umutlar artık tükeniyordu. Türkiye’ye gelen sığınmacı sayıları artık 1.5 milyondan daha fazla sayıya ulaştı. Sahada muhalifler 14 Mayıs 2014’te Humus kentini rejime bıraktılar. Artık yön var kuzey…Daha kötüsü de var: 19 Aralık 2016’da muhaliflerin elindeki en önemli kadim kent Halep, rejim ve Rusya’nın bombalarına dayanmayıp düşüyor. Türkiye’ye sığınanların sayılması mümkün değil artık, sınırda adeta insan seli var. Sığınmacıların sayısı 3 milyona dayandı. Pembe umutlar artık yerini karamsarlığa bıraktı. Yeni bir gerçeklik var rejim çok avantajlı, Rusya’nın hava desteği, Hizbullah çetesi, İranlı sapkın Şii milisler sahada hâkim konumuna yükseldiler.

Türkiye’deki sığınmacılara bakış yavaş yavaş değişiyor, toplumun desteği artık yok oldu. AB ve BM’nin bir takım yardımları var ama yetersiz kalıyordu. Sığınmacıların önemli bir kısmı Avrupa’ya geçmek istiyor bu da kolay değil. Bu umutsuz yolda çok sayıda çocuk, kadın erkek hayatını kaybediyor. Türkiye’de toplum “defolun gidin buradan” demeye başlıyor. Suriye halkı için artık her şey kıpkırmızı.


Siyah, Her şey Bitti 

Rejim Halep’in düşmesinden sonra kendine tehdit oluşturacağına inandığı (ki haklı çıkacaklar) Kuzey Suriye’deki İdlip ve çevresine yoğunlaşıyor. 2018’den itibaren İdlip’e yönelik rejim havadan ve karadan saldırılarını yoğunlaştırdı. Suriye’den insanlar akın akın kaçmaya çalışıyordu ancak gidecek yer yok. Türkiye’nin yoğun çabasıyla Mart 2020’de Soçi mutabakatıyla İdlip ve çevresinde “gerginliği azaltma” anlaşması yapıldı. İdlip’de milyonlarca insan daracık bir alanda sıkışmıştı. Barınma, yiyecek ve giyecek kıtlığı had safhada idi. Bir yandan sürekli hava saldırıları, karadan topçu ateşleri ile her gün onlarca insan can veriyordu. Tükiye’de kayıtlı sığınmacı sayısı 4 milyona ulaşmıştı… Artık kamplar kapanmış, sığınmacılar ülkenin dört tarafına dağılmıştı. Büyükler bulabildikleri her işte çalışıyor, küçükler okula gidiyordu. Bu dönemde artık sığınmacı düşmanlığı açık açık yapılır hale geldi. Başını CHP’nin çektiği siyasi partiler bunu seçim vaadi (Suriye’lileri geri gönderme) olarak afişe ediyorlardı. Yükselen enflasyon TL’nin değer kaybı sığınmacılara yönelik toplumsal öfkeyi destekliyordu. STK ortada görünmüyordu. Bazı insanlar canla başla sığınmacılara yardım ediyorlardı. Tüm bunlarla beraber resim simsiyah durumda idi.

Renklerin çağrıştırdığı duygular ile sığınmacılara karşı oluşan duygu, düşünce ve davranışlar arasında büyük oranda paralellik var. Pembe ile başlayan duygular, yıllar geçtikçe kırmızıya, umutların tükenmesine ve derin bir karanlığa bıraktığı görülüyor. Bütün süreç boyunca umutlu kalabilenler var mı? Bilemiyorum. Sanırım böyle kalabilen çok az insan vardır.

Hükümet Suriye’de mevcut statükoyu kabullenmiş durumda idi. Her gün Erdoğan’a “Esad ile görüş” baskısı artıyordu. Eylül 2024’te Esad-Erdoğan görüşmesi için tüm şartlar hazırlandı. Ancak Esad, naz yapmaya kalktı. Tam bundan 2 ay sonra kimsenin beklemediği 27 Kasım sabahı başlayan; “Saldırganlığı caydırma operasyonu” başladı. Sınırlı bir askeri operasyona  yeşil ışık yakılmıştı. Bu sınırlı harekat 2 gün içinde Halep’in dış mahallelerine dayanınca işin rengi değişti. 30 Kasım’da Halep ve İdlip kırsalı muhaliflerin eline geçti. Momentumu yakalayan muhalifler, Hama, Humus ve 8 Aralık günü Başkent Şam’ı da kontrol altına aldılar. Arık umutların tükendiği anda bir yıldırım harekâtı ile despotik rejim yerle bir edildi.

Haydi, listemizi yapalım!   

Bir Word sayfasına iki sütun olmak üzere 78 isim yazılabiliyor…  Oskar Schindler’in listesi 14 sayfadan oluşuyor. Bir A4 kâğıdının uzunluğu 30 cm. Schindler’in listesi 420 cm yani bir oturma odasının boyu kadar. Şimdi Türkiye’nin listesini yazalım. 51.282 sayfa ediyor. Bu gurur listesinin uzunluğu 1.538.460 cm dir, Bunu km’ye çevirelim: 1,538, 46 km. Bu mesafe Türkiye’nin batı ucundan doğu ucuna 2 kez gidiş mesafesidir. 14 Yıl boyunca tek tek yazarak, destek olarak yaptığımız gurur listemiz budur. Dünya durdukça hatırlanacaktır. Ne mutlu bize! 4 milyon insanın hayatını kurtardık. Bundan daha gurur verici bir davranış olabilir mi?

Bu gurur listesinin oluşumu hiç kolay olmadı, bazı siyasi partiler, kamu görevlilerinin de aralarında bulunduğu bir kesim sığınmacı düşmanlığı yaptı. Son yıllarda Kayseri’de Konya’da sığınmacıların evleri ateşe verildi, araçları yakıldı. Bazı sığınmacılar gaddarca katledildi. Bir röportajda hak ettiği notu vermeyen öğretmenin sığınmacı çocuğa: “sen notu ne yapacaksın” şeklindeki gaddar yanıtını hiç unutmadım. İdlip’de çamurda ağlayan çocukların gözyaşları hatıramdan hiç çıkmadı. Bunlara rağmen bu onur listesinin her satırını, her ismi altın harflerle yazan isimsiz kahramanlar vardı. Kasım ayında kaybettiğimiz emekli öğretmen Veysel Menekşe’ye ve daha nicelerine teşekkür ediyoruz.

Büyük risk alarak tabanını da zaman zaman karşısına alan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bekir Berat Özipek, Atilla Yayla, Mutlu Bulut, Kızılay, LDT, İHH, Özgür-Der gibi nice STK’ların gönüllüleri teşekkürü hak ediyor. Karınca kararınca sığınmacı çocuğa eğitim veren isimsiz öğretmenler teşekkürü hak ediyor.

Neler Yapılabilir

  • Filmler yapılmalı,
  • Kısa filmler,
  • Şanlı Urfa’daki Akçakale Sınır Kapısı civarında devasa bir anıt.
  • Fotoğraf sergileri,
  • Resim sergileri,
  • Fotoğraf sergileri,
  • Roman ve öyküler yazılmalı,
  • Anı ve günlükler yazılmalı.
  • Okullarda müfredat içinde yer almalı.
  • Özel bir anma günü ihdas edilmeli.

Sığınmacı sayıları için Kaynak: Tunca. H.Ö. ve Karadağ A. (2018) Suriye’den Türkiye’ye: Tehditler ve Fırsatlar. Kara Harp Okulu Bilim Dergisi, 2018,28 (47-68).