Evladı Resul İmam Hüseyin Şehid-i Deşt-i Kerbela Hazretleri’ni pek çok şekilde tarif etmek mümkündür. Ancak nasıl tarif ederseniz edin, ister Resulü Ekrem Efendimiz’in torunu, ister İmamlar Serveri İmam Ali Efendimizin ve Peygamber’in kızı Hz. Fatıma Anamızın oğlu, ister on iki imamların üçüncüsü, isterse Yezid’e karşı çıkan bir isyancı, her tarif mutlaka Hüseyin’in kıyamının büyüklüğü karşısında eksik ve mahcup kalacaktır.
Hüseyin kıyamı ile birlikte sadece Ehl-i Aba’nın bir parçası olarak İslam’a değil, verdiği mesaj ile tüm insanlığa seslenmiştir. O, yalnız ve tek başına, ehli ile zalime ve zulmüne karşı başkaldırının sembolüdür. Kerbela bir çığlıktır. O çığlık ki kıyametin habercisi ve haşr günü üflenen Sur misalidir, Hüseyin ise o Sur’a üfleyen Mikail mesabesindedir. Çıkışı ile kıyametin, şehadeti ile haşr gününün habercisidir. O, zalim ve zulmü karşısında ölümü ile insanlığın yeniden dirilişidir. O kıyamı ile Allah’ın Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker [1] ayetinin ete kemiğe bürünmüş halidir.
O bazılarının sandığı gibi dünya saltanatı ve zevk-i sefası peşinde bu kıyama kalkışmadı. O öyle bir sultandı ki isteği dünya nimetleri olsa, Peygamber’in torunu, Ali ve Fatıma’nın evlad-ı güzini olarak hiçbir zalim hükümdar, Yezit bile olsa ona dokunmaya cesaret edemez, onu hoş tutmak ister ve dünya nimetlerine boğardı. Ancak o atası Muhammed Mustafa ve babası Ali’yel Murtaza gibi bu dünyanın zevk ve saltanatından vazgeçmiş, insanlık tahtına göz koymuş, hak ile batıl arasındaki kıldan ince kılıçtan keskince çizgiyi birbirinden ayırmak için can-ı cananını kurban kılmıştı. O, İbrahim Aleyhisselam’ın Allah’a kurban olarak sunduğu evladından daha evla idi. O Ehl-i Beyt’in hak ve adalet terazisindeki kurbanı idi. O başı ile yalnız İslam’ın değil, tüm insanlığın kurbanı idi. Öyle bir kurban ki çarmıhtaki İsa Aleyhisselam’ın fedakârlığı bile bu fedakârlığın yanında ne kadar küçüktü.
Kerbela hadisesinin tüm teferruatı bir bilgi kırıntısından ibarettir. Kûfe’den gelen mektuplar ve Hüseyin’in bu mektuplara inanarak yola çıkması, İbn-i Ziyad’ın onu ve 72 sahabesini Kerbela’da konaklatarak katletmesi vb. hepsi birer teferruattır. Görünen yüz ile hakikat başka başkadır. O büyük kıyamın ve fedakârlığın ehemmiyetini anlatmaktan acizdir.
“Keşke gitmeseydi” diyenlere inat, o her şeyi bile bile gitmiştir. Çünkü o evladı Resul’dü, o insanlığın oğlu idi, o hak güneşi ile batıl karanlığını ayıran çizgi idi. Onun ayırdığı çizgiyi fark edemeyen biçare akıllar elbette ki saf ama acınası bir şekilde “keşke gitmeseydi” diye feryad ve figan ederler. Fakat bilmezler ki “keşke gitmeseydi” diyenler ile o gün İbn-i Ziyad’ın ordusunda saf tutan münafıkların, aşağıların en aşağısı olanlardan sadece ve sadece bir derece farkları vardır.
Bilmezler ki üç günlük dünya saltanatı için yola çıkmış olsa idi Ehl-i Beyt’i ve sahabelerine “Beni bırakın ve dönün, ben burada kaldığım sürece sizi takip etmezler ve kurtulursunuz” dediğinde can ve baş sevdasında olanlar çoktan ayrılıp giderdi. Hâlbuki bir kuru dal bile yerinden oynamamıştı. O vakit her bir sahabesi Hak uğruna, adalet aşkına şehadet şerbetini içmeye gittiklerini biliyorlardı.
Bizimle gelenler gelsin
Serini meydana koysun
Hüseyin’le şehit olsun
Ah Hasan’ım, vah Hüseyin’im
O ne güzel orduydu ya Rab, bir tarafta İmamlar Serveri Ali evlatları, bir tarafta İmam Hasan yadigârları, bir tarafta Abdülmuttalip sulbü, bir tarafta Ehl-i Beyt kadınları ve hizmetkârları boy boy dizilmişti. O ne görkemli orduydu ya Rab, batıl ordusu karşısında bütün Ehl-i Beyt dizilmişti. Sanki o muhteşem ordu “(Ey Peygamber) Sana gelen ilimden sonra artık her kim seninle tartışmaya kalkarsa de ki: “Gelin, oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı çağıralım, kendimiz ve kendiniz de onlarla bir araya gelelim. Sonra can u gönülden dua edip Allah’ın lanetini yalancıların boynuna geçirelim!”[2] diye Allah’ın ayetini haykırıyordu.
Hüseyin attan düştü, sahra-i Kerbelâ’ya
Cibril kurban, haber ver, Sultan-ı Enbiya’ya
O lanet halkasını yalancıların boynuna geçirmek için, o gün Kerbela sahrasında iki cihan serveri Muhammed Mustafa’nın iki gözünün nuru Hüseyin ve Ehl-i Beyt’i ve sahabeleri saf saf dizilmişti. O gün lanet halkası Yezit ve İbn-i Ziyad’ın boynuna geçerken, kıyamete kadar hangi dinden olursa olsun lanetlenmeyi hak ettiler.
O zulme karşı, batıla karşı, zulüm sahiplerine karşı bir bayrak açmıştır ki, o bayrak kıyamete kadar inmemek üzere açılmıştır. Zulüm sahipleri her kazandıklarını düşündüklerinde karşılarında bir başka Hüseyin göreceklerdir. O Hüseyin’in adı Hüseyin olmasa da o yine de bir Hüseyin’dir. Müslüman olsa da olmasa da o Hüseyin’in yolunun yolcusudur. Zulmün bayrağını başını verirken bile yere çalandır.
Ya Rab, Hüseyin’in şehit düştüğü gün bilerek güleni, onun acısını yüreğinde duymayanı, onun haklı davasını kavramayanı ve bu zulmü mazur göreni sen hak yola eriştir, ermeyeni bizden uzak eyle. Bizi İmam Hüseyin’in katarında gidenlerden uzak eyleme.
Gerçeğe Hü, Mümine ya Ali.
Zaman-Yorum, 16.12.2010