Malum; Türkiye seçim sath-ı mahalline girdi. Haziran ayına kadar ülkemizin temel meseleleriyle ilgili (tabii ki demokratikleşme sorunlarımızı kastediyorum) ‘yeni’ veya ‘önemli’ bir adım atılmasını beklemek pek gerçekçi bir beklenti değil. Çünkü “önümüzde seçim var” realitesi, Türkiye siyasetinin pozisyon aldığı en önemli konuların başında geliyor. Bu demektir ki yapılan her açıklama seçime yöneliktir, her gezi, her etkinlik ve her konuşma seçime yönelik bir anlam ifade etmektedir. Bu da doğal. Ama ister istemez bir ‘zaman kaybı’ yaşamakta olduğumuz da yadsınamaz bir başka gerçek.
Zamanı iyi değerlendirmek
Yine de bu süreci tümüyle ‘kayıp’ olarak yaşamak zorunda değiliz. Türkiye’nin temel meseleleri belli. 8 yıllık iktidarının ardından yeniden iktidar olmak isteyen AK Parti başta olmak üzere ana muhalefet partisi durumundaki CHP ve diğer siyasi partiler bu meselelerle ilgili yeniden oy isteyecekleri bizlere ne ‘vaat’ ettiklerini açıklamak durumundalar. Eski ‘particilik’ anlayış ve alışkanlıklarının çok geride kaldığını da hatırlamak, hatırlatmak gerekir. Şu veya bu partinin taraftarı olmak, eskiden bir “aile geleneğini” sürdürmekten farksız bir anlam taşırdı. Ama artık insanlar kimin ne savunduğuna ve icraatlarına bakarak tercih yapıyorlar. Bunu en iyi bilen, kuruluşunu yeni tamamlamış bir parti olarak 2002 yılında girdiği ilk seçimlerde tek başına iktidara gelen AK Parti olmalı. Tabii ki bir de, CHP. CHP’nin eskileri büyük kentlerin varoşlarında oyları topladıkları zamanları özlemle anıyor olmalıdırlar… Bu ‘yeni’ durum hiç kuşku yok ki, sağlıklı ve olumludur.
Kim ne vaat ediyor?
Türkiye’nin, nihayet adını dosdoğru koyarak tartışabildiğimiz bir “Kürt sorunu” var. Acı, kan, gözyaşı üreten bu sorunu açıklıkla tartışabiliyor olmamız, beraberinde barışçıl, demokratik çözümü konusunda da hiçbir zaman olmadığınca umutlu olmamızı sağlıyor. Bazı çevrelerden gelen yoğun ve sert eleştirilerle ‘bastırılmış’ gibi görünse de, “Demokratik Açılım” süreci, bugünkü ortamı hazırlayan yakın tarihimizin en önemli gelişmesiydi. Söz konusu olan sokaktaki insanın, sessiz çoğunluğun bu süreci nasıl anladığı ise, 12 Eylül 2010 referandumu, sonuçlarını doğru okunmak kaydıyla, en önemli ‘test’ olmuştur. Hatırlayalım; referandum kampanyasına damgasını vuran söylemler, anayasa değişikliğinin neler getirdiğinden çok milliyetçi söylemler, sloganlar idi. Net bir çoğunluk, bu söylem ve sloganlara prim vermeyerek, bir bakıma, ‘barış’ istediğini ortaya koymuş oldu.
BDP, beğenilir veya beğenilmez, çözüm noktasında kendi projesini tartışmaya açtı. MHP’nin tutumu da net ve biliniyor. MHP’ye göre ‘açılıma’ da, ‘çözüme’ de gerek yok; operasyona devam. CHP de aslında aynı kulvarda idi. Onur Öymen’in “Dersim 38’de ‘analar
ağlamasın’ denildi mi?” şeklindeki sözleri halen kulaklarımızda çınlıyor. Türk ve Kürt gençleri ölmeye, analar gözyaşı dökmeye devam etsin; ne de olsa ‘milli’ bir meseledir, ölümün kalımın sözü mü olur?! Ne var ki bu kaskatı milliyetçi, inkârcı yaklaşım artık kimseleri heyecanlandırmıyor. İlk günlerdeki bazı söylemleri bu gerçeği kavramış olduğunu düşündüren Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’de değişen bir şey oldu mu peki? Bugüne değin konuya ilişkin yaptığı açıklamalara baktığımızda çok da iyimser olamıyoruz: “Diyarbakırlı vatandaşlarım isterlerse ‘Kürt’ derim… ‘Kürt’ diyorum ama ‘Kürt sorunu’ demem…”
Ağzına almadığı Kürtler
Benzer bir durum Alevi yurttaşların istemleri konusunda da söz konusu. Hükümetin eksikleriyle birlikte başlattığı açılımın somut sonuçlar vermesi için seçimlerden sonrasını beklememiz gerekecek; öyle anlaşılıyor. Peki, ana muhalefet partisinin konuya ilişkin akılda kalan değerde bir sözü, girişimi veya uğraşı var mı? Sayın Kılıçdaroğlu’nun ‘Alevi’ sözcüğünü dahi telaffuz etmediğini, bu yöndeki soruları da “etnik ve inanç temelli siyaset yapmayacağım” şeklinde yanıtladığını biliyoruz.
Daha genel, kapsayıcı ve demokratikleşme sorunlarımızın çözümünün güvencesi olacak bir başka konu da “yeni anayasa”. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı bulunduğunu kimse yadsımıyor. Sayın Cumhurbaşkanı da dahil, “yeni ve mutlaka daha özgürlükçü” bir anayasanın Türkiye’nin geleceğine daha güvenle bakmasının, demokrasi standartlarını yükseltmesinin, sorunlarını çözmesinin olmazsa olmaz gereği olduğunu, üslup farkları bir yana, herkes dillendiriyor.
Gerçek ve yapay gündem
Seçimlere giden Türkiye’nin gerçek gündemi, tam da budur. Seçmenlerin oylarına talip olanların hiç değilse ne tür bir “yeni anayasa” vaat ettiklerini bilmeye hakkımız var.
Normal olanı, iktidarın koyduğu çıtaya muhalefet partilerinin o çıtayı daha da yükseltmeyi vaat ederek muhalefet etmeleridir. Bu, demokrasi işleyişinin de vazgeçilmez gereğidir, doğasıdır. Kaba bir AK Parti karşıtlığını siyaset ve muhalefet tarzı haline getirmek, kimse kusura bakmasın ama sadece AK Parti’ye kazandıran bir etki yaratır. Dileyen yakın geçmişimize dönüp bakabilir. AK Parti’nin siyaseten bundan bir şikâyeti olmayabilir. Ama bu durum, ülkemiz açısından gerçek bir talihsizliktir.
CHP’nin gündemine bakar mısınız:
Yöneticilerinden birisi Ergenekon sanıklarını milletvekili yaparak Silivri’den kurtarmaktan bahsediyor… Bir başkası “Hakikat Komisyonu kurulmalı” diyor ama sözlerinin arkasında duramıyor… Bir diğeri parti bünyesinde kendisini örgütlemekten gayrı bir etkinlik göstermiyor… Ve bu partinin genel başkanı, temel meselelerimizle ilgili herhangi bir yaklaşım göstermekten ısrarla uzak duruyor ve kıytırık siyasi polemiklerin kendisine prim kazandıracağını düşünüyor…
Sayın Kılıçdaroğlu, “halkın iktidarını kurmaktan” bahsediyor. Sol görünümlü sloganlarla “solcu parti” olduklarını kanıtlamaya çalışıyor. Ama birçoğu hayatları boyunca halkın yaşadığı “varoş” denilen semtlere adım dahi atmamış olan yöneticileri ve bu politikasızlığıyla ne tür bir ‘halk iktidarı’ kuracaklarını anlayabilen beri gelsin…
Türkiye’nin seçimlere giderken gerçek gündemi yeni ve özgürlükçü bir anayasadır. Kimler ne tür bir özgürlük anlayışına sahip ise bunu bugünlerde ortaya koymalıdır. Çünkü seçmen, ‘özgürlük’ adına ne dediğini anladığına oy verecektir ve demagojik oy avcılığına karnı toktur…
01.02.2011, Açık Görüş, Star